Yüz yıldır aynı soru: Kitap niçin satılmıyor?

“Kitap niçin satılmıyor?” Bu soru yazarı, yayıncıyı, kitapçıyı ve de okuru çok uzun yıllardır meşgul ediyor. Geçmişte bu konuyla ilgili yayınlanmış çok sayıda yazı da bulmak mümkün. İşte, onlardan biri, Sabih Alaçam’ın 1939’da kaleme aldığı “Kitap niçin satılmıyor?” başlıklı yazısı…

 
Gazeteci, yazar Sabih Alaçam’ın Sertellerin çıkardığı Yarım Ay dergisinde 1 Temmuz 1939’da yayınlanan röportajı, hem soru hem de cevaplarıyla bugün hâlâ güncelliğini koruyor. Bu yazı 83 yıl önce yayınlandığına ve yazar konuya “senelerden beri münakaşa edilen bir mevzu” diye başladığına göre konu çok daha eski olmalı. Bugün de aynı soruyu sorup aşağı yukarı benzer cevapları aldığımıza, alacağımıza göre en az yüz senedir bu konu gündemimizde demektir. Baştan belirtelim, soru ders kitapları için geçerli değil. Malum, en çok satan kitaplar hep ders kitapları.
 
Zamanın ve de okurun vefasızlığı içinde unutulmuş dönemin ünlü yazarlarını; Turhan Tan, Nusret Safa Coşkun, Ali Kemal Meram, Saadettin Nüzhet Ergun, Suat Derviş ve Nizamettin Nazif ile yapılan röportajı okumaya başlamadan sözü Sabih Alaçam’a bırakalım:
 
Senelerden beri münakaşa edilen bir mevzu: Kitap ne için satılmıyor? Evet, ne için satılmıyor? Ve bu yüzden Türk edebiyatı ölüyor mu? Okunacak kitap mı yok?
 
Kitabı basan, satışa çıkaran, reklâmını yapan eleman mı yok? Bu istifhamlar, vakıt vakıt, bir kördüğüm halinde gözlerimizin önünde geçit resmi yaparlar. Fakat, münakaşaların sonunda dava, yine halledilmiş değildir! Çünkü kitaplar müşterisiz metâi olmakta, münakaşacılara parmak ısırtan bir inatla ‘berdevam’dırlar!
 
Birinci neşriyat kongresinde de ehemmiyetle üzerinde durulan bu meseleyi, bir kerre de, Yarım Aysütünlerinde ben kurcalamak istedim. Kapı kapı, gazete gazete dolaşıp, Babiâli Caddesi’nin genç ve ihtiyar meşhurlarının fikirlerini sordum.
 
1940’lı yıllarda yazarların hemen hemen hepsi o zamanlar Babıâli’de, Cağaloğlu’nda bulunan gazete ve yayınevlerinde çalışmaktalar. Bazılarının romanları, hikâyeleri tefrika edilmekte, bazıları ise köşe yazıları yazmaktalar. Sabih Alaçam bu nedenle röportajını “Babıâli Caddesi’nin genç ve ihtiyar” meşhurlarıyla yapar.
 
Alaçam’ın sorusunun cevabı hâlâ verilmiş değil. Üstelik soruları çoğaltmak da mümkün: “Hangi kitaplar satılmıyor?”, “Satılan her kitap okunuyor mu?”, “Daha çok kitap satılması için ne yapmak gerekiyor?” Her soru beraberinde başka bir soruyu akla getirmekte. Günümüze gelince, “Kitap niçin satılmıyor?” sorusunun bugün ülkemizde kimi ne kadar ilgilendirdiği ise bir başka soru.
 
 
Noktasına virgülüne kadar değiştirmeden aktaracağımız röportaj Turhan Tan ile başlıyor. Turhan Tan’dan birkaç satırla da olsa söz edelim. Yazar, şair, eğitimci, milletvekili olan ve tarihî romanlarıyla tanınan Turhan Tan, 1885 doğumlu. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde çeşitli liselerde edebiyat ve tarih öğretmenliği yapan Tan, Millî Mücadele döneminde Sivas Kongresi’ne katılarak milletvekili seçildi. 1939’da vefat etti. Yaşamı boyunca çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazan, romanları tefrika edilen Tan’ın Cem Sultan, Timurlenk, Cinci Hoca, Hürrem Sultan, Safiye Sultan, Cengiz Han, Viyana Dönüşü, Akından Akına ve Hint Denizlerinde Türkler başta olmak üzere otuz dört romanı bulunmakta.
 
Üstadım Turhan Tan diyor ki:
 
Kitap kelimesi mutlaktır; bunu tavzih etmek lâzım gelir. Satılamayan kitap edebî, ilmî, içtimaî kısımlardan hangisi içindedir? Maksut, edebî kitapsa bunlardan bir kısmı, meselâ Sadettin Nüzhet’in gerçekten büyük bir ihtisas ve ihtimamla neşretmekte olduğu ‘Türk Şairleri’ gibi eserlerse, yalnız edebiyat müntesiplerini[meraklılarını] ve genç mekteplileri alâkadar eder. Eski tabirle havasa, yeni tabirle münevverlere mahsustur, ‘harcı âm’ [herkese göre] değildir. Roman ve hikâye nev’inden kitapların satılmadığı maksut ise bunun iki sebebi vardır:
 
I- Okur yazar halkın hangi çeşit romandan zevk aldığı henüz taayyün etmiş [belirginleşmiş] değildir. Bu yüzden yazıcı ile okuyucu arasında bir anlaşma teessüs etmemiştir [kurulmamıştır].
 
II- Kitapların bir kısmı pahalı bulunuyor. Buna karşı okuyucu tefrika edilen edebî eserlerin kesilmişlerini saklamayı tercih ediyor. Ben bir mahallede teşkilât yapılarak evden eve gazetelerden kesilmiş romanların dolaştığını gördüm.
Şu halde, kitap satışını yükseltmek için halkın zevkine ve dileğine uygun eserler yazmak ve yazılanları ucuz basmak icabeder.
 
Turhan Tan’ın cevaplarına “halkın zevkine ve dileğine uygun eserler yazmak” kısmı hariç katılmamak mümkün değil. O yıllarda gazetelerde gün gün “arkası var” diye biten bölümleriyle yayınlanan romanlar belki ki daha sonra basılan kitabın satışını fazlasıyla etkiliyor. Bununla beraber yazarların da para kazanması gerekiyor. Okur az, kitapların baskı sayısı çok az ve o yıllarda şimdiki gibi tanıtım faaliyetleri de yok. Okurla tanışmanın yolu yine gazete ve dergilerden geçiyor.
 
Nusret Safa Coşkun’a geldi sıra. Sabih Alaçam’ın sorusuna cevap veren Nusret Safa Coşkun’u birkaç satırla tanıtalım. Gazeteci, yazar, milletvekili Nusret Sefa Coşkun, 1915’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini yarım bıraktıktan sonra, 1932’den itibaren gazetecilik yapmaya başladı. Vakit, Son Telgraf, Son Posta, Yeni İstanbul gibi gazetelerde yazıları, röportajları, sanat eleştirileri yayınlanan Coşkun, 1949’da sahipliğini ve başyazarlığını yaptığı Zaman gazetesini çıkardı. 1957 yılında milletvekili seçilen Coşkun, 1971’de aramızdan ayrıldı. Nusret Sefa Coşkun’un gazetelerde tefrika edilmiş piyesleri ve çok sayıda romanı bulunmakta. Unutulmuş Gazeteciler Unutulmaz Hatıralar, Komik-i Şehir Naşit Efendi, Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz? isimli yayınlanmış eserleri kaleme alan Coşkun, üretken ve vefalı bir yazar olarak tanınmakta.
 
Nusret Sefa’nın cevabı diğer yazarlardan daha uzun:
 
Muharrir Nusret Safa Coşkun diyor ki:
Ankara Caddesi’nin Mahmutpaşa Çarşısı’ndan, kitabcının tereke eşyasına konan koltukçudan, muharririn bir ırgattan, okuyucunun iş olsun diye dükkâna girmiş bir geçiciden farkı yok.
 
Babıâli Caddesi öyle bir kitap darbhanesi ki, mütemadiyen kalıp eser basıyor. Kitabcıdan, Mahmutpaşa esnafından ayrılan başka bir meslek şuuru isteriz. Namevcut!
 
Bir kısım kitabcılar, Bitpazarı’nda zaruret yüzünden paltosunu satmak mecburiyetinde kalmış acemi insanların düşürmesine mahsus sisteme mensup! Muharrir ya ihtirasını düşürmek yahut ta tabiin apartmanını yükseltmek için çalışan bedbaht bir mahlûk! Gururu, haysiyeti kitabcıya ipotek edilmiş.
 
Okuyucuyu sorma kardeşim… Hâlâ, kitabcı da, muharrir de bu okuyucudan kütlenin ne olduğunu, ne istediğini bilmiyorlar. Fenasını veriyor, okur! Kötüsünü sokuyorlar, kapışıyor! Alâsını önüne koyuyorlar, burun kıvırıyor! Şah eseri sunuyorlar, başını bile çevirmiyor!
 
Bizde kitap çıkarmak şuurun, gayenin potansiyeline bağlanmış değildir. Niçin kitap çıkardığını ne kitabcı, ne de muharrir bilir. Meteliği olmadığı halde yedi tane çocuk yapup hepsini perişan bir halde sokağa salıveren bir kısım insanlar gibi… Muharrir de, kitabcı da anlaşmışlardır: ayni itiyatla bu işe devam ederler. Eğer kitabı, biz farkında olmadan satılıyorsa, nedir bu kitapcıların feryat ve figanı? Nedir muharririn ciğer kebabı ve piyaz aboneliği? Hayır, bin kerre hayır! Bizde kitap satılmıyor azizim! Eğer satılıyor diyen varsa, işini uyduran iki yüz tane Parti’ye, iki yüz tane de Maarif’e satabilmek bahtiyarlığına erendir. Yahut ta muharririn eline on beş taksitte ödenmek üzere beş lira sıkışturup taksitli bir matbaada az bir masrafla mal ettiği kitaptan çıkarından gayri meşru kazanmıştır.
 
Niçin bizde kitap satılmaz? Şunun için! Bizde kitap, henüz para verilüp alınan, yahut para verilmeğe lâyık bir nesne telâkki edilmemiştir. Bizde bir kitap alınır. Bütün mahalleyi hatta semti dolaşır. Yani kitap satılmıyor demek kitap okunmuyor manasına gelmez. (…)
 
Münevver, yarı münevver, sıfır münevver, tahtelsıfır [sıfırın altında] münevver okuyucu denilen kütleyi teşkil edenler, kitabı, başka memleketlerde olduğu gibi, bir ihtiyaç olarak kabul etmiyorlar. Kitap bizde, İstanbul’un imar plânı gibi yalnız adı geçen ve fakat zinhar vücudu görülmeyen garip ve talihsiz bir şeydir. (…)
 
Hülâsa, kabahat kitapcıda, muharrirde, okuyucuda ve hiç birinde!
 
Konuyu fazlaca dert edenlerden Nusret Safa’nın uzun ama sorunun birçok yönüne değinen cevabı, kitap yayıncısını, yazarı ve okuru “kitabcının tereke eşyasına konan koltukçudan, muharririn bir ırgattan, okuyucunun iş olsun diye dükkâna girmiş bir geçiciden farkı yok” diyerek nitelendirmesiyle başlıyor. Kitap okuma ihtiyacının henüz oluşmadığını söyleyerek devam ediyor. Son cümlesi ise sorunun en güzel yanıtı bence: “Hülâsa, kabahat kitapcıda, muharrirde, okuyucuda ve hiç birinde!”
 
Söz sırası Ali Kemal Meram’da… Yazar, şair, gazeteci ve eğitimci Ali Kemal Meram, 1914’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. 1932’de gazetecilik yapmaya başladı. Önceleri şiirler yazan Meram, daha sonra hikâye ve romanlar yazdı. 2001 yılında vefat eden Ali Kemal Meram’ın Türkçülük düşüncesini işlediği yirmi sekiz eseri bulunmakta. Eserleri arasında Yaşamak Cehennemi, İsrail Macerası, Padişah Anaları ve 600 Yıl Bizi Yöneten Devşirmeler, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkileri Tarihi ve Türk Casusu İngiliz Kemal’in İsrail Macerası sayılabilir.
 
Şair Ali Kemal Meram diyor ki:
 
Bizde kitap yalnız bugün değil, uzun yıllardan beri daima alâkasız kalmış bir meta gibidir. Kitap satılmayışını yapan amiller arasında bilhassa şunlar üzerinde durabiliriz:
 
Ancak bir milyonu münevver olan bir ülkede kitabın bugünkü durgun satışı yadırganmayacak tabiî bir hadisedir. Her vakit rastgele ve gelişi güzel rağbet kazanmış bir haldedir. Kitaba karşı biraz fazla temayüllü görülen kimseler gülünç addedilir, tenkit edilir. Çünkü münevveri ancak bir milyon olan memleketimizde, zaten kitaptan evvel benimsenmiş zevkler, eğlenmeler, basit ihtiyaçlar mevcuttur. Bu basit zevk ve ihtiyaçlar, garbta da mevcut olduğu halde, kitap hiçbir zaman ihmâl edilmemiştir. Hâlbuki bizde sinema ve spor düşkünlüğü kitap zevkini baltalamış ve gülünç etmiştir. Mevzuu, tekniği, elhasıl her şeyiyle en basit bir filim ve bir futbol maçı bir hafta zarfında asgari elli bin kişinin alâkasını çeker. Fakat, beş yüz nüsha basılmış bir kitap yılda elli nüsha satabilir.
 
Bugünkü gündelik gazetelerin gündelik manasız edebiyatı devam ettiği müddetçe, yani edebî zevklerin üzerine bir külçe ağırlığı ile inmesinden hikâye ve romanları, bizim altı yüz yıldır hissedemediğimiz okuma ihtiyacının meydana gelmesine en büyük mâniadır.
 
Edebiyatın bu yüzden ölmesine gelince: Zaten o doğduğu günkü bütün cılızlığı ile can çekişmektedir. Şu en son harp sonrası neşriyatının devamı da, bu can çekişen ölünün son nefesi olacaktır.
 
Ali Kemal Meram’ın, “kitaptan evvel benimsenmiş zevkler, eğlenmeler, basit ihtiyaçlar mevcuttur. Bu basit zevk ve ihtiyaçlar, garbta da mevcut olduğu halde, kitap hiçbir zaman ihmâl edilmemiştir” sözleri bugün fazlasıyla geçerli. “Münevveri” bu denli az olan ülkemizde “okuma ihtiyacının” olmaması garip değil elbette. O zamanlar öylesine azmış ki bu ihtiyaç, Meram sadece beş yüz tane basılmış bir kitabın ancak yılda elli tane sattığını söylüyor.
 
Sabih Alaçam’ın sorusuna cevap verenlerden bir diğer yazar Sadettin Nüzhet Ergun oluyor. Yazar, eğitimci, Türk edebiyatı tarihçisi Sadettin Nüzhet Ergun, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir süre çeşitli illerde lise edebiyat öğretmenliği yaptı. Arkeoloji Müzesi kütüphane memurluğu ve son olarak da Beyazıt Devlet Kütüphanesi müdürlüğü görevlerinde bulundu. Türk edebiyatının farklı alanlarındaki araştırmalarıyla tanınan Ergun, 1946 yılında genç yaşta vefat etti. Baki, Cenap Şahabettin, Karacaoğlan, Kuloğlu, Mevlâna, Namık Kemal, Pir Sultan Abdal, Şeyh Galib gibi edebiyatımızın köşe taşları olan kişilerinin biyografilerini yazdı. Türk Şairleri, Tanzimat’a Kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi ve Numuneleri, Halk Edebiyatı Antolojisi, Bektaşi Şairleri ve Tasavvuf Tarihi gibi eserleri kaleme alan Ergun’un yayınlanmış otuzun üzerinde eseri bulunmakta.
 
Edip Saadettin Nüzhet Ergun diyor ki:
 
Kitap satışının ne miktar olduğu yakinen bilmiyorum; şimdiye kadar yazdığım eserlerin kitabcılar tarafından tabedilmesi dolayısı ile, bunların ne miktarda satıldığını yine bilemem.
 
Maarif Vekâleti ve Halkevleri eserime yardım lütfünde bulunmasa derhal bu neşriyata nihayet vermek icap edeceği muhakkaktır. Şu halde, ben kat’i olarak ve acınarak şunu açıkça söylemek mecburiyetindeyim ki: bugünün münevveri ciddi mevzular ile kafasını yormak istemiyor!
 
Evet, Nüzhet Ergun’un cevabı oldukça kısa. Turhan Tan’ın dediği gibi, “yalnız edebiyat müntesiplerinin ve genç mekteplileri alâkadar eden” eserler kaleme alan Ergun, kitaplarının satışı için destek almazsa yazmayı bırakacağını ifade ediyor. Ergun’un işaret ettiği “bugünün münevveri ciddi mevzular ile kafasını yormak istemiyor!” saptaması bugün de geçerli değil mi?
 
Sorularımızı daha fazla çoğaltmadan sıradaki yazara, Suat Derviş’e geçelim. Yazar, gazeteci Suat Derviş 1903’te doğdu. Gazetecilik yapmaya Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde başlayan Derviş, muhabirlik, editörlük ve köşe yazarlığı yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve hikâyeleri yayınlanan Suat Derviş, toplumcu gerçekçi edebiyatın önde gelen kadın yazarlarından biri olan tanındı. Yazmaya çocukken başlayan Derviş’in ilk romanı olan Kara Kitap henüz on yedi yaşındayken yayınlandı. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın gazeteci olan Derviş, eserleri yabancı dillere çevrilen ilk yazarlardan biri oldu. Kadın hakları ve demokrasi mücadelesinde yer alan Derviş, 1946’da kurulan ilk Basın Sendikası’nın kurucu ve başkanı oldu. 1972 yılında vefat eden Suat Derviş, Fosforlu Cevriye isimli romanı ile tanındı. Derviş’in gazete ve dergilerde yayınlanmış röportaj, hikâye ve yazıları dışında Hiçbiri, Hiç, Yalının Gölgesi, Ankara Mahpusu, Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır isimli romanlarının da aralarında bulunduğu otuzun üzerinde romanı bulunmakta.
 
Romancı Suat Derviş diyor ki:
 
Kitap niçin satılmıyor, öyle mi? Bunun için birçok sebepler ileri sürülebilir. Fakat, bence asıl dava ‘umumi kültür’ mes’elesidir; halkın refahı mes’elesidir; kitabın bir ihtiyaç haline gelmesi mes’elesidir!
 
Şu halde, bu içtimai [toplumsal] engellerin ortadan kaldırılmasını beklemek lâzım.
Allah, hepimize eyüpsabru versin!..
 
Toplumsal meselelerle yakından ilgilenen Suat Derviş, Sabih Alaçam’ın sorusunu daha büyük bir pencereden bakarak cevaplıyor: “Bence asıl dava ‘umumi kültür’ mes’elesidir; halkın refahı mes’elesidir; kitabın bir ihtiyaç haline gelmesi mes’elesidir!” Bu iki sorunun da “toplumsal engellerin ortadan kaldırılmasıyla” çözülebileceğini vurgularken, pek de umudu olmadığını hepimize “Eyüp sabrı” dilemesinden anlıyoruz.
 
Röportajın sonuna geldik. Alaçam’a cevap veren son yazar Nizamettin Nazif. Gazeteci, yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, 1901 doğumlu. Tepedelenli Ali Paşa’nın beşinci kuşaktan torunu olan Nizamettin Nazif, gazeteciliğe 1917’de Sabah gazetesinde başladı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na katılan Nazif, 1920’de Hâkimiyet-i Milliye’nin ilk yazıişleri müdürü ve başyazarı oldu. Yarın, Hergün, Halkın Sesi, Saat 12, Haber, Zaman, Açık Söz gazetelerinde ve kendi kurduğu Biricik Yılbaşı gazetesi, İstiklal gazetesi ve Hür Nizam dergisinde yazıları yayınlandı. 1970’te aramızdan ayrıldı. Cumhuriyet’in ilk popüler tarih romanı olan Kara Davut ile edebiyat tarihimize geçen Nizamettin Nazif, aralarında Deli Deryalı, Köroğlu, Bir Millet Uyanıyor, Atatürk’ün Son Balosu gibi kitaplar bulunan elliye yakın eser kaleme aldı.
“Deli Nizam” lakabı ile tanınan yazarın cevabı ile bitiriyoruz:
 
Edip Nizamettin Nazif diyor ki:
Dostum, kitabın okuyucusu sana âşık olacak. Kitap, gazete gibi değildir. Gazete bir cemiyettir. Hâlbuki kitapla beraber yatağa giren bir okuyucunun koynunda muharririn muhayyilesi beraberdir. Binaenaleyh sorarım ki kaç okuyucusuna bunu veren muharrir vardır? Senede bir müellifi bile beğenmek mühim bir mes’eledir.
 
Kitap neşreden muharrir, fevkalâde bir insan olmalıdır. Her milleti, her devirde muvaffak olan muharrirlerini yan yana getirin, bir gazete sayfası dolmaz!
 
Sonra muharririn kendini sevdirmekten daha mühim olan şey, bu sevgiyi idame ettirmesidir!
Cemiyet içinde hiç kavga etmemiş kaç karı koca vardır? İşte, muharrirler de böyle… Zaman zaman beğenilir, sonra unutulur ve sevilmezler.
 
Mes’ele şudur: Muharrir, tesadüfen eserile memleketin psikolojisine uymuş ve o an için sevilmiştir. Onun için muvaffak muharrir azdır ve tabiî satılan kitaplar da…
 
Nizamettin Nazif “kitap niçin satılmıyor?” sorusunun cevabını okur ile yazar arasındaki ilişkide buluyorve ekliyor: “Her milleti, her devirde muvaffak olan muharrirlerini yan yana getirin, bir gazete sayfası dolmaz!” Kendisi de kitapları çok okunan, eserleri sinemaya aktarılan, döneminin ünlü bir gazetecisi ve yazarı iken şimdi eserlerini ancak edebiyat meraklıları okumakta.
“Kitap niçin satılmıyor?”
 
Kitap okumaya zaman yok… Başka her şeye zaman var, kitaba yok! Okunacaksa da bizi kapitalizmin basamaklarında hızla yükseltecek kitaplar okunmalı. Cem Yılmaz’ın bir gösterisinde dediği gibi; “Ulan uyansana, kitap nişastanın yanında duruyor zaten, ne kadar derin olabilir?”
 
Okuma alışkanlığımız yok… “Özetini okusak olmuyor mu?” Olmuyor! Ve de bu alışkanlık dergilerde yazılan “Kitap okuma alışkanlığı edinmenin yolları” başlıklı yazıları ezberlemekle de olmuyor.
 
Son olarak kitap pahalı… Ne ucuz ki! Kolektif bir emeğin ürünü sonucunda elimize ulaşan kitaba yazar, çevirmen, dizgici, editör, düzeltmen, tasarımcı, matbaacı, dağıtımcı ve nihayet kitabevi çalışanları emek verirler. Üstelik bütün bu çalışanların emeklerinin karşılığını aldığını da söyleyemeyiz. Bunlardan bağımsız olarak öncelikle kâğıt maliyetlerinin, matbaa sarf malzemeleri ve makine yedek parçalarının dövize bağlı olarak her gün pahalılaşması, taşıma maliyelerinin benzinin fiyatına göre neredeyse gün aşırı artması söz konusuyken kitabın ucuzlamasından söz etmek mümkün değil elbette.
 
Nusret Safa Coşkun’un dediği gibi: “Kabahat kitapçıda, muharrirde, okuyucuda ve hiç birinde!”
 
Ya da: Hepimizde!