Zamanı yakalamak için gecikme cesareti

"Yazara göre günümüz insanı gecikme cesaretini gösterdikçe kendi öznel zamanına sahip çıkabilir ve 'kendi zamansallığı içinde yaşayan bir özne' olma şansına erişebilir. Bugün derin düşünce ve kültür de ancak gecikmeyle var olabilir. İnsanın kendini gerçekleştirmesi sonu gelmeyen yatırımlarla ya da kişisel gelişim masallarıyla değil, bizzat gecikmeyle mümkündür."

10 Mart 2022 18:00

 

“Gecikme, kabahatli sevinçle neşeli telaşın karışımı önemli bir işaret olarak yankılanmalıdır her zaman”
– Hélène L’Heuillet

Kapitalizm, birçok şeyin yanı sıra, zaman üzerinde tahakküm kurarak ve bizzat zamanın hesaplanmasını ekonomik işleyişin merkezine yerleştirerek var olmuştur. Emek gücünün metaya dönüşmesi, tam olarak emeğin nesnel ve soyut zamana göre ‘değer’lendirilmesiyle gerçekleşir. Kapitalizmin var olduğu günden itibaren zaman üzerindeki mücadele, bir sınıf mücadelesi olarak şekillenmiştir. İşçi sınıfı sekiz saatlik iş günü için mücadele etmiş ve 1800’lerin sonunda, birçok ülkede bunu bir hak olarak kabul ettirebilmiştir.

Oysa aradan geçen uzun yıllarda zaman üzerindeki bu mücadele devam etmiş, neo-liberalizmle birlikte kapitalizmin zaman üzerindeki tahakkümü daha yetkin, incelikli ve güçlü bir hale gelmiştir. Sekiz saatlik iş günü hâlâ genel olarak uygulanan bir model olsa da, özellikle beyaz yakalılar için bu hak sadece kâğıt üzerindedir. Ücretsiz mesailerin bir kural olarak işlediği günümüzde, yeni iletişim teknolojilerinin marifetiyle emekçiler 7/24 ulaşılabilir ve işe koşulabilir şekilde çalışmaktadır. Üstelik bu kuşatma sadece çalışılan saatleri değil, kendini geliştirme, fırsatları kaçırmama, rekabette geride kalmama kaygılarıyla, bütün hayatı kapsamaktadır.

Fransız felsefeci ve psikanalist Hélène L’Heuillet, Gecikmeye Övgü: Zaman Nereye Gitti adlı kitabında zamanın bu güncel nitelikleri ve bunların insanlığa yüklediği yükler üzerine bir tartışma yürütüyor ve bir seçenek değil de bir ihlal olarak gecikmenin, bugün insanlığın öznel zamanını yeniden ele geçirme kavgasında güçlü bir silah olduğunu öne sürüyor.

Baştan not edelim ki, L’Heuillet’nin çalışması, kitap içerisinde kendisine birçok yerde referans da verilen, Byung-Chul Han’ın çalışmalarını hem biçim hem de yöntem olarak oldukça anımsatıyor. Bu nedenle Han’ın takipçilerinin L’Heuillet’yi de okuma listelerine dahil etmesi yerinde olabilir.

Zaptedilen zaman

“Zamanı yakalamak istiyorsak, onu nasıl kaybettiğimizi bilmemiz gerekiyor” diyerek başlıyor L’Heuillet ve şöyle devam ediyor:

“Toplumumuzun baskın değerleri akılcılık, esneklik, aciliyet ve hızdır. (...) Yeni sömürü biçimleri Lafargue’ın eleştirdiği gibi yalnızca çalışma saatlerinin uzamasına yol açtığı için değil, herkesin öznel zaman kaynağının tam anlamıyla tüketilmesine bağlı olduğu için sorun oluşturur” (s. 17).

Çalışmanın, bir işin ne kadar zaman talep ettiği üzerinden değerlendirilmesi gerekirken, geç kapitalizm bunu tersine çevirmiş, işlik saatleri içerisine en fazla işin sıkıştırılması ve bunların asgari sürede nihayete erdirilmesi mantığını hâkim kılmıştır. Mesai saatlerinin önemsizleştiği, esneklik ve aciliyet baskısının egemen olduğu bu çalışma modeli, ücretsiz fazla mesailerin ya da acilen işe çağrılmaların yaygınlaşmasına neden oldu ve işçilerin öznel zamanını, kendi olağanüstü zaman rejimi altında nefessiz bıraktı.

Bu olağanüstü zaman rejimi, işlik dışı saatleri denetim altına alırken, mesai saatleri içerisindeki ölü zamanı da canlandırmaya çalıştı. Luc Boltanski ile Eve Chiapello’nun iş günü içerisinde molalarla ve diğer çeşitli aralarla yaratılan iş dışı zamanı niteleyen ölü zaman kavramı, yeni çalışma rejiminin yatırım yaptığı bir alan olarak öne çıktı. Geç kapitalizm çeşitli yöntemlerle, deyim yerindeyse, ölü zamanı diriltmeye çalıştı. Aciliyet ve hız, ölü zamanın bedenine yapılan kalp masajıydı. Ancak ölü zamanın diriltilmesi, neo-liberal katalogların süslü cümlesi yaratıcılığın bizzat silinmesi anlamına geliyordu:

“Ölü zamanlara, insan olmanın özünde bulunan boşluğu yoklamamızı sağlayan o zaman aralıklarına artık tahammül edilmediğinde gerçekten ölürüz. (...) “Kişisel yaratıcılığın kaynağından devşirilmesi bizzat yaratıcılığın koşullarını yok eder, boş kalmış her alanı doldurur, her boşluğu, dolayısıyla her yaratım imkânını ortadan kaldırır” (s. 25).

L’Heuillet, Hegel’e başvurarak klasik çalışmanın doyumu geciktirdiğini, zevki ertelediğini ve böylece biçimlendirdiğini söylerken, günümüzde ise çalışmanın hazzı ertelemediğini, bizzat kendisinin tüketici bir haz haline geldiğini ve artık onu biçimlendirmek yerine onun biçimini bozmakla meşgul olduğunu iddia ediyor. Han’ın, “Çalışma baskısının kaynağı artık yaşam gereksinimleri değil, çalışmanın kendisidir”[1] sözleriyle açıkladığı bu arzunun işe koşulması durumu, aciliyetin, esnekliğin ve hızın hiçbir şekilde tatminkâr bir şekilde tam olarak gerçekleştirilemediği ya da başarılamadığı, sürekli bir “daha iyi” parolasıyla yıkıcı bir performans olarak yaşanıyor. Yoğun ama yüzeysel, kapsayıcı ama sığ bu performans sürecinde “Bütün derin düşünce unsurları yaşamdan sürüldüğünde, yaşam ölümcül bir hiperaktiflikte son bulu[yor]. İnsan, kendi yapıp ettikleri içinde boğulu[yor].”[2]

Sermaye olarak zaman

“Kendi kendisinin müteşebbisi” olarak kodlanan neo-liberal özne, zamanı da bir sermaye olarak görmekte, “vakit nakittir” deyimini aklımıza getirecek bir şekilde, zamanı riskle değerlendirmektedir. Belli bir zamanın belli bir eylemle doldurulması, bu zaman içerisinde yapılabilecek diğer eylemlerin tercih edilmemesi, yani bu zamanın belli bir eyleme ayrılması risk almak anlamına gelmektedir. Bu risk, bu zaman diliminde gerçekleştirilecek eylemin kişiye azami kâr olarak dönüp dönmemesini niteler. Böylece kendi benliğini yatırım alanı olarak inşa eden girişimci birey, kâr/zarar ikiliği hattında akılcı, esnek, hızlı ve yenilikçi davranmak zorundadır. Bunun gerçek hayattaki karşılığı ise artan kaygı, depresyon ve tükenmişlik sendromudur. Çünkü bilinen bir gerçektir ki girişimcilik, bir kişinin başarısının on bin kişinin başarısızlığıyla mümkün olduğu, tatsız bir oyundur.

L’Heuillet geç kapitalizmin insanlara yüklediği bu baskının en çok gençlerde karşılık bulduğunu söylüyor. Gençlere yönelik hazırlanan yaşam kılavuzlarında, kişisel gelişim metinlerinde, TEDX konuşmalarında, girilmesi muhtemel bütün patikaların vardıkları yer açık edilir. Gençler için yanlış yollara sapıp buralardan çeşitli deneyimler edinmek sadece zaman kaybıdır:

“Yaşamak ya da yaşamamak, fark burada. Kuşkusuz insan ilk durumda ‘zaman’ kaybettiğini, diğerinde ise çok kesin olarak kazandığını düşünebilir” (s. 29).

İnsanların zamanlarını kaybetmeden hedeflerine ulaşmalarını öğütleyen, hatta bu hedeflerin ne olacağı konusunda direktifler veren bir gösteri endüstrisi durmadan çalışır.

Han bu olguyu deneyim kaybı olarak tanımlar:

“Hızla yaşanan ve hiçbir şeyin uzun kalmadığı, yavaş hiçbir şey içermeyen bir hayat, hızlı, kısa vadeli ve kısa yaşanan deneyimlerle nitelenen bir hayat, ‘deneyim oranı’ ne kadar yüksek olursa olsun, kısa bir hayattır.”[3]

Yaşanmışlıkların üst üste yığılması bir deneyim yaratmamaktadır.

Yaşamın belki de zaman konusunda en bonkör döneminde, artık zaman bulamamaktan yakınılmaktadır. Gençler o kadar hızlı ve o kadar başarılı olmak zorundadırlar ki, henüz 20’li yaşlarda dahi geç kalmışlık ve başarısızlık duygusu içerisinde bir çöküntüyle karşılaşmak oldukça olasıdır:

“Gençliği tehdit eden intihar riski, genç yaşların zenginliğini temsil eder görünen o geniş yaşam diliminin tehlikeli bir biçimde bir zaman yokluğu gibi algılanabildiğini açıkça gösterir” (s. 69)

Toplum, aşırı hızlı davranmak gerektiği için gençlere zamanlarını öznelleştirme olanağını tanımaz. “Gençken zaman çok, para yok” gibi klişelerin aksine, gençlik artık zamansızlıkla çevrilir.

Sosyal medya da bu yarışı şiddetlendiren bir yerde durmaktadır. Burada inşa edilen sanal benlikler, sosyal doyumdan maddi kazanca kadar birçok getiriye kapı açtığından, bu benliklere yatırım yapılması, bunların bir şirket ya da marka gibi inşa edilmesi önem kazanmıştır. Bu nedenle “üretim”in sürekli olduğu sosyal medya alanı, insanlara sürekli bir geç kalma, geriye düşme, fırsatları kaçırma kaygısı yükler. Kimse yeteri kadar üretemiyor, hak ettiği ölçüde başaramıyor, kendisinden niteliksiz olduğunu düşündüğü kullanıcılar kadar kazanamıyordur. Bu açıdan baktığımızda, sosyal medya endüstrisi de öznel zamanın yitiminde önemli bir role sahiptir. Achille Mbembe’nin dediği gibi “özünde, her iktidar kendini zaman kılmak ya da en azından zamanın niteliklerini kendisine katmak ister”.[4] Sosyal medyanın egemenleri bunu şüphesiz başarmıştır.

Uykusuzluk ya da uykudan tasarruf

“Neden uyku bu kadar değerli ve nadir oldu?” diye sorar L’Heuillet. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, “aşırı tetikte olmamızdır. Artık uyumuyoruz çünkü artık gevşeyemiyoruz”. (s. 38) Aşırı tetikte olmak, beraberinde konsantrasyon eksikliğini de getirir. Gün içinde birden fazla işi aynı yapmaya çalışmanın, ancak hiçbir şeye tam anlamıyla odaklanamamanın gecedeki karşılığı uykusuzluktur. Çünkü uyku da bir eylem halidir ve dikkat gerektirir. Bu dikkat gündüz de, gece de toparlanamaz, “Her iki durumda da ‘başka yerde’, olunmaması gereken yerde oluruz”. (s. 43) “Uyumak için de öznel zamana kavuşmak gerekir.” (s. 61) İkincisi ise iş nedeniyle gün içerisinde kendine zaman ayıramayan insanların, gece saatlerini uyuyarak heba etmek istememesi, uykusundan feragat ederek birkaç saatini “yaratıcı” bir şekilde kullanma arzusudur. Çok sayıda insan için, bu yaratıcı saatlerin, “kendini geliştirme”, “kendine yatırım yapma” aktiviteleriyle dolu olduğuna da kuşku yoktur.

Eluned Summers-Bremner, Uykusuzluk: Kültürel Bir Tarih isimli kitabında, “Gelişmiş toplumlarda her yıl yetişkinlerin yaklaşık üçte birinin şu ya da bu ölçüde uykusuzluk sorunu olduğunu ve nüfusun %10-15’inin sürekli bu sorunu yaşadığı”nı aktarır[5] ve bunun yaygın nedenini şöyle açıklar:

“Arzumuzun, doğası gereği açgözlü ve herhangi bir nesneye yönelebilen küresel ekonominin arzusuyla aynı türden olduğunu varsaymak gibi bir eğilim söz konusu. Çalışanlar, işlerinin ‘soluk aldırmaz’ doğasını ‘olumlu’ görüyor ve ‘yakıcı’ temposunu ‘heyecan verici’ şeklinde niteliyorlar. (...) demek ki, yaşamın ‘yalnızca bir şey yapma’ anlamına geldiği, bizim de bir şeyi ‘bitirip, bir başka şeye geçme’ arzusu içinde olduğumuz bir dünyaya son derece anlaşılabilir bir tepkidir uykusuzluk.”[6]

Uyku saatlerini de verimli kılmaya yönelik bu arzu, bir yorgunlar ordusu tarafından sahiplenilir. Her şeyi yapabilme kudreti, aslında insanın kendisiyle rekabetiyle el ele gider. Kişinin en büyük rakibinin kendisinin bir önceki hali olduğu bu umutsuz savaş insanları yorgun düşürür.[7] Ancak uyku da bu yorgunluğun bir çözümü değildir L’Heuillet’ye göre:

“Bu yorgunluk, fiziksel ve zihinsel enerjimizi harcadığımızda üzerimize çöken, telafi edici dinlenmenin öncüsü olan ‘iyi’ yorgunluk değildir. Bu bir akşam yorgunluğu değil, bir sabah yorgunluğudur. Uykuda ya da dinlenmede giderilen yorgunluk değil ama günbegün ağırlaşan bir yorgunluktur. Çağımızın sıkıntısının dışavurumudur.” (s. 55)

Gecikmeye çağrı

Franco Berardi, son otuz yılda işin işleyişine dair memnuniyetsizliğin ve işten kaytarmanın marjinal hale gelmesini, geç kapitalizmin ideolojik ve psikolojik yapısını inceleyerek anlayabileceğimizi söyler.[8] Kendi kendini disipline eden günümüz işçisi, işin sürekliliğinin ve verimliliğinin teminatı haline gelmiştir.

L’Heuillet bu tablo karşısında gecikmeyi yeniden işler kılmamızı önerir. Ona göre gecikme, iş içerisinde meşru ve idare edilebilir zamanlar yaratmak değil, bizzat işin geleceğini tehlikeye sokan bir oyunbozanlıktır:

“(...) suçun egemenliğine sahiptir gecikme. İhlal edicidir. Hoş görülemez olduğu için ihlal edicidir (...) “Gecikme zamansal bir esneklik kapsamına alındığında gecikme olmaz. Gerçek gecikme kişisel bir riski, boyun eğmemeye karar verince gelen bir cesareti gerektirir. (...) Zaten gecikme bir düzene oturtulamaz. Genel bir tutuma dönüşemez. Yoksa bozguncu işlevini kaybeder.” (s. 14-16-102).

Yazara göre günümüz insanı gecikme cesaretini gösterdikçe kendi öznel zamanına sahip çıkabilir ve “kendi zamansallığı içinde yaşayan bir özne” olma şansına erişebilir. Bugün derin düşünce ve kültür de ancak gecikmeyle var olabilir. İnsanın kendini gerçekleştirmesi sonu gelmeyen yatırımlarla ya da kişisel gelişim masallarıyla değil, bizzat gecikmeyle mümkündür. İşin ve internetin akışına geç kalmak, derin düşünce ve kültürel üretim için artık zorunludur. Ki günümüz toplumunda derin düşüncelere dalmak veya bir kitaba gömülmek gecikmek anlamına gelir:

“Derin düşünme yoluyla zaman duygusu içerisinde yeniden kavuşulan yaratıcılık bize var olmanın zevkini tattırır. Zaman duygusu, çağdaş toplumların sahte hedonizmine karşı gerçek hedonizmdir. Gecikmek, tüketimci sahte hedonizmin vaat ettiğinden başka bir haz biçimine erişmektir.” (s. 90)

Hélène L’Heuillet, geç kapitalizmin çalışma rejiminin, girişimcilik ideolojisinin ve egemen sosyal medya düzeninin bize dayattığı zaman denetiminden bir kaçış için gecikmeyi bir yöntem olarak öneriyor, yaşamın değerini ancak belli bir gecikme bilinciyle ortaya çıkarabileceğimizi söylüyor. Ancak bunu yaparken, kolektif bir direnişten ziyade bireysel kaçış alanlarına vurgu yapıyor. Oysa insanlığın tarihi, bozguncu ve ihlal edici bir gecikmenin örgütlü olarak gerçekleştirildiğinde neleri kazandığını gösteren örneklerle dolu. Çok geçmişe gitmeye gerek yok, bu yılın ilk iki ayında Türkiye’nin dört bir yanında patlak veren fiili grevler ve işçi direnişleri de kolektif direnişin gücünü hepimize hatırlattı. Gecikmeyi kişisel risk alanından çıkartıp kolektif bir meydan okumaya dönüştürebilirsek, L’Heuillet’nin kitap boyunca sunduğu boğucu tasalluttan kurtulup nefes alabileceğimiz bir zamana kavuşabileceğiz.

 

NOTLAR: 


[1] Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme, çev. Şeyda Öztürk, Metis Yayınları, 2018, s. 100.

[2] Han, a.g.e., s. 121.

[3] Han, a.g.e., s. 45.

[4] Achille Mbembe, Brütalizm, çev. P. Burcu Yalım, İletişim Yayınları, 2022, s. 14.

[5] Eluned Summers-Bremner, Uykusuzluk: Kültürel Bir Tarih, çev. Kemal Atakay, YKY, 2009, s. 174.

[6] a.g.e., s. 182

[7] Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu, Metis Yayınları, 2016, s. 40.

[8] Franco “Bifo” Berardi, Ruh İşbaşında, çev. Fırat Genç, Metis Yayınları, 2021, s. 76.

 

GİRİŞ RESMİ:


1923 yapımı Safety Last! adlı filmin ünlü sahnesi: Harold Lloyd, bir gökdelenin dış cephesinde bulunan büyük bir saatin onun ağırlığı ile kırılmak üzere olan yelkovanına tutunmuş halde ve aşağıda akan şehir trafiğinin üzerinde boşlukta sallanırken. Film, çekildiği dönemde büyük bir başarı kazanmış ve Harold Lloyd'u erken dönem sinema tarihindeki başlıca figürlerden biri haline getirmişti.