“Sesini Duyuramayanlar İçin”

İnsanlık trajedilerine bir perspektifle bakmak ve hikâye etmek, bize manevi bir güç veriyor, birliktelik ve dayanışma duygusu yaratıyor

Bosna’ya turist olarak gittiniz. Ülkeye büyük sempatiniz var. Nobel Ödüllü İvo Andriç’in Drina Köprüsü romanını okumuşsunuz. Şu meşhur Sokollu Mehmet Paşa Köprüsü. Köprüyü görmek için Sırbistan sınırındaki Vişegrad’a gidiyorsunuz. Amerikalı bir gezginin yazdığı turist rehberinde tavsiye edilen orman manzaralı otelde kalıyorsunuz ve garip bir şekilde gece uyku tutmuyor. Otel odası sizde kötü bir his uyandırıyor. O hissi unutamıyorsunuz.

Ülkenize dönüşte merak edip araştırma yapıyorsunuz ve korkunç gerçeği keşfediyorsunuz. Bosna savaşında Sırp askerler, bu otelde yüzlerce Bosnalı Müslüman kadına tecavüz edip öldürmüşler. Bu tüyler ürpertici tecavüz kampının hâlâ otel olarak iş görmesi ve kimsenin bundan söz etmemesi, size kabul edilemez geliyor. Orada bilmeden gecelemiş olmak bile sizi yaralıyor.

Oraya geri dönüyorsunuz, ölen kadınların anısını bir şekilde yaşatmak için. Kasaba halkı haliyle sizi pek sıcak karşılamıyor. Kendinizi bir ara karakolda buluyorsunuz. Ama o kadınların anısını yaşatmakta kararlısınız. Tek başınıza.

Avustralyalı aktris ve tiyatrocu Kym Vercoe, başından geçen bu gerçek olay üzerine tek kişilik bir oyun yazmış. Bosnalı yönetmen Jasmila Žbanić, onunla temasa geçerek hikâyeyi filme çekmeyi ve başrolü oynamasını öneriyor, Vercoe kabul ediyor ve ortaya Sesini Duyuramayanlar İçin adlı yürek parçalayıcı güzel film çıkıyor.

İstanbul’da, Pera Müzesi’nde filmlerinin toplu gösterimi yapılan yönetmen, bu filmden hemen önce, etkinliği düzenleyen Fatma Çolakoğlu ile bir söyleşi yaptı, biz izleyiciler de sorularımızla sohbete katıldık. Jasmila’yı tanımak benim için müthiş bir deneyim oldu. İlk ismiyle söz ediyorum, çünkü eskiden tanışıyormuşuz gibi sıcak ve yakın davranan birisi.

Bu cesur ve yetenekli kadının sinema dünyasını keşfettiğime seviniyorum. Sesini Duyuramayanlar İçin’i çekmek için dolambaçlı yollara başvurmuş, çünkü Sırplar “o kadını Vişegrad’a sokmayız” demişler. Sırp bir arkadaşına filmin asıl yönetmeniymiş gibi yardım etmesini rica ediyor, kendisi de kamuflaja girip yönetmen yardımcısı rolü yapıyor, filmi ancak bu şekilde çekebilmiş.

Vişegrad’a girmesini engelleyen şöhretini, 2006’da Berlin’de Altın Ayı ödülünü alan Esma’nın Sırrı filmine borçlu. Bu da bir başka savaş ve tecavüz hikâyesi. Saraybosna’da savaşta tecavüz sonucu hamile kalan Esma, yıllar sonra, on iki yaşındaki kızına gerçeği söylemek zorunda kalınca yaşananların hikâyesi.

Bosna savaşından sonra, savaş sırasında işlenen insanlık suçlarıyla ilgili öyle büyük bir inkârcılık, görmezden gelme, görmeme, bilmeme tavrı hâkim ki, bu tarz sanat eserleri elbette hâlâ büyük gürültü kopartabiliyor.

Bu filmde Müslüman Esma’yı canlandıran Sırp oyuncu Mirjana Karanoviç, ülkesinde ölüm tehditleri almış. O da cesur bir kadın. Eşit derecede zor bir konuyu filme çekmiş, Jasmila da yapımcı olarak ona destek vermiş.

Günün birinde, savaş suçlusu kocanızın, işlediği cinayetleri eğlence gibi filme aldığı bir videoyu evde tesadüf eseri keşfetseniz, sessiz kalır mısınız? Bugüne kadar savaş suçlularının karıları tamamen sessiz kalmışlar. Mirjana Karanoviç, sessiz kalmayan bir kadının hikâyesini anlattığı İyi Eş filminde, gene yalanlara meydan okumuş.

“Sanatta sınırlar yoktur”

Arkadaşı Mirjana’nın bu deneyimini bize aktaran Jasmila Žbanić, Sırp yahut Hırvat birçok sanatçı ve aktivist arkadaşıyla nasıl birlikte çalışıp ortak işler yaptıklarını anlatırken, “Sanat için ülke sınırları bir şey ifade etmiyor nasıl olsa” dedi.

Söyleşi sırasında, belgesel ile kurmaca karışımı bir üslup kullanmasının nedenlerini de benzer gerekçelere dayanarak açıkladı: “Çok derinden hissettiğim konuları ele alıyorum, ama seyirciye de iletilmeye değecek, önemli şeyleri iletmek istiyorum, insanları biraz dürtüklemek isteğim de var, itiraf etmeliyim. Sinemanın ortak duygular yaratarak insanları birbirine yaklaştıran büyük etkisini daha çocukken keşfettim.”

Hayatı olduğu gibi göstermeyi, gerçeklik hakkında bir şeyler öğrendikçe yorum eklemeyi sevdiğini söyledi. Sorular sorarak, başta bilmediği şeyler öğrenerek, hayatın karşısına çıkarttığı şeylere kendini açarak ilerleyen bir tarzı var; belgesel yaptığı zaman işin içine hayatın sürprizleri giriyor, kurmaca film çektiği zaman belgesel tarzı gerçekliklerin araya girmesine izin veriyor.

Bana kalırsa en önemli özelliği de, geçmişin sürekli olarak bugünü etkilemeye devam ettiği temasını çok çarpıcı şekillerde ele alması. Geçmiş travmaların bizi nasıl hâlâ zehirlediği, geçmiş olayların şimdiki zamanı nasıl belirlemeye devam ettiği konusunda çok etkileyici bir hikâye anlatıcısı.

Neden böyle olduğunu sorduğumda, Bosna Savaşı'nın adaletli bir şekilde sonuçlanmadığını hatırlattı. Sırpların, ceza almak yerine ödüllendirildiklerini, ülkenin bir bölümünü ele geçirdiklerini, birçok savaş suçunun hâlâ ortaya çıkmadığını ve konuşulmadığını söyledi. Kendisi için geçmişle yüzleşmenin ve o yükü üzerinden atmanın, özgürleşmek için gerekli bir yol olduğunu söyledi.

Toplumdaki inkârcılığa karşı direnmek, Jasmila için adeta bir görev haline gelmiş, sinema yapmasının başlıca nedenlerinden birisi.

Kendisinden hiç beklenmeyen bir türe, komediye el attığında bile, geçmişle bugün arasındaki ilişkiyi gene öne çıkartıyor. Aşk Adası adlı romantik komedi, bu sefer eşcinsel, sıradışı kimliklerin, gay ve lezbiyen tercihlerin birbirine karıştığı, sevgi dolu bir güldürüye dönüşmüş. Bu konudaki soruya, “Bütün filmlerimde cinsellik teması var, çünkü toplum cinselliğimizi kontrol ederek de baskı uyguluyor, benim için bu da önemli bir özgürlük boyutu” diye cevap verdi.

Nefrete karşı

Jasmila’nın zor konuları işleyen filmlerini, kendi Saraybosnalı yakın arkadaşları arasında bile, “Kusura bakma, henüz hazır değilim” diyerek izlemeyi reddedenler olmuş. Yirmi yıl sonra, savaşın yaraları hâlâ taze.

Savaş hakkında doğru dürüst hiçbir şey öğrenemeyişimize isyan ediyor. “Bosna Savaşı bence tamamen hırsızlık için çıkartıldı, toprak için çıkartıldı, milliyet ve din sadece bahane olarak kullanıldı. Şu anda sürüp giden Suriye savaşı da aynı. İçimize zorla nefret yerleştiriyorlar” diyor. Jasmila, bu nefrete karşı insancıl değerleri vurgulayan filmler yapmakta ısrarlı.

Yolda adlı filmi de zor bir konuyu işliyor. Luna ile Amar, mutlu bir beraberlik yaşarken, işinden atılan Amar’ın Vahabi camiasına girerek, dini radikalizme sürüklenmesi, çiftin ilişkilerini zorluyor.

Jasmila, bu konuyu da gerçek hayattan almış. Yeni bebek dünyaya getiren bir arkadaşını ziyarete gittiğinde, erkeklerin kendisiyle el sıkışmayı reddettiği, kadınların örtülü olduğu bir kalabalıkla karşılaşınca, hayrete düştüğünü anlattı. Hiç tanımadığı bu çevreyi merak edip araştırmaya başlamış. Ortaya çıkan filme, Vahabilerin de, dindar olmayanların da olumsuz tepki göstermediğini söyledi. Propagandaya saplanmadan, gerçeklere anlayışla bakınca, belgesel tarzıyla anlatınca, sinemanın gündem yaratan bir gücü olduğuna inanıyor.

Şimdi üzerinde çalıştığı yeni filminin konusunu sorduğumda, cevap gerçekten içimi titretti. Srebrenitsa’da, etnik temizliğin, hatta soykırımın adresi olan o acılı bölgede, Birleşmiş Milletler kampında barınan Bosnalı Müslümanların, Hollandalı askerler tarafından politik zorunluluklar nedeniyle kamptan çıkartılmasının hikâyesi.

Yetkililer için tercümanlık yapan adamın, kamptan ayrılma emrini kalabalığın içinde olan kendi ailesine de tercüme etmek zorunda kalışının ve neden sonra ailesini toplu mezarda buluşunun hikâyesi. Üç korkunç günün hikâyesi.

“Birçok yerde, mesela Banja –Luca’da insanlar benimle birlikte görünmekten korkuyor” demesini şimdi daha iyi anlıyorum.

Bazen de sinemanın gerçek hayata olan etkisi çıkıyor karşımıza. Jasmila, bu filmlerin getirdiği tanınırlık sayesinde, büyük bir imza kampanyası başlatmış. Bosna-Hersek devleti, savaşta ölenlerin ailelerine, malûl ve gazilere maaş bağladığı halde, tecavüze uğrayan kadınlara böyle bir hak tanınmıyor. Kampanyada toplanan elli bin imzadan sonra, devlet bu mağdur kadınlara da maaş bağlamış. Jasmila için aktivizm ve sinema ele ele gidiyor.

Yönetmenler Birliği başkanı olarak, sinemaya ayrılan devlet ödeneğini arttırmak için yıllarca uğraşmış. Hırvatistan’da 9 milyon Euro olan ödenek, Bosna’da sadece 900 bin Euro! “Önceleri, sinemanın ülke ekonomisine katkısını ve getirdiği kültürel tanıtım olanağını politikacıların anlamadığını sanıyordum, fakat şimdi biliyorum ki kasten yapıyorlar, sinemayı öldürmek istiyorlar.” Bu da ilginç bir sansür türü galiba.

Ama ben bu Jasmila ile tanışmamın hikâyesini, bir başka filmle noktalamak istiyorum. Filmlerinde sık sık kullandığı kara mizahla çektiği, ironik toplumsal eleştiriyle dolu bir belgesel bu.

“Saraybosna’da Bir Gün”

28 Haziran 1914’de Saraybosna’da Arşidük Ferdinand’ın bir suikaste kurban gitmesi, genellikle Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen olay olarak bilinir.

2014 yılında, bu olayın anıldığı töreni, şehirde toplanan turist yığınlarını, meraklıları, resmî yetkilileri, adeta panayıra dönüşen hazırlıkları, inanılmaz bir kamera çevikliğiyle yakalamış. Kullandığı yöntem ise hayli ilginç.

Başta Facebook olmak üzere, birçok yoldan temas kurup bir araya getirdiği Saraybosnalıları, o günü cep telefonlarıyla, kameralarıyla belgelemeye davet etmiş Jasmila. Bunların arasında bir de sanatçı var ki, performansıyla filmin ana temasını oluşturuyor.

Suikastın gerçekleştiği cadde köşesinde, elinde su tabancasıyla gelen geçen otomobillerin pencerelerini silmeye çalışan, sanatçıyım ve açım, biraz para verin diye yalvaran, son derece şık giyimli bu çağdaş palyaço, biz seyircilerin olaya biraz mesafe alarak bakmamızı sağlıyor. Çünkü orada neyin kim tarafından ve neden anıldığı tamamen meçhul, muazzam bir kafa karışıklığı egemen.

Kimileri Ferdinand’ı öldüren Sırp suikastçıyı kahraman olarak göklere çıkartırken, kimileri Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun anısına hâlâ saygı gösteriyor; tören için harcanan muazzam parayı eleştiren muhalif göstericiler, “Gene işgal altındayız, bu sefer kapitalizm tarafından” diye pankartlar taşıyorlar; başta Japonlar olmak üzere binlerce turist de, nedenini tam anlamadan, suikastın yapıldığı yerdeki plaketin önünde sürekli fotoğraf çektiriyorlar.

Bu traji-komik bilinç karmaşasını izlerken, Jasmila Žbanić’in sosyal ve politik zekâsını selamlamak geldi içimden. Deblokada (Kuşatmayı Kaldırın) adını verdiği film şirketinde, hem yetişkinlere hem çocuklara niçin sinema atölyeleri düzenlediğini daha iyi anladım. Jasmila Žbanić, gerçekliğe ne kadar farklı açılardan bakarsak, sinemayı ne kadar bilinçli kullanırsak, o kadar özgürleşeceğimize inanmış birisi ve filmlerini izledikten sonra ona hak vermemek elde değil.

İnsanlık trajedilerine bir perspektifle bakmak ve hikâye etmek, bize manevi bir güç veriyor, birliktelik ve dayanışma duygusu yaratıyor. Hele, sesini duyuramayan veya bir daha hiç duyuramayacaklar için, belki de tek ve sembolik adalet ışıltısı.

“Gerçekliğin Şiirselliği” adı verilen bu toplu gösteriyi izlemek, şu zor zamanlarda, bana biraz umut aşıladı.