Yerin yerinden edildiği şehirde hafıza ya da haysiyet

"Çok tuhaf bir şey yapıyor Jaklin Çelik bu romanda. Dikkatimizi Beyfendi ile Yardımcı arasındaki hesaplaşmaya topluyor ama o hesaplaşmada İstanbul’un ben diyeyim son 20 yıl, siz deyin son asırda geçirdiği dönüşümü izliyoruz. Bu hızlı dönüşümün yarattığı baş dönmesiyle gözden kaçırdığımız kaideleri hatırlatıyor bize. Şehrin kaidelerini. Birlikte yaşamanın kaidelerini. Hayatta kalmanın ve hatırlanmaya değer hayatlar yaşamanın kaidelerini."

11 Mayıs 2020 22:13

Özlediniz mi İstanbul’u? Kimin İstanbul’unu özlediniz? Kalkıverseniz yerinizden ve her şey “normal” olsa ilk gideceğiniz semti neresi olur? Neresine vurulursunuz şehrin ya da ona bir kez daha vurulmak için hangi semtine uğrarsınız? İstanbul’da mı doğdunuz? Nereden geldiniz İstanbul’a? Neden geldiniz? Ananız babanız nereden gelmiş peki? İstanbul’un farkına ilk ne zaman vardınız? Nelerden vazgeçtiniz İstanbul’da yaşamak için? İstanbul’dan vazgeçer misiniz? Peki ne için? Nasıl bilirsiniz şehri? O da sizi bilir mi? Çok mu sıkıldınız sorulardan? Şehir de sıkılmıştır muhtemelen. Askıya asalım mı sorularımızı? Belki bir cevaplayan olur umuduyla ağyara duyuralım mı?

Jaklin Çelik’in Sarhoşların Perşembesi’ni okumaya başlamadan önce, şunu bilmenizde yarar var: İstanbul’la, İstanbul’da yaşama halinizle aranızdaki ilişkiniz iyice sarsılacak. Kendinizi hazırlayın, şehrin en eski duvarları dile gelip konuşacaklar, hem de her dilde. Anlayacaksınız o soruların neden şimdi, neden size yöneltildiğini. Soruları da anlayacaksınız. Korkmayın, cevaplar hep çalıştığınız yerden. Tek mesele şu: Acaba söyleyebilecek misiniz o cevapları diliniz acımadan ya da aklınız yanmadan? Gardınızı alın, kalkanlarınızı kuşanın. Şehrin artık onu herhangi bir “düşman”lıktan koruyamayan duvarları son bir hamle yapacak. Can havliyle yapılmış bu hamleye bir cevap vermelisiniz. Cüssesinden beklenmeyecek mesafede limanlara niyetlenerek kıyıdan uzaklaşan bir teknenin ardından el sallamak durumunda kalacaksınız. Ama öncesinde bir bodrum katında yitip gitmiş hafızanın yerinde kalan ucuz eğlencenin konuğu olacaksınız. Yetmeyecek, çelimsiz, kör köpekler ve meraklı çocuklar gözünüzün taaa içine bakıp, “sen öyle, ne ayaksın” diye soracaklar sizden duydukları korkuyu saklamaya çalışarak, “acımadı ki, acımadı ki” diye tekrarlayarak içlerinden.

Sarhoşların Perşembesi bir şehrin son demlerini anlatıyor. Varlıklı bir hanenin duvarlarıyla, kaldırım kenarında el kızlarına ev sahipliği yapan bir başka duvar arasındaki hasbihalle başlıyor her şey. Varlıklı hanenin besili ve gür sesli köpeklerinin sesleri, karşıdan karşıya geçmek için etrafı görmeye ihtiyaç duymayan bir sokak köpeğinin körlüğüne karışıyor. Gün görmüş, banka hesabında paraları olanlara iyi günler pazarlamış, lakin kendinden olanlara gün göstermemiş saygın bir müteahhitin karizmasının komşu esnafta yarattığı iştah dökülüyor satırlardan. Jaklin Çelik’in bakışların, duruşların, selam verişlerin ya da göz kaçırışların ayrıntılarında gizlenmiş niyetleri gözümüzün önünde olanca kıvraklıklarıyla çırılçıplak dans ettiren dili daha sözün başında tekinsiz bir yolculuğa çıkacağımızı haber veriyor. Küçücük bir sokağı çevreleyen, hatta o sokağı köşede kıstırıp boğan ilişkileri gözden geçiriyoruz. Müteahhit, mahalle esnafının umudu. Belki onların da dükkânlarını yıkar başlarına diye umut ediyorlar. Böylece ellerindeki gayrımenkulleri menkule dönüştürüp cilalanmış yepyeni yaşamlara yolculuk edebilirler. Herkesin aklında bu var. Kimse sığmıyor o sokağa. Herkes bir yerlere gitmek ama ille de bu yerden gitmek istiyor. Eski çünkü her şey; harap, bakımsız, içinde yaşanmış ama hiç özenilmemiş, üzerine titrenmemiş bir şehirde yaşıyorlar. Herkesin beklentisi var birbirinden, her nasılsa kimse kendinden bir şey beklemiyor. Unuttum söylemeyi, boşuna aramayın, öyküde hiç kimsenin adı yok, ama herkesin bir işlevi var. Herkes, diğerlerinin hayatlarında gördüğü işle adlanmış ve soylanmış.

Yıldız yıldız bir gece

"Geceye çekilen perdeler üzerindeki fısıltılı gölgeler de büyüyordu bir yandan. Tarihî Yarımadaya inen gece, insanları İstanbulun diğer semtlerine benzemeyen bir karanlıkla sarmalıyordu. Sahil kenarında demini denize vermiş ayyaşlar ve kaburgaları kayalıkların hırçın yüzünden merhamet dilenen meczuplar, sönmüş yeleklerin içinde suyun şişirdiği mültecilerin dalgakırana vuran bedenlerinden çıkan tok sesleri naralarıyla karşılıyorlardı. Yükselen sesler vagon gürültülerinden arınıp, birer çizgi halinde tekrar belirginleşiyor, göze kestirilen her boşlukta yükselen yeni siteler olarak şehrin içinden dışına doğru hareket ediyordu.” ( s. 33)

Romana ad olan Sarhoşların Perşembesi, Ortodoks Hıristiyanlığın önemli gecelerinden biri. Bittiğinde Paskalya’nın kutlanacağı Büyük Oruç günleri başlamadan önceki son akşam. O son akşam ille de et yenecek ve ille de şarap/rakı içilecek. Orijinal adı Khamis al Zekâre (خميس الذكارى), zikretme yani hatırlama Perşembesi. Ölüp gitmiş mü’minleri anmak için bir gece. Zamanla Khamis al Sekâre (سكارى) olmuş adı, Sarhoşlar Perşembesi. Hatırlamanın, yani hafızanın yerini sarhoşluk almış. Öyle bir gece yaşanacak Sarhoşların Perşembesi’nde. Bir masanın etrafında yenilecek, içilecek ve her şey unutulacak. Sonra bir kişi hariç herkesin unutmak istediği bir oyun oynanacak. O oyunu bir kişi hariç kimse unutamayacak. Unutmak istemeyenle, unutan ise aynı kişi değil. Unutmak istemeyen bir Yardımcı, unutan ise onun Beyfendi’si. Biz hep yaptığımız gibi şahit ve suç ortağı olarak Beyfendi ile Yardımcısı arasında, konusu haysiyet olan bir düelloya tanık olacağız. Yazık ki silahlar hileli, barut yerine hınç ve haset var kurşunlarda. İsimlerini bilmediğimiz ama cisimlerine ve hayattaki karşılıklarına gayet aşina olduğumuz birkaç kişinin tanıklığında gerçekleşecek bu düello.

Çok tuhaf bir şey yapıyor Jaklin Çelik bu romanda. Dikkatimizi Beyfendi ile Yardımcı arasındaki hesaplaşmaya topluyor ama o hesaplaşmada İstanbul’un ben diyeyim son 20 yıl, siz deyin son asırda geçirdiği dönüşümü izliyoruz. Bu hızlı dönüşümün yarattığı baş dönmesiyle gözden kaçırdığımız kaideleri hatırlatıyor bize. Şehrin kaidelerini. Birlikte yaşamanın kaidelerini. Hayatta kalmanın ve hatırlanmaya değer hayatlar yaşamanın kaidelerini. Bizleri bir arada yaşayabilir kılan sözsüz ve sessiz ortaklaştığımız kaideleri. Onlarsız hayatlarımızın ne hale geldiğini… Kimsenin masum olmadığı ama suçların eşit paylaştırılmadığı bir çözülme ve çözünmenin tarihini hatırlatıyor.

Karanlık bastı bizi

"Şehrin karşı kıyısında uzayan beton ve metal yığını ölçüsüz gökdelenler bu gürültünün omuzlarında boy vermiş birer çirkinlik abidesi olarak havanın kirine sarınmışlardı. Üst üste dizilmiş tost ekmeğini andıran yapılar arasında tek tük göze çarpan tarihî yapılar sanki bir el tarafından sökülmeyi bekliyorlardı. ‘Yıkılası şehir,’ dedi, bıkkınlıkla.” (s. 53)

İki duvar arasındaki hasbihalle başladığını söylemiştim romanın. Yıldızlı geceye ev sahipliği yapan hanenin tam karşısında bir başka duvar daha var. O duvarın sakinleri bir dilenci kadın, bir küçük çocuk ve bir köpekten ibaret. Kısa kesilen zorunlu temaslar ya da aslında olmayan kuralların ihlali dışında hiçbir ilişki yok hanesiz duvarın sakinleriyle varlıklı hanenin sakinleri arasında. Fakat nasılsa, Jaklin Çelik’in anlatısında akraba gibi duruyorlar. Sanki aralarında bir kan bağı var. Hayır, aslında kanlı bir bağ var. Bu iki duvar arasındaki gerilimin sebebi ilk bakışta zenginlikle yoksulluk arasındaki uçurummuş gibi duruyor. Ama öyle değil. O gerilim, hakikatte hayata dair arzu ve merakla, ateşi çoktan sönmüş bir hayatı ardında sürüklemenin verdiği bıkkınlık arasında. Hanesiz duvarın sakinlerinin hayatlarını yerleştirecekleri haneleri yok. Bir haneyi çevreleyen karşı duvarın arkasında yaşayanlardaysa hayatiyet yok. Hayatiyeti olmayanlar, hanesi olmayanlara karşı… Sizce bu kısacık roman bu derin çatışmayı nasıl bir sona bağlar?

Jaklin Çelik mesleği müteahhitlik olan seçkin bir Beyfendi’nin hayatını, hınç ve haset küpü Yardımcı’nın suretinde yeniden kuruyor. Karanlık bir hikâye anlatıyor. Katman katman birikmiş, el emeği, göz nuru, affı namümkün, lâkin cezası da çekilmemiş, yüzleşilmemiş suçları, günahları sayıp döküyor. İstanbul’un kendi gölgesinden ibaret kalmış bir sokağında, “e hadi ama, yapmayın bu eser hepimizin” diyeceğimiz türden bir manzume sunuyor okurlarına. Jaklin Çelik’in o capcanlı dili bu manzumeyi okunur kılıyor herkes için. Ama doğrusu kabullenmek ve etkisinden kurtulup okuma listesindeki bir sonraki romana geçmek hiç kolay değil.

Avutma her güne bin ümit verip

Jaklin’le 20 yıldır arkadaşız. Yazdığı hemen her şeyi ilk okuyanlardan biri oldum ve bunun için kendimi çok şanslı saydım. Şu romanın kaç kez yeniden düşünüldüğüne, yazıldığına, nasıl bir emekle, inatla ve dirayetle çıktığına şahidim. Ben de bu yazıyı birkaç kez kurdum. Dört yıldır görmediğim bir şehrin dönüşümünü anlatıyor bu roman. Ama bir “kentsel dönüşüm romanı” diye kolayca bir kategoriye sığdırılamaz. Çünkü kentin yüzeyinde başlayan dönüşümün kaynağının aslında nerede olduğunu sorguluyor. O kaynağa dair bir sezgiyi hikâyelendiriyor. Önceki romanı Öfkenin Şenliği’nde hafızaya direnmenin mümkün olup olmadığını, yüzleşmenin koşullarını, geçmişe dönen bakışın, gerçeklikten rüyaya ve kâbusa doğru nasıl yol aldığını tasvir etmişti. Öfkenin Şenliği de tıpkı Sarhoşların Perşembesi gibi karanlıktı. Okurunu seri üretim empatinin naylon yüzeyinde avutmuyor, aksine kurtuluşun hakikatin yakıcılığını, eriticiliğini kabul etmekten geçtiğini hatırlatıyordu. Gene mahallelerde, sokaklarda, virane evlerde ağırlıyordu bizi. Fareleri yoldaşımız eyliyordu. Çünkü Jaklin’in hayatı kolaçan ettiği yerler oralar. İnsanların kendilerini hayvanlarla –mümkün olan en ötekileriyle– kurdukları ilişkide ele verdiklerini gayet iyi biliyor. Öfkenin Şenliği anlatısını da dilini de sokakların kalabalığında, gündelik hayatın gürültücülüğünde, hafızanın aldatıcılığında ve şimdiki zamanın geçiciliğinde sınıyor. Sarhoşların Perşembesi’nde ise hafızayla haysiyet arasında bir ilinti kuruyor. Birini kaybettiğimizde diğerini koruyamayabiliyoruz. Hafıza kaybolduğunda haysiyet, haysiyet kaybolduğunda hafıza kaybediyor dokunulmazlığını. Çünkü hafıza haysiyetin, haysiyet hafızanın yurdu. Şimdi bu önermeden yola çıkarak bir daha bakalım: Milyonlarca yerinden edilmiş insan, yerin bile yerinden edildiği bir yerde ne bulabilir? Yerin yerinden edildiği bir yerde hafıza nerde birikir, haysiyet kimin vasiyetidir?

Baştaki sorularımıza dönelim mi?

Özlediniz mi İstanbul’u? Kime kaptırdınız onu?

Peşin cevapları unutun… İşe yaramıyorlar.