Zavallı Saffet Nezihi

1900'lerin başında çok satan romanı Zavallı Necdet ile ünlenmiş yazar Saffet Nezihi'nin romanını andıran acıklı sonu ve düşkünlüğü ile ölümünün gazete sütunlarında dramatize edilişi...

17 Eylül 2020 14:30

1932 yılının kasım ayında, Vâlâ Nurettin, nam-ı diğer Va-Nu, gazetesi namına yenilenen ve genişletilen Cerrahpaşa Hastanesi’ni gezmeye gider. Başhekim Rüştü Bey ve sinir hastalıkları uzmanı Ahmet Şükrü Bey bu hastane turunda kendisine refakat etmektedir.

Koğuşlara girdikleri esnada, Doktor Ahmet Şükrü Bey “Tanımadınız mı?” diye ona bir zatı gösterir.

“Hayır,” der Va-Nu, tanımamıştır.

“Nasıl olur?” der Doktor Ahmet Şükrü Bey hayretle, “Saffet Nezihi Bey… Zavallı Necdet romanının muharriri.”

Saffet Nezihi bugünün okuyucuları için pek bir şey ifade etmeyen bir isim olabilir. Lakin 1902 yılında, yani Aşk-ı Memnu’dan iki, Eylül’dense bir yıl sonra basılan Zavallı Necdet adlı romanı kısa sürede çoksatar (bestseller) hale gelmiş, 1905 ve 1920 yıllarında iki baskı daha yapmıştır.

Saffet Nezihi’nin ölümünden sonra yazdığı yazıda Hakkı Süha, bu durumu şöyle dile getirir.

“Saffet Nezihi, bu memlekette bir zamanlar kapışıla kapışıla okunmuş, eserleri üstüne sıcak gözyaşları dökülmüş, belki orta, fakat herhalde çok sevilen bir sanat adamıydı. Zamanında Zavallı Necdet’in bulunmadığı ev hemen hemen yoktu. Bu kitabın üslubu, çağının bütün genç kızlarına ve delikanlılarına örnek olmuştu.”[1]

İşte o gün, hastane ziyareti sırasında, Va-Nu, çeyrek asır öncenin bu ünlü yazarıyla tanışmıştır. Birkaç gün sonra Akşam gazetesindeki “Akşamdan Akşama” başlıklı köşesinde bu tesadüfü ve tesadüfün kendisine düşündürdüklerini şöyle kaleme alır.

“Türk okuyucuları arasında bu ro­manı okumayan ve bilhassa bizim nesil arasında Meliha ile Necdet’in acıklı macerasına ağlamayan var mıdır? Zavallı Necdet, Türkiye’nin en fazla okunan, satılan romanıdır. Halbuki yazarı da­ima mütevazı bir köşede kalmış, her anket fırsatıyla ismini ve res­mini gazete sütunlarına bastırmak tehalükünü göstermemiştir. Babasından fazla meşhur olmuş oğullar gibi, eserinin ismi onunkinden daha büyük bir şöhret kazanmıştır.

İhtiyar üstadı ilk defa olarak burada görüyordum. Şimdi kötü­rüm olan elini öpmek istedim. Tevazuuyla geri çekti.

‘Estağfurullah… (Gözleri daldı) Edebi hayatım boyunca ilk defa ola­rak yeni neslin takdirine mazhar oluyorum.’

Konuşuyoruz: 25 ile 32 yaşları ara­sında muharrirlik etmiş. En fazla şöhret kazanan ilk romanından ancak 35 lira kazanmış... Bittabi bu arık ve verimsiz mesleğe –yal­nız yayıncıları zengin eden bu yazarlık mesleğine– veda etmek mecburiyetinde kalmış.”[2]

Yazısında açıkça söylemez ama hissettirir… Saffet Nezihi’nin herkesin yaşayabileceği sağlık problemleri yanında bazı maddi sorunları da vardır. Zira bu satırların ardından, Va-Nu lafı Fransız halk romancılarına getirir. Örneğin Maurice Dekobra’nın kaşaneleri, milyonları, hususi matbaası vardır. Öte yandaysa ih­tiyar yaşında, “bir hastane köşesinde unutulan” Saffet Nezihi durmaktadır.

Yazıyı okuduğumuz zaman, servet kazanan Fransız çoksatar yazarlarıyla mukayese edilen, fakat onların tam tersi bir hayata savrulan bir Saffet Nezihi portresiyle karşılaşırız.  Çünkü kalem emekçisi ve matbuatın içinden biri olarak Va-Nu da altını çizmektedir; yazarlık bu memlekette arık (zayıf, güçsüz) ve verimsiz bir meslektir.

Saffet Nezihi’nin ‘düşüş’ öyküsünün detaylarını iki sene sonra Hikmet Feridun Es’in Hafta mecmuası için yaptığı bir röportajdan öğreniriz.

Röportajın başlığı şudur:

Zavallı Necdet Değil, Zavallı Saffet Nezihi:
Zavallı Necdet muharriri ile akıl hastanesinde mülakat[3]

1934 yılına gelindiğinde Saffet Nezihi halen hastanededir. Ancak artık Cerrahpaşa’da değil, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndedir. Hikmet Feridun onu altı numaralı ‘sakin hastalar’ koğuşunda bulur. Saffet Nezihi çok şaşırmıştır. Zira Zavallı Necdet’i yazmasının üzerinden otuz şu kadar sene geçtiği halde ilk defa bir gazeteci ile karşılaşıyordur.

Ancak şaşkınlığını çabucak atar üzerinden ve kendisini süzmekte olan muhabire oldukça sert, acı bir soru sorar.

Beni çok zavallı mı buluyor­sunuz?” dedi.

Sustum.

“Katiyen... Şimdiye kadar hiç zavallı bir adam değildim. Ömrüm­de zavallılığı benimsemedim. Hayat­ta muvaffak olan bir adamdım. Ti­caret yaptım. Az zamanda 70.000 lira kazandım. Mükellef apartmanım, güzel eşyalarım vardı. Zavallı Nec­det bana yabana atılmayacak bir şöhret yapmıştı. Anlıyorsunuz ya, hiç de zavallı değildim. Meşhurdum, zengindim, kadınlar yüzüme bakıyor­du. Benden bahsedenler çoktu. Fakat bir gün... Evet, günlerden bir gün bu 70.000 liramın yerinde yeller esti. Paramı kaybettim ve baktım artık benden bahseden yok. İsmimi kimse ağzına almıyor. Şöhre­tim de bir lavanta kokusu gibi dağılmış, bitmiş ve uçmuştu. Kuvvetli vücuduma gelince... Umumi bir felç onu da yıktı. Ben birdenbire inkıraz etmiş bir adamdım. Utanarak itiraf ediyorum ki bugün artık zavallıyım. İki seneden beri hastanedeyim. İki sene içinde ilk ziyaretçim kimdir biliyor musunuz?”

“Hayır üstadım.”

Gözleri yaşardı.

“Siz... Bugün kimse beni yok­lamıyor.[4] Çünkü attık 70.000 liram yok. Elim kalem tutmuyor. Ve bir daha Zavallı Necdet gibi bir ro­manı yazamam.”

Röportajın devamında edebiyatla uğraşırken bir ecnebi kadınla tanıştıklarını, evlenmeye karar verdiklerini, bu kadının kendisine elmas tüccarlığı yapmayı önerdiğini söyler. Yedi yıllık yazarlık kariyerinden sonra elmas tüccarlığına girişmesinin sebebi yine röportajın satırları arasında saklıdır.

Hikmet Feridun merakla sorar.

“Üstadım… Zavallı Necdet yalnız zamanının değil, bugünün bi­le en çok okunan kitabıdır. Size ne temin etti?”

“Kitap halinde birkaç kere basıldı. 20.000’den fazla satıldığını söylüyorlar. Kitap ve tefrika halin­de bu kitaptan 12 İngiliz almıştım. Öteki romanlarımdan ise hemen he­men hiç.”

Zavallı Necdet sayesinde hepi topu 12 İngiliz altını kazanmıştır. (Va-Nu’nun yazısında bunun 35 liraya karşılık geldiğini öğrenmiştik.) Sonrasında gazete ve dergilerde yayınlanan yazılar, öyküler, Teehhül Aleminde (1902), Kadın Kalbi (1903), Hemzat (1905), Kadınlar Arasında (1909), Müsebbip (1911) romanları ve yine 1911’de tefrika edilen İzah ve İstizah adlı oyunu... Saffet Nezihi’nin tüm bu çabasının maddi karşılığıysa hemen hemen hiçtir.

Saffet Nezihi bu yüzden müstakbel karısının teklifini kolayca kabul etmiş ve kendisine para kazandırmayan yazarlığı bırakıp Kapalıçarşı’da bir dükkân açarak inci ve elmas tüccarlığına girişmiş, az zamanda yetmiş bin lira kazanmayı da bilmiştir.

Peki, ne olmuştur da Saffet Nezihi bu yetmiş bin liralık servetini kaybetmiştir?

Bu sorunun cevabını da Hikmet Feridun’un röportajını okuyan ve Saffet Nezihi’nin haline hüzünlenen Ercüment Ekrem Talu, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde verir.

“Saffet Nezihi’nin ticaretle meşgul olduğunu, hali vakti epey yolunda bulunduğunu duyardık. Lakin Umumi Harbin, mütarekenin felaketli seneleri, anlaşılıyor ki, bedbaht edibin varını yoğuna alıp götürmüş ve nihayet onu Bakırköyü’ndeki deliler hastanesine fırlatıp atmış.”[5]

Birinci Dünya Savaşı ve mütareke dönemlerinde pek çok Osmanlı vatandaşı gibi Saffet Nezihi de ekonomik olarak sarsılmış, zaman içinde her şeyini kaybetmiştir.

Ercüment Ekrem’e göre Saffet Nezihi deli de değildir. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde olma sebebi “belki nizamnamelerin de fevkine çıkarak, o müesseseyi idare eden kıymetli hekim” olarak tanımladığı Mazhar Osman’dır. Hastanenin başhekimi olan Mazhar Osman’ın edebiyat merakına ve Hüseyin Rahmi başta olmak üzere edebiyatçılarla yakın dostluğuna yine bu sitedeki bir yazıda kısaca değinmiştim. Ercüment Ekrem’e kalırsa geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinin bu en ünlü ruh hekimi düşkün sanatkâra elini uzatmıştır.[6]

Yazısının devamında hastanenin bir diğer sanatkâr konuğundan bahseder Ercüment Ekrem. Neyzen Tevfik de “vaktiyle, içkinin yaman tesirinden kurtulmak üzere iltica ettiği bu yere, bu sefer, o da Saffet Nezihi gibi, sadece bakılmaya muhtaç olduğu ve başkalarının ondan esirgedikleri şefkati bulmak” için gitmiştir.

Sonra sanatın para etmeyişine, sanatkârların öyle ya da böyle, küplerini dolduramadıkları takdirde düşmeye, muttasıl düşmeye yazgılı olmalarına isyan eder o da.

“Küpünü dolduramayan muharrir, ressam, musikişinas, bu memlekette tam akıllı olarak tımarhanede mi ölmeye mecbur olacak?”

Bir sene sonra Naci Sadullah’ın, Yarım Ay dergisinin ilk sayısı için yaptığı röportaj Saffet Nezihi’den sevindirici bir haber verir.

Hastaneden çıkmak üzere olduğunu müjdeleyen muharririn yazı hayatına yeniden dönüp dönmeyeceğini öğrenmek istedim.

“Tabii,” dedi, “tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânıdır.”[7]

1936 yılında Zavallı Necdet Latin harflerine geçirilir. Dördüncü baskısıdır bu eserin. 1943’te beşinci, 1961’de altıncı baskısını yapacaktır.

Fakat yeni bir romanının ya da öyküsünün müjdesi değil, üç sene sonra, 3 Aralık 1939’da ölüm haberi gelir Saffet Nezihi’nin. Ölümünden sonra dört beş yazı çıkar hakkında. Bunların pek çoğu yazarlığın sefaletlerini anlatan, kalemiyle geçinmekte zorlanan bir basın ve edebiyat emekçisinin ardından yas tutan yazılardır. Üç aşağı beş yukarı aynı şeyi söyler dururlar. Ama içten, ama sanki kendi etlerinde, sanki ruhlarında duyarak bu ölümün acısını. Zira belki kendilerini de benzer sonlar beklemektedir. Neden olmasın? Saffet Nezihi ilk değildir, son da olmayacaktır. Onun gibi pek çok basın ve kalem emekçisi başka işler yapmak zorunda kalmış, yazarak geçinmekte zorlanmıştır. Ekseriyeti eli kalem tutmaz, gözleri görmez hale geldiğinde, modası geçtiğinde bir köşeye atılmış, birikim yapamayacak kadar az kazandıklarından ve büyük bir ihtimalle hiçbir güvenceleri olmadığından düşmüş, düşmüş, durmadan düşmüştür.

Bedbaht yazarın ölümünden sonra Va-Nu’nun kaleme aldığı köşe yazısı, 1932 yılındaki tesadüften sonra Saffet Nezihi’nin kendisine yolladığı mektubu ortaya çıkarmasıyla diğerlerinden ayrılır. Va-Nu, bu tesadüften kısa süre sonra, felçli yazar tarafından gönderilen titrek hatlı bir mektup aldığını söyler. Saffet Nezihi mektubunda genç meslektaşına şöyle demektedir: “Seni düşündükçe gençliğimdeki gazeteciliğimi hatırlıyorum. İstikbalin inşallah benimki gibi olmaz. Benimle meşgul ol! Gördüğünden daha fenayım!”[8]

Şimdi sizleri Saffet Nezihi’nin son röportajıyla baş başa bırakıyorum. Bu metin, Nusret Safa Coşkun’un hazırladığı “Unuttuğumuz Adamlar” röportaj serisinin ilk tefrikası olarak Son Posta’da 5 Temmuz 1938’de yayınlanmış.

Nusret Safa, Saffet Nezihi’nin ölümü ardından kaleme aldığı yazısında şöyle diyor:

Onu bir gün Yenikapı yolu üzerinde bir kahvenin önünde gördüm. Başı göğsü­ne düşmüş, göğüs ve başı bastonuna dayanmıştı. Ayak üzeri birkaç laf attık. Biraz iyi olduğundan, yavaş yavaş kendine geldiğinden bahsetti. Bir iki ay sonra da Son Posta’da yazmaya başladığım ‘Unuttuğumuz Adamlar’ serisi için kendisini bulmak icap etti. Aynı yerde aynı halde buldum. Suallerimin cevabını yazarak vermeyi tercih eyledi. Okuyucularım bilmem hatırlıyorlar mı? Bu onun yazmaya muktedir olduğu son ve acıklı yazıdır. Zavallı Necdet muharriri beş kağıt içine Zavallı Saffet Nezihi’nin romanını yazmıştı.

Edebiyatçılıktan mücevherciliğe geçen Saffet Nezihi, çok kazanmış fakat daha çabuk kaybetmişti. Kayıpları arasında akli muvazenesi de vardı, sıhhati de. Bakırköy’de uzun müddet kalmış, sonra boş cebi, nankör ve kör mesleği, zembereği boşanmış kafasıyla hayatın ve cemiyetin ortasında yapayalnız kalmıştı. Yazamazdı, çalışamazdı. Sefaletin sadık bir tebası olmaya mahkumdu. Yaşadı. Daha doğrusu yarı ölü bir halde Azrail’i bekledi.”

Nusret Safa’nın tabiriyle yarı ölü bir halde Azrail’i bekleyen Saffet Nezihi’nin yazdığı son roman bu. Zavallı Saffet Nezihi romanı. Bu roman sayesinde Saffet Nezihi’nin edebi hayatına dair bugüne kadar bilinmeyen pek çok ayrıntıya ulaşıyor, onun edebiyattan kopuşunun muharrirliğin sefaletleri kadar dönemin siyasi baskılarından da kaynaklandığını öğreniyoruz. 

Zavallı Necdet müellifi Saffet Nezihi ile mülakat

Nusret Safa Coşkun

Zavallı Necdet’i okumuş pek çok, ismini, methini işitmemiş pek az kimse vardır. Zavallı Necdet o bahtiyar ve aynı derecede bedbaht eserdir ki, Cağaloğlu yokuşu kaldırımlarında, kitapların bit pazarı olan Sahaflar çarşısında postnişin olmadan, ‘tabi efendimiz’in elinden beş defa geçmek saade­tini kazanmış, fakat beş tabıda da muharririne 300 sayfalık kâğıt kasaya ya­tırdığı fikri sermayeye mukabil bir kü­çük teşekkürlük bile faiz getirmemiştir.

Zavallı Necdet’in zavallı muharriri Saffet Nezihi, romanının kahramanını akıbetine şükrettirecek bir bedbahtlık içinde, bütün bir ömür boyunca süren insani komedyanın son perdesinin kapanmasını bekliyor.

Bu hükmü kati olarak verebiliyorum çünkü, o artık hayatı güneşli bir yol, ölümü serin bir gece addeden Frenk muharririyle aynı kanaattedir.

Kalemimi bu mevzuun hokkasına ikin­ci defa batırmış bulunuyorum. Birincisinde alakadar nazarları ona çevirmek istemiştim. Bu seferkinin de yufka yürekli birkaç insanın içini sızlatmaktan ileriye geçen bir tesir yapacağına kani olmamakla beraber, bir kere daha eteğini sürükleyerek önümüzden çekilip gi­den nesli edebiye mensup bir edibin edebiyatını yapmaktan kendimi alamıyo­rum.

Bir zamanlar romantik genç kızların kafa kafaya mebzul bir gözyaşını katık yaparak âdeta yuttukları Zavallı Nec­det’in zavallı müellifi Saffet Nezihi bu­gün bol mizansenli bir trajedinin son meclisini oynamaktadır. Akıl hastanesinden, düşkünler evinden geçen mukadderat seli onu önüne katıp gücünün yete­bildiği kadar sürükleyerek getirmiş, Ak­saray’ın kuytu bir köşesinde bırakmıştır. Ve… Kadın Kalbi muharriri ancak me­ramını anlatabilecek derecede konuşabilmekte, hele hareket imkânından hemen hemen mahrum bulunmaktadır. Bu manevi anarşiye eklenen maddi yoksul­luk onu büsbütün sarsmış, ayakta tutan birkaç payandayı daha söküp atmıştır.

Kendisini Yenikapı’da, bir kahvenin karanlık köşesinde bir an için dayayacak başka bir dost bulamayan başını gene kendi kendisinin müşfik göğsüne düşmüş buldum. Beni güç halle tanıyabildi.

“Teşekkür ederim,” dedi. “Teşekkür ederim. Beni gene siz hatırladınız. Eksik olmayın. O kadar yalnızım ki... Kapkaranlık bir âlemin ortasında ve tek başımayım.”

Çok ağır konuşuyordu. Âdeta kafa­tasının içinde zalim bir istihza ile saklambaç oynayan kelimeleri güçlükle buluyor ve kafasından diline indirdiği ke­limeleri müşkülatla telaffuz ediyordu.

“Tam altmış sekiz yaşındayım. Bu uzun ömür arasında mesut yaşadığım bir yıl yoktur. Matbuattan çekildikten son­ra elmas ve inci ticaretine koyulmuştum. Talih yüzüme gülmüştü. Mühim bir ser­vet yapmıştım. Zamanında çekilemedim. O serveti yapmaya sebep olan hadiseler beni gene eritti, nüzul isabet etti Beş al­tı sene hastanelerde çürüyüp gittim. Edebiyattan hiçbir menfaat görmedim. Eski arkadaşlar dünyadan çekildiler. Yeni üdeba ise semtime uğramadı. Hatırımı tatyip eden bulunmadı. Bu her­kesin başına gelecek bir netice-i müellimedir. Bundan dolayı yeni nesle nasiha­tim şudur: Hayatı taht-ı temine alınmış olanlar keyif için, zevk için edebiyatla uğraşabilirler. Bunu bir meslek olarak kabul edenler, medar-ı maişeti bu yolda temin etmeye heves edenlerin vay haline.”

Saffet Nezihi bunları söylerken Voltaire’in babasını hatırladım. O da “Edebi­yat cemiyete faydasız ve ailesi için yük teşkil etmek isteyen, açlıktan ölmek ar­zusuna kapılan bir adamın mesleğidir,” diyordu.

Eğer Voltaire’in babası Saffet Nezihi’yi görmüş olsaydı kehanet gösterdiğine zahip olurdu.

Bir kere daha hayatından bahsetmesini rica ettim.

Acı acı gülümsedi.

“Hayatım mı? Onun nasıl geçtiğini ben de anlayamadım ki... Kâbuslu bir rü­ya... Zevki az, kederleri, belâları çok bir yaşayış… 1889’da mektebi Sultaniyi ikmal ettim. Üç ay sonra Manastır Mekteb-i İdadisi’ne beni müdür yaptılar. Hiçbir staj yapmadan, tecrübe görmeden meslek hayatına girmiştim. Yedi sene devam eden bu keşmekeşli hayat beni usandırdı. Birkaç vilayet dolaştım. Nihayet tahammülüm bitti. Adana İdadi müdüriyetinden istifa ederek İstanbul’a geldim. Memuriyet ha­yatında, böyle bir sıkıntılı çember içinde çalışamayacağımı anlamıştım Hamisiz, ümitsiz, kendimi tesadüflere bıraktım. 1897’de bir dostun teklifi ile Musavver Muhit mecmuasını neşre başladık. Mü­dürlüğünü yapıyordum. Matbuat âlemi­ne girmiştim. Aman Yarabbi! Ne dağda­ğalı, velveleli bir iş… Fakat çok keyifli. Makaleler, küçük hikâyeler yazıyordum. Acemilik hissetmiyordum; çünkü yazı hayatına girmeden evvel çok okumuştum. Yeni nesle vereceğim acizane nasihat budur: Yazmadan evvel çok, çok okumak.

Musavver Muhit’in yirmi dört nüshasını neşredinceye kadar başıma gelmeyen kalmadı. Nihayet kapamaya mecbur olduk. Abdullah Zühdü benim mektep arkadaşımdı. Sabah gazetesine intisap ettirdi. Üç dört ay devam ettim. Tercüme yapıyordum. Matbuatın ilk felaketine orada uğradım. Çayır Güzeli isimli bir küçük hikâye neşretmiştim. O aralık Emil Zola’yı çok okuyordum. Realizme bayılırım. Küçük hikâye böyle bir kalem mahsulüydü. Bir kadın matbaaya geldi. Bağırdı, çağırdı. Ben meğer onun kızını teşhir etmişim. Halbuki ne kendisini ne de kızını tanıyordum. Şaşırdım kaldım. Bunun tesiri geçmeden, iki gün sonra İkdam’da aleyhimde üç sütunu mütecaviz bir makale intişar etti. İsmi de ‘Ça­yır Güzeli hikâyesinin hikâyesi’ Meğer ben ne fena adammışım! Muharrir taslağı imişim, ahlaksızmışım. Neler yoktu bu makalede, neler… Yüzüme bu yüzden felç geldi. Cevap vermedim. Sine-i tahammüle çektim. Meselenin hakiki çeh­resi büsbütün başka, rekabet. Sabah’a bir darbe indirmek lazımdı. 1312’de Ermeni meselesi vesile olmuştu, İkdam gazetesi iflastan kurtuldu. Bu kâfi de­ğildi. ‘İslâm kadınlarının namusuna ha­lel getirecek yazıların neşrine vasıta oluyor,’ diye Sabah’ı lekelemek kaygısıyla bir iş tertip edilmiş. Ben de bu uğur­da kurban olmuşum. Hastalığım geçer geçmez Ahmed Cevdet’ten intikam al­maya karar verdim. “Muallimlikte ihti­sas” isimli bir makale hazırladım. Bir nam-ı müsteara ihtiyacım vardı. İkdam’a kendimi bildirmek istemiyordum. ‘Saf­fet Nezihi’ dedim. Bu isim edebi hayatı­mın anahtarı oldu. Kırk senedir bende kaldı. Makalem neşredildi. Devam ettim. Bu sıralarda Ahmed Cevdet’ten aldığım tezkereler o derece iltifatlı ve teveccühlü idi ki benim için evvelce yazdıklarının tamamen aksi... Gazete sahibi makalem çıktığı günler beş yüz fazla satış yaptığını söylüyordu. Üçer mecidiye alıyordum. O zaman için bu mü­him bir paradır. Ahmed Cevdet bir roman yazmaklığım teklifinde bulunuyor, teşvik ediyordu. Musavver Muhit’te başlayarak, bir iki nüsha neşrettiğim Zavallı Necdet’i bitirmeye çalıştım. Romanda ilk eserim budur. Bu romana ait pek çok hatıralarım vardır. Birta­kım kadınlar ve erkekler bu sergüzeşti kendi hayatlarının teşrihini zannederek bana birçok mektuplar yazıyorlar, tehdit ediyorlardı. Halbuki Zavallı Necdet tamamen mahsul-i hayalimdir.

Bundan sonra Teehhül Âleminde ve Kadın Kalbi’ni yazdım.

Bu eser de İzmir’de bir hayli gürültüleri, dedikoduları mucib oldu. Bunun yüzünden millî romanların neşri menedildi. Halbuki yevmi Malumat’ta bir roman tefrika etmeğe mecburdum. Kumar Beliyesi’ni tercüme diye sansürden geçirdik. On beş tefrikadan sonra kıyamet koptu. Vakıa bana dokunmadı ama dehşetli korkuttu. O derece asabiyet ve heyecana sebebiyet verdi ki, ürktüm. Matbuattan uzaklaştım.

Bu ayrılış meşrutiyetin ilanına kadar sürdü. Gene kaleme sarıldım. Yazıcılık müzmin bir illettir. Makalelerimi Resimli Kitap ve İnkılap’ta neşrediyordum. Bir meclis müzakeresi için İzah ve İstizah namında iki perdelik piyes yazdım. Ben bunu çok beğenirim. Lakin nedense tutulmadı. Her eserim gibi bu da başıma belalar getirmekten hali kalmadı. Hatta düello bile. Muhit’i Faik Sabri ile çıkarırken 31 mart vakası zuhur etti. Bizim de idarehaneyi yanlışlık­la bastılar. Bu hal bana çok dokundu. Matbuat âleminden soğudum ve çekildim. Sonrasını biliyorsunuz.”

Susmuş ve yorulmuştu.

O çektiklerine, hâlâ çekmekte devam ettiklerine, ne kadar süreceğini tahmin edemediği çekeceklerine değil, unutulduğuna yanıyordu. Bu ıstırap içinde onu daha fazla yaralamamak düşüncesiyle nasıl geçindiğini sormadım. Tecessüsümü, okuyucular namına olsa bile dilim fren­ledi.

Mamafih, biliyordum ki, kitabı daha bu sene başında beşinci tabını yapan, çıktığından beri tam 20.000 satan müellif eline on para almamıştır. Ve bugün, geçirdiği hayat en katı yürekliğimizi bile hüngür hüngür ağlatacak kadar fecidir.


[1] Hakkı Süha. “Saffet Nezihi Hakkında Birkaç Satır”. Vakit, 5 Aralık 1939.

[2] Va-Nu. “Cerrahpaşa Hastanesi’nde Zavallı Necdet Muharriri”. Akşam, 24 Kasım 1932.

[3] Hikmet Feridun. “Zavallı Necdet Değil, Zavallı Saffet Nezihi”. Hafta, sayı 10, 13 Haziran 1934.

[4] 5 Şubat 1930 tarihinde, Akşam’da yer alan bir haberden, Saffet Nezihi’nin doksan yaşındaki annesi Tevhide Hanım’ın bir kaza geçirdiğini, yaşlı kadının evlat ve torunlarının sayısının yüze yakın olduğunu, bunlar arasında da Cebelibereket (Osmaniye) Mebusu Ali Rıza Bey’in ve Şehremaneti Şirketler Komiserliği memurlarından Süreyya Bey’in bulunduğunu öğreniriz. Bu kadar kalabalık bir aileye sahiptir aslında Saffet Nezihi. Demek aile bağları pek sıkı değildir. Yahut pek çok ilişkideki gibi akraba ilişkilerinde de yetmiş bin lira kilit önemdedir.

[5] Ercüment Ekrem. “Hazin Değil mi?” Cumhuriyet, 30 Haziran 1934.

[6] Oysa aynı yıl, 23 Kasım’da Fatih Sulh Üçüncü Hukuk Hâkimliği’nin 5076 sayılı kararı ilan edilir Cumhuriyet’te. Saffet Nezihi bir vasiye muhtaç halde olduğu için akrabasından eski İstanbul mebusu Ali Rıza Bey 17 Kasım 1934 tarihinden itibaren kendisine vasi tayin edilmiştir. Yani Ercüment Ekrem’in sandığı yahut umduğu kadar aklı başında değildir Saffet Nezihi’nin. Orada bulunması da Mazhar Osman’ın lütfu olmayabilir.

[7] Naci Sadullah. “Tımarhanede”. Yarım Ay, sayı 1, 14 Şubat 1935.

[8] Va-Nu. “Zavallı Saffet Nezihi”. Akşam, 4 Aralık 1939.