06 Haziran 2025

‘Robot kurbanlık’a az kaldı: Türkiye’de Kurban Bayramı’nın sessiz dönüşümü

Nerede o eski bayramlar nidasını ilk kim kullandı bilmiyorum ama aklımıza yerleşen bir acı-tatlı cümlecik bu. Kokusu, sesi, telaşı, kavurması ve kalabalığıyla bayram; hafızamıza çocukluk anılarımızdan, dedelerimizin anlattıklarından ve mahallenin kasabından ince ince işlenmiştir. O eski bayramların tadı kaldı mı peki yoksa yakında Robot danalar mı kurbanlık olacak?

Bir zamanlar bayram sabahı, ezan sesiyle değil, sarayın yüksek avlularında yankılanan mehter marşıyla başlarmış. Osmanlı’nın son yüzyıllarında, padişahın kurban kestirmesi sadece bir ibadet değil, aynı zamanda halkına gösterdiği adanmışlığın bir simgesiymiş. Bayramlarda sarayın içinden taşan ihtişam, İstanbul’un dar sokaklarına, mahalle aralarına dek yayılırmış. O devirde etin tadı kadar, paylaşmanın adabı da önemliymiş. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ise bayramlar daha sade daha halkçı bir hal almış. 1920’lerden sonra bayram sabahı annelerin kavurma pişirdiği tencerelerin başında çocukların sabırsızlıkla tabaklarını bekledikleri büyük bir dini bayrammış.

60’lar ve 70’ler tam bir mahalle bayramı dönemiydi. İnsanlar, bayramın ilk günü erkenden kalkar, en temiz kıyafetlerini giyer, evlerinin önünü süpürür, sonra da komşularla kurbanın nasıl paylaşılacağını konuşurlardı. Herkesin birbirini tanıdığı, kurbanlıkların birkaç gün öncesinden sokağın köşesinde beslendiği, çocukların hayvanın ipini tutma yarışına girdiği yıllardı bunlar. 80’ler ve 90’larla birlikte bayram televizyonla tanıştı. Aynı yıllarda şehirler büyüyor, apartman yaşamı yaygınlaşıyor, bayram da buna ayak uyduruyordu. TRT’nin sabah yayınladığı bayram ilahileri, sabah namazından dönen babaların kahvaltı eşliğinde izlediği görüntüler haline geldi.

Benim çocukluğumun bayram sabahlarından hatırladığım da bu anıların ta kendisi. Sabah erkenden heyecan içinde uyanırdık. Günler önceden ablam ve benim için annemin özenle diktiği ya da bütçesini denkleştirip ikimize ‘bir örnek’ renk ve modelde satın aldığı bayramlık kıyafetlerimiz, ütülü ve hazır vaziyette bizi bekliyor olurdu. Onları giymek bile bir şölendi. İstanbul’da bir apartman hayatındaydık. Belki evimizin önünü o gün süpürmezdik ama bayram temizliği bir gün önceden dip köşe yapılmış olurdu.

Evin erkekleri yani babam ve amcamlar, bayram namazına giderler, bizler de babaannemin evinde toplanır annemlerin kahvaltıyı hazırlamasını seyreder, sofraya gelen tabaklardan küçük hırsızlıklar yapmaya çalışırdık. Babamlar ellerinde fırından yeni çıkmış sıcak ekmeklerle döndüklerinde, o ekmekleri halen cızırdayan sucuk sahanlarına banmak ilk yaptığımız işti. 

Kurban kesimi ayrı bir ritüeldi. Çocukken hem o kurbana üzülür hem de kavurmasını hapur hupur yerdik. Elbette yaman bir çelişkiydi. Babamın ailesinin evinde başlayan bayram sabahı, annemin daha geniş ve şenlikli ailesinin evinde devam ederdi. Bu kez Silivri’nin bir köyünde, İneklerin koyunların otladığı, geceleri baykuşları gözlediğimiz, bağların bahçelerin ekildiği, halen modernleşmemiş gerçek bir köyde, anneannem, dedem, teyzemler, dayımlar ve kuzenlerimle kalabalıklar içinde devam ederdi. Öyle bir iki gün değil, bazen on gün kalırdık.

Dedemin eski peynir tenekelerinden yaptığı saplı kovalarla bahçeden toplayıp taşıdığı elmalara, mevsime göre bazen kayısılara şeftalilere gömülür, o kayısıların reçellere dönüşümünü izlerdik. Mevsim ne ise, o zamanın ürünleri yapılırdı. Bazen balkonlara çarşaf çarşaf açılan erişte ya da tarhana, bazen kazanlarca kaynayan salçalar. Anneannemin kuzinesinde yaptığı soğanlı böreği ya da dızlama.

80-90’lı yılların bayramlarında Kurban kesiminden sonra kurulan sofralar, sadece yemek değil, anıların da paylaşıldığı yerlerdi. Gazoz, kolonya ve lokum üçlüsü bayramın olmazsa olmazıydı. Çocuklara verilen bayram harçlıkları, onların yoldaşları olan misketlere, simitlere ya da belki ilk defa sinemada izlenecek bir filme dönüşürdü. Köyün bakkalından niyet çeker, oyuncak bebek çıksın diye beklerdik ama hep düdük ya da balon çıkardı. Bir tepsi baklava ya da bir tabak et, sokağın bir ucundan diğerine gidip gelirdi. Mahallede kimin ne yediği değil, kiminle ne paylaşıldığı konuşulurdu. Kurban Bayramı, bir yandan ibadet olarak devam ederken, bir yandan da en sevdiğimiz eğlencemizdi.

Ve bugüne geldiğimizde… Kurban Bayramı artık bahçelerde kurban kesilen, şeker ve çikolatayla çocukları sevindiren bir zaman değil, çok daha sessiz, çok daha ekran içi ve belki de biraz daha yalnız. Bayram da artık diğer her şey gibi ekranın içinden yaşanıyor. Kurban bağışları online sitelerden yapılıyor, çocuklar bayram harçlıklarını dijital cüzdanlarına alıyor. Bayram sabahı yapılan telefon görüşmeleri, geçmişteki ziyaretlerin yerini almış gibi görünüyor.

Artık kurbanlık hayvanı pazarda seçmek yerine, cep telefonundan beğeniyoruz. Birkaç tıklamayla Afrika’nın ücra bir köyüne, Güneydoğu Anadolu’nun bir kasabasına ya da yurt dışındaki bir ihtiyaç sahibine kurban bağışlayabiliyoruz. Bu bir kolaylık sağlıyor gibi görünüyor ama bir o kadar da bizi kurban kesiminin fiziksel, ritüel boyutundan uzaklaştırıyor. Kurbanlığa el sürmeden, onu adarken kurulması gereken içsel bağı yaşamadan bir bağış yapabiliyoruz. Bu da bayramın manevi dokusunda bir boşluk hissi yaratıyor.

Ziyaretler mesajlara dönüştü. Bayramın o kalabalık sofraları, WhatsApp gruplarına yazılan “Hayırlı bayramlar canım teyzem” mesajlarına sıkışıp kaldı. Birçok çocuk, el öpmenin ne demek olduğunu ancak emojiyle öğreniyor. Harçlıklar da artık zarfta değil; mobil uygulamalarla aktarılıyor, hatta bazen “QR kod okut, harçlığı kap” gibi oyunlara dönüşüyor. Bayram sofraları hâlâ kuruluyor ama çoğu zaman sadece bir Instagram hikâyesi kadar sürüyor o anlar. Sosyal medya ise bayramın yeni vitrinine dönüşmüş durumda. Kurban kesenlerin “önce-sonra” videoları, ailece çekilen “bayram şıklığı” pozları ya da paylaşılan bir tabak kavurma… Artık bayram, biraz da “görünmek” üzerine kurulu bir sahne. Gelenek, bir filtreden geçerek yeni bir forma bürünüyor.

Peki, buradan sonra nereye gidiyoruz?

Yapay zekâ, robotlar ve geleceğin bayramları

Şu an bazı belediyeler, kurban kesim alanlarında robot kollardan yardım alıyor. Hijyen, hız ve güvenlik açısından işlevsel belki. Belki de çok uzak olmayan bir gelecekte, kurbanı kesen robot sadece bıçağı tutan kol olmayacak. Kuran okuyan, dua eden, kesim öncesinde kurban sahibinin adını söyleyen bir yapay zekâ asistanı olacak yanında. Belki hologram imamlarla bayram namazı kılınacak. Hatta belki kurban yerine yani canlı bir hayvan yerine robot dana keseceğiz. Gerçi bu habere Kurban Bayramının vahşet olduğunu düşünen hayvanseverler sevinecektir. Robot köpeğiyle alışveriş merkezinde dolaşmalar başladı da robot dana neden olmasın.

Ama hani Müslümanlığa göre kurbanın, kesime uygun bir canlı ve kurbanı kesecek kasabın da Müslüman olması gerekiyordu? Yahudilikte de böyledir. Kesimi yapacak kasabın o dine mensup olması, akıl sağlığının yerinde olması ve bir bulaşıcı hastalık taşımaması şarttır. Ancak bu şekilde kesimi yapılan et, helal sayılır.

Mesela geleceğin bayramlarında yapay zekâ, “aile büyüklerinin sesini klonlayarak” onlardan gelen bayram mesajları yollayacak belki. Anneannenin sesiyle bir mesaj alacaksın: “Kuzum, bayramın mübarek olsun…” Ama anneannenin kendisi hayatta değil. Bu bir teselli mi yoksa iç burkan bir taklit mi olacak?

Tüm bu teknoloji seli arasında Kurban Bayramlarının değişmeyeceğini söylemek isterdim. Bayram sabahı duyulan o heyecan, çocukların gözlerindeki parıltı, birlikte yenilen yemeklerin huzuru, tüm bu dijitalleşmenin içinde hâlâ yan yana olma isteği. Ama değişecek. Şimdiye dek bütün gelenekler nasıl değişti ve yok olduysa, bu gelenek hatta bayramın kendisi bile değişecek, dönüşecek, yüzyıllar sonra da yok olacak.

Bizim hatırladığımız o sabahın kokusu, kavurmanın tencerede çıkardığı ses, büyüklerin elini öperken hissedilen utangaç sıcaklık hâlâ bir yerlerde yaşıyor. Mahalle kavramı değişmiş olabilir, ama paylaşmanın anlamı henüz değişmedi. Şimdi her şey iyice değişmeden ve el öpmeye bir robot göndermeden önce annemi ve babamı bir kez daha ziyarete gideyim. Herkese mutlu bayramlar.

Deniz Kurt Kimdir?

Deniz Kurt, Atlantico Crew isimli uluslararası yat danışmanlık şirketini kurmadan önce 10 yılı aşkın bir süre özel şef ve süperyat şefi olarak başarılı bir kariyer sürdürmüştür. İstanbul’daki MSA - Mutfak Sanatları Akademisi’nden mezun olmuş, burada temel aşçılık eğitimini tamamlamıştır. Daha sonra İtalyan mutfağında ileri düzey eğitim almak için Alma La Scuola Internazionale di Cucina Italiana’ya devam etmiş, İtalyan Mutfağında ‘master’ düzeye erişmiş ve Profesyonel İtalyan Şef Diploması alma hakkını kazanmıştır.

İtalyan mutfağı eğitimini tamamladıktan sonra, Milano’nun kalbinde bulunan La Scala Tiyatrosu içindeki Il Marchesino‘da çalışmaya başlamıştır. Il Marchesino, 1970’lerden bu yana İtalya’nın ilk Michelin yıldızı ve ilk üç Michelin yıldızı alan efsanevi İtalyan şef Gualtiero Marchesi tarafından kurulmuştur. Bu deneyimin ardından, dünyaca ünlü Japon şef Nobu Matsuhisa’nın sahip olduğu restoran zincirinin Milano şubesi olan Armani Nobu Milano’da çalışmıştır.

Restoran deneyimlerinden sonra, denizlere olan tutkusunu kariyeriyle birleştirerek, 24 ila 90 metre arasında değişen tanınmış süperyatlarda head chef olarak çalışmış, dünyanın dört bir yanında 6 kez Atlantik okyanusu geçişi dahil 50.000 deniz milinden fazla seyir yapmıştır.

2020 yılından itibaren MSA - Mutfak Sanatları Akademisi ile işbirliği içinde, kurucusu olduğu Profesyonel Süperyat Şefliği Eğitimi programını yürüterek, her yıl yatçılık sektörüne yeni şefler kazandırmaktadır.

2013 yılından bu yana Aktüel, Naviga ve Ceyms gibi dergilerde yemek ve seyahat yazarlığı yapmıştır. 2015 yılından itibaren halen YACHT Türkiye dergisine düzenli olarak yazmaktadır. Gastronomi konulu yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmıştır.

2021 yılında, dünya çapında gezdiği kıyıların yemek tarihini, hikayelerini ve yemek kültürünü yerel tariflerle zenginleştirerek okurlara sunduğu ilk kitabı Islak Menü’yü yayımlamıştır. Ayrıca, 2021-2022 TV sezonunda Beingurme TV kanalında 26 bölümlük bir yemek ve seyahat programı sunmuştur.

Yazarın Diğer Yazıları

Türk mutfağı nedir?

Türk mutfağını tanıtmak için önce tanımlamamız gerekir

Pişmiş ahtapotun başına gelenler

Yaz geliyor, sahillerde rakı balığa çökülecek, Yunan’a gidip uzo ile ahtapotlar hüpletilecek değil mi? Peki bir balıkçı sofrasında ilk akla gelen deniz canlılarından biri olan ahtapotun dünyanın en zeki canlılarından biri olduğunu biliyor muydunuz? Siz onu tabağa koymadan birkaç saat önce bulmaca çözebilir, bir labirentten siz çıkamazken o çıkabilir hatta size nanik yapabilirdi!

Çok da uçmadım!

Bir yemek, damakta unutulmaz lezzetler bırakmalıdır, o lezzete bayılmalıyızdır, o lezzet bizi uçurmalıdır! Oysa dünyada çok fazla abartılmış tat vardır

"
"