Yeşillik ve karanlık: Ekolojik korku öyküleri

Bitkinin bir korku figürüne dönüşmesine, gotik ve botaniğin iç içe geçmesine şaşmamak gerekir. İnsan ölünce bitkinin besini olur. Doğa, insan türü için ölüm demektir

07 Mart 2019 11:00

Spekülatif kurguda uygarlığın doğayla, insanın hayvanla, yaşamın ölümle çatışması ortaya ikircikli bir kesişim kümesi çıkarır. Korku, bilimkurgu ve fantastik edebiyat kahramanları hem ev sahibi hem de evsizdir; hem misafir hem de davetsizdir; hem yabancı hem de komşudur. Aynı zamanda bunların hiçbiri de değillerdir tam olarak, çünkü karşıtlıkları aynı anda barındırırlar. Söz konusu kesişim kümesi boşluklarla, gediklerle, yarıklarla doludur. Edebî spekülasyon burada “yadırgatma” etkisini kullanarak devreye girer. Ezberi, sistemi, ana akımı bozar. Gerektiğinde dehşete düşürür, maddi dünyada varolmayan karşılıklar bulur, tersten yaklaşır, cevap yerine soru üretir, alternatifler hayal eder. Gündelik gerçekliğin temsilcisi olma uğruna spekülasyondan feragat eden edebî eğilimlere karşı, boşluğa, ikileme, belirsizliğe yer açacak unsurlar, korku, bilimkurgu ve fantastik edebiyatın çıkış noktalarında mevcuttur. “Ev”in neresi olduğu, “aidiyet” kavramının neye tekabül ettiği, bu çıkış noktalarından biridir.

Organizmaların hem kendi aralarındaki hem de etraflarıyla kurduğu ilişkiyi inceleyen ekolojinin “eko” kısmı bize “ev”i ve “çevre”yi verir. Çevreyle uyum içinde yaşamaktır burada aranan; kendi varlığımız adına ötekinin varlığına zarar vermeden yaşamak. İşte, spekülatif kurgular da çevre ve insan arasındaki çatışmayı işler, yeniden kurar, kâbus veya ideal (ya da aynı anda ikisi birden) olarak baştan ele alır.

Yukarıda saydığımız çatışan tarafları düşündüğümüzde, kültüre karşı doğa veya içimizdeki yabani ya da bir canavar her zaman “hayvan” ile özdeşleşmek durumunda değildir, yeri geldiğinde bir bitki de olabilir bu. Karanlık, yeşillikten de doğabilir. Korku, doğada ve hatta tek bir ağaçta bile filizlenebilir ama spekülatif kurguların derdi bir ağaçtan ibaret olmayabilir.

Korkunç kökler

İngiliz korku edebiyatı yazarı M. R. James’in 1904’te yayımlanan “Dişbudak Ağacı” başlıklı öyküsü, bir aristokratın suçsuz bir kadını cadılıkla suçlaması hakkındadır. Bayan Mothersole, cadılık suçuyla yargılanıp idam edildikten sonra, aristokrat kahramanın evinde tedirginlik verici olaylar yaşanmaya başlar. Evin yakınındaki ağaç, usul usul kendini sezdirmeye başlayan dehşetin kaynağıdır. Evin davetsiz misafirleri olan gizemli varlıklar, (ki onların ne olduğunu hemen öğrenmeyiz) işte bu ağaçtan sızmaktadırlar aristokratın evine. Çare ağacın yakılması, kökünün kurutulmasıdır. Ortaya çıkan manzara ise davetsiz misafirlerin bir nevi “anne”sini, Bayan Mothersole’u yeniden gösterir bize. Cadı olduğu gerekçesiyle katledilen kadın, bir ağaç aracılığıyla erkeğin evine ulaşmış ve yaptıklarının hesabını sormuştur. Kadının öykünün en başındaki “suç”u belki de erkeğin arazisine ayak basmaktır ama sonuçta erkeğin toprağına kök salarak onu cezalandırır.

Kadınla özdeşleşen ağacın/doğanın sonu, erkekle özdeşleşen evin/kurumun sonunu da getirir. Babadan oğula geçen bir mülk sahipliğinden ibaret olan sistem çöker, aristokrasi yenilir. Kadın davetsiz misafirdir, yabancıdır ama ev sahibini evinden eder. Ne var ki, onun yerine geçmez. Bu öykü de birçok korku öyküsü gibi siyah-beyaz bir tablo çizmez. Kimin “ev sahibi” olduğu belirsizdir. M.R. James bu öyküyle muhafazakâr aile yapısını, erkek egemen miras sistemini yıktığı gibi, “cadı” söylemi üzerinden damgalanan kadını doğayla özdeşleştirir ama ev sahipliğine de ortak eder. Kadını evcilleştirmeye çalışmadan, yabaniliğini (doğaya ait oluşunu) teslim ederek yapar bunu. Denklemin her iki yanına bilinmeyen değişkenler ekler. “Dişbudak Ağacı”, ekolojik bağlamda gotik, kısaca “ekogotik” bir öyküdür: Tekinsizliği, doğa ve ev arasındaki aidiyet problemini çözmez; harabeye dönüştürüp bırakır.

Ambrose Bierce’ın, bundan bir yıl sonra, 1905’te yayımlanan “Evdeki Asma” adlı öyküsünde de bu tema işlenir. Yine, evin arazisine gömülen kadının temsil edildiği bir ağaç, yani bir sarmaşık bitkisi olan asma, aileyi, evi esir alır; aileyi ve evi sarmak, kollamak, korumak için değil, aileyi evinden etmek için. Böylece kadın ve koruyucu “anne” figürüne M.R. James gibi altüst edici bir şekilde yaklaşır. (Asmanın ve sarmaşığın üzümle, bağ ve bereketle, ölümsüzlükle, şarap ve kanla olan dinî ve mitolojik ilişkisi düşünüldüğünde, öykünün derin ve ayrı bir yazının konusu olacak kadar uzun köklere sahip olduğu görülebilir. En azından sırf Hristiyanlık ve Yunan mitolojisi açısından bile, bu evi saran bitkisel kadın kahraman öyküsünün, yerleşik ve egemen anlatıları tersyüz edecek bir yapısı olduğunu iddia edebiliriz.)

Tıpkı “Dişbudak Ağacı” gibi bir intikam öyküsüdür bu; kadının erkekten, doğanın evden (uygarlıktan) sorduğu hesabın, yeşillik ile karanlığın kesişiminin öyküsüdür. Yine de Ambrose Bierce, daha dolaysız bir korkuyu resmeder. Ağaç, gizemli varlıklar aracılığıyla değil, bu kez doğrudan eve, erkeğin mirasına saldırır, çünkü o ağaç, zamanında erkeğin (aile babasının) yok ettiği kadındır. Kadın artık bizatihi bir ağaca dönüşmüş, ona can vermiş ve ondan (doğadan, kara topraktan) can almıştır. Ev ona mı aittir yoksa doğa ile ev kesinlikle ayrılması gereken kavramlar değiller midir? Bierce bu soruyu gündeme getirerek “evcil” sandığımız değerleri sorgular.

Bu iki öykünün yayımlanmasından birkaç yıl sonra, 1907’de, yine bir korku edebiyatı ustası olan Algernon Blackwood tarafından yazılan “Söğütler” adlı öykü, az önce bahsettiğimiz iki metnin de ötesine geçerek, ağaçları bir insanla özdeşleştirmeden, onları asla bilemeyeceğimiz gizemleriyle birlikte ele alıp doğrudan öykünün anti-kahramanı hâline getirerek, ekolojik korkuda yeni bir sayfa açar. Ağaçların alacağı bir intikam yine mevcuttur ama bu artık insanlığı aşıp kozmosa, belki dünya dışı başka uygarlıklara kadar iliştirilebilecek bir korkunun ürünüdür. Bu yanıyla bir “kozmik dehşet” öyküsü olarak da değerlendirebileceğimiz öyküde, ağaçların varlığı, korkunun varolması için yeterli bir sebeptir, çünkü anlatıcımız ve arkadaşı, tam da uygarlığın kalbinde olduklarını sandıkları bir nehir gezisinde kendilerini ıssızlık diyarında bulurlar. Bir noktaya kadar öykünün kahramanı Tuna Nehri’dir, ama ne zaman ki çevredeki söğüt ağaçları nehrin gözden kaybolup gitmesine yol açacak kadar sıklaşıp çoğalır, artık öykünün kahramanı onlar olacaktır.

İsveçli arkadaşıyla beraber yaşadıklarını aktaran anlatıcımızın öykü boyunca en çok tekrarladığı tabirler “davetsiz” olmak, “yabancı” olmaktır. Sürekli o coğrafyada istenmediklerini düşünürler. Peki, onları istemeyen kimdir/nedir? Doğadır elbette. Her iki kahraman da uygarlığın günahını çıkarırlar âdeta. Doğa onlardan intikam alacaktır sonuçta, derslerini verecektir.

Blackwood’un kozmik dehşet çerçevesi (ki bunu başlı başına bir spekülatif kurgu türü olan tuhaf kurgu [weird fiction] için de genelleştirebiliriz), modern insanın önemsizliğine, yetersizliğine, küçüklüğüne odaklanır. İnsanın çevresindeki her yabancı ve yüce varlık, onda korku ve hayret birleşimi bir duygu; huşu uyandırır. Boğucu ama büyüleyici bir duygudur bu. “Söğütler” öyküsündeki kahramanımızın ağaçlardan duyduğu korku karşısında verdiği ilk tepkilerden biri, onlara tapınmaktır. Dinî bir çözüm arayışıdır bu. Hiçbir cevabı maddi dünyada bulamayan modern insan, kendisini dehşete düşüren ağaçlara taparak hayatta kalacağını düşünür. Bu bir siliniş, bir teslimiyet ânıdır. Başka bir uygarlığın, kanıtlanmış gerçekliğinin değil sadece hayalinin bile karşısında kendi uygarlığını feda eden insanın öyküsüdür bu. Başka dünyaların mümkün olduğunu kabul eden insan, bu dünyadaki iktidarından taviz verdiğini düşünecektir.

Modern insan, korku duygusu karşısında küçüldükçe küçülür ve ağaçların başka bir dünyanın dehşetini oraya (Avrupa’nın tam ortasına) getirdiğini hayal eder, çünkü bir yandan bu dehşete hayran, hatta eğilimlidir. 18 ve 19’uncu yüzyılların gotik edebiyatındaki kilise, katedral ve manastırların yerini 20’nci yüzyıl gotiğinde artık Doğa alır. Söğütler ise bu yüzyılın gotik kuleleridir. Doğanın karşısında uygarlık, artık bir bataklıktır. Kültür artık küflenmiştir.

Toprağa gömülen insan

Gotiğin temeline baktığımızda romantik edebiyatın nasıl derin bir kök saldığını görürüz ve doğanın romantik anlamda ele alınışının da, bu yazının konusu olan karanlığa etkisini fark edebiliriz. Örneğin, pastoral ya da rustik olarak tanımlayabileceğimiz bir Wordsworth şiirinde ekolojik bir tavır görebiliriz. Romantik edebiyatta doğa ve uygarlık arasındaki, aslında bir “çatışma” olduğunu gotik edebiyatla daha iyi görebileceğimiz ilişki zaten yadırgatıcı bir biçimde mevcuttur. Doğa, (günümüzde olduğu gibi) uygarlıktan kaçış yeridir. Ancak bu, hayattan ölüme, geldiğimiz yere, toprağa, kara toprağa kaçıştır. Doğa, gotik edebiyatta bir şato ya da kaleden, yani aristokrasiden, bir manastır ya da kiliseden, yani ruhban sınıfından kaçıp sığındığımız ormandır. Kimi gotik eserlerde orman özgürlüğe kavuşturucu, koruyucu bir yerken, kimilerinde ormanın kendisi karanlık, içinden çıkılması güç, gotik bir mekâna dönüşür. Bitkinin bir korku figürüne dönüşmesine, gotik ve botaniğin iç içe geçmesine şaşmamak gerekir. İnsan ölünce bitkinin besini olur. Doğa, insan türü için ölüm demektir.

Bizi ölümle yüzleştiren ekolojik korku öyküleri bize şunu anlatır: Doğa ile insan çarpışırsa, ekolojik uyum bozulursa, doğa zarar görürse, nihayetinde bundan zarar gören insan olur. İşte bu zararın anlatıldığı çağdaş ve yerli ekolojik kurgular arasında Anadolu Korku Öyküleri 3: Yılgayak’ta yer alan birkaç öyküye ve Giovanni Scognamillo’nun “Ağaç” adlı öyküsüne de bakılabilir. Yılgayak’ın ilk ve aynı zamanda kitaba ismini veren, Funda Özlem Şeran imzalı öyküsü, Orkide Ünsür’ün “Hasat” ve Işın Beril Tetik’in “Taş Uyur” başlıklı öyküleri gibi ekogotik yaklaşımıyla öne çıkan kurgular, çevresel unsurları Anadolu’daki yerleşik korkulardan, inanışlardan beslenerek ele aldıkları gibi, modern şehirlerle özdeşleşen korkuları da ekolojik faktörlerle ilişkilendirir. Lanet, suç, ceza, kötülük, intikam, hırs gibi gotik edebiyatın temelinde yatan temalar, toprakla, tabiatla, insanın çevreyle kurduğu ilişkiyle birlikte harmanlanır bu öykülerde. Scognamillo’nun “Ağaç” adlı öyküsü ise, bir “doğasever” olmayan, hatta doğaya karşı duyarsızlığı olan bir anlatıcının, bir ağaç hakkında anlattığı, dehşeti giderek artan bir öyküdür. Anlatıcının üst katlardaki evinin penceresine dayanan ve yavaş yavaş dallarıyla evi sarıp onu âdeta bir kafese dönüştüren bir ağaçtır bu. Fakat burada yine altüst edici, yadırgatıcı bir öyküyle karşı karşıyayızdır: Ağaç evi istila etmiştir neredeyse, fakat ev sahibi korkmak bir yana dursun, ağacın bu istilasından ve kendi esaretinden memnundur. Ağaçla arasında kötücül bir ilişki değil, tam aksine bir özdeşleşme, ortaklık söz konusudur. Öykünün finalinde ağaç ve insan aynı evi paylaşmaktadır. Her ikisi de ev sahibidir ama aynı anda komşuluk da yaparlar birbirlerine, bireysel alanlarına saygılıdırlar. Ağacın dalları uzanıp evin kapısını bile örter ve anlatıcıyı hapseder, ama bunun sonucunda kahramanımız vejetaryen olur, ağaç sayesinde daha sağlıklı bir insana dönüşür. Bu, bir yandan, insanın da ağaca dönüşümünün başlangıcını anlatan bir bitkisel hayat öyküsüdür. Son cümlesi hem doğayı över hem de insanı gömer: “İnsanlar mı? Rica ederim ne gerek var onlara?”

Çağdaş edebiyatın “ekogotik” metinleri arasında en çok ses getiren eser, Güney Koreli yazar Han Kang’ın birkaç yıl önce yayımlanan Vejetaryen adlı romanıdır. Aileye ve eve yabancılaşan bir kadının zamanla dönüşüm geçirerek bir bitki, sonuçta bir ağaç olmasını anlatır bu roman. İsmi Vejetaryen olsa da öykü et yemek hakkında değil, bitki olmak ve doğaya dönmek, toprakla bütünleşmek hakkındadır.[1]

Yirminci yüzyılın başındaki korku öyküleri, çevreyle ve ait olduğumuz yerle kurduğumuz ya da kuramadığımız ilişkiyi bireysel ve psikolojik izlekler sayesinde ele alırken, yüzyılın ikinci yarısında karşımıza çıkan bilimkurgu ve fantastik kurgu eserleri, örneğin Swamp Thing ve Siyah Orkide gibi çizgi-romanlar, Le Guin’in Dünyaya Orman Denir (1972), Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi (1954), John Wyndham’ın Triffidlerin Günü (1951) gibi eserleri daha ziyade toplumsal ve sosyolojik izlekler sergiler. Özellikle ekobilimkurguların, çılgın biliminsanı öykülerinin, post-apokaliptik anlatıların sayesinde spekülatif anlatıların fazlasıyla politik bir söylem yüklendiğini görmek mümkündür. Yirmi birinci yüzyılda ise, örneğin Han Kang’ın Vejetaryen, Rana Dasgupta’nın Tokyo Uçuşu İptal gibi metinlerinde ya da Anadolu Korku Öyküleri gibi eserlerde bireysel ve toplumsal izleklerin iç içe geçtiğini, yeşillik ve karanlıkla ilgili sorunlar çeşitlenirken çözümlerin de çeşitlendiğini ve anlatıların zenginleştiğini görebiliriz.

Bizi ölüm hakikatiyle yüzleştiren iki asırlık gotik korku öyküleri ile günümüzün ekolojik felaket kurguları, distopyaları arasında ortaklık bakidir.

Edebiyat, yokoluş hakkındadır; doğal olarak.

 

 

Kaynaklar:

Algernon Blackwood, “Söğütler”, Karanlıkta 33 Yazar 1 içerisinde, çev: Sönmez Güven, Barış E. Alkım, Ayşe Gorbon, İthaki Yayınları, İstanbul, 2000.

Funda Özlem Şeran, Demokan Atasoy, Uğur Batı, Ali Yeniay, Mehmet Berk Yaltırık, Orkide Ünsür, Murat Başekim, Işın Beril Tetik, Galip Dursun, Murat Baykan, Anadolu Korku Öyküleri 3: Yılgayak, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2017.

Giovanni Scognamillo, “Ağaç”, Dehşet Öyküleri içerisinde, +1 Kitap, İstanbul, 2006.

[1] Vejetaryen hakkındaki daha kapsamlı bir yazı için: https://t24.com.tr/k24/yazi/kara-topragin-oykuleri,1025