"Bana göre göç hayal kırıklıklarının ürünüdür"

Menekşe Toprak: İster mülteci akını, ister ben doğduğumda Almanya’ya işçi olarak göç etmiş olan babamın örneğinde, isterse de bugün Türkiye’den Batı’ya yapılan beyin göçü olsun, hepsinde, az ya da çok, vatanında bulamadığını uzaklarda arayan bireyin arzularını yakalarsınız

13 Haziran 2019 09:00

Hayatını bir valize sığdıran ama yazdıkları dilleri aşan Menekşe Toprak’la vatanı, vatansızlığı, gazeteciliği, kadınlık deneyimini, kitaplarını, yarattığı ve planladığı karakterleri konuştuk. “Yazarın vatanı çalışma masasıdır” diyen Toprak, “Kurgusal metinlerimde vatan olarak aranılan yer aslında belli bir bayrağın altında aynı dilin konuşulduğu toprak parçası değil. Bendeki vatan daha çok bir evle, ait olmakla, hatta bazen de kimlikle ilgili bir arayış sanırım,” bahsiyle de vatan tanımının kendindeki yansımasının altını çiziyor.

Yazar kimliğinizin yanı sıra kadın kimliğinizle de sizin için vatanın ne olduğunu anlatabilir misiniz? Sizin için tam olarak ne ifade ediyor vatan?

Aslında bugüne kadar yazdığım hikâyelerle peşine düştüğüm, kurgusal figürlerimin de aradığı, sorguladığı şeyi soruyorsunuz bana. Vatan, yurt, memleket… Bunlar aidiyetle ilgili kavramlar ve diyebilirim ki çocukluğumdan beri beni meşgul etmiş temel meselelerim. Ama son yıllarda giderek bu meseleyi daha az önemsediğimi de eklemek isterim. Tabii şunun altını da çizmeliyim: Kurgusal metinlerimde vatan olarak aranılan yer aslında belli bir bayrağın altında aynı dilin konuşulduğu toprak parçası değil. Bendeki vatan daha çok bir evle, ait olmakla, hatta bazen de kimlikle ilgili bir arayış sanırım.

Duygu Asena Roman Ödüllü romanınız Ağıtın Sonu’nda, Fatma karakterinin yıllar sonra yurtdışından İstanbul’a dönerken aradığı, özlediği memleket gibi mesela…

Hemen hemen böyle bir şey. Fatma’nın uzaktayken özlemiş olduğu belli bir mekândan çok, türküsüyle, yemeğiyle, doğasıyla, kokusuyla, dili ve esprisiyle kendi iç sesine karşılık gelen yaşama kültürü aslında. Bu kültür bir mahalle, bir topluluk, bir şehir, biraz daha genişletirsek bir ülke olabilir. Aslında teorik boyutlarını düşünerek yani kavramsallaştırarak yazmıyorum, edebiyatın buna müsaade etmeyeceğini ve böylesi metinlerin özgün olamayacağına da inanıyorum. Ama yine de pek çok öykümde ve her üç romanımda, farklı biçimlerde de olsa, vatan diyebileceğimiz ev ve mutluluk arayışını tematize ettiğimi görüyorum – yalnızlık ve mutsuzluk da buna dahil. Bazen o eve hiç varamadığımı, bazen de vardığımda o evin başka bir şeye dönüştüğünü biliyorum. Ama şu da var: Hikâyelerimdeki figürler zaten göçe hazır, yani vatanla olan ilişkileri zedelenmiş insanlar. Çünkü bana göre göç hayal kırıklıklarının ürünüdür. Konu hakkında biraz düşündüğünüzde her türlü göçün bir memnuniyetsizlikten kaynaklandığını görürsünüz. İster mülteci akını, ister ben doğduğumda Almanya’ya işçi olarak göç etmiş olan babamın örneğinde, isterse de bugün Türkiye’den Batı’ya yapılan beyin göçü olsun, hepsinde, az ya da çok, vatanında bulamadığını uzaklarda arayan bireyin arzularını yakalarsınız.

Yazdıklarınızdan yola çıkarak soracak olursam; karakterleriniz çoğu zaman yolculuğa hazır, ayrılınan yer ve varılacak yer arasında olma durumu hangisinin bir parçası? Vatanın mı, acı vatanın mı?

“Acı vatan” benim kavramım değil. Metinlerimde yerinde durmayan, bir yerden kalkmış diğer yere varmaya çalışan insanın kelime dağarcığında da yer edinmez. Bu, sadece kavramın çok demode ve fazlasıyla duygusal olmasıyla ilintili değil. “Acı vatan”, son derece duygusal, hiçbir açılımı olmayan, bence ön yargıyı da içeren bir ifade. Edebiyat açısındansa anlatıyı değil, değerlendirmeyi ve duygusal olarak kategorize etmeyi içerir. On yıllardır Almanya’da göç bağlamında kullanılan, artık klişeleşmiş “entegre olmama” ifadesinin göçmen cephesindeki ifadesi ve karşılığı bence “acı vatan”dır. Yani uyumun, anlaşmanın imkânsızlığına işaret eder. Benim kahramanlarımın uyumsuzlukları ise sadece göçle ilgili değil, çoğunlukla varoluşsal sorunlarla boğuşan, hayal kırıklıkları yüzünden sürgünlüğü yaşayan insanlar. Ötekiler yani. Bunlar bazen hem duygusal hem de bedensel olarak sömürülen kadındır, bazen çoğunluk toplumun içinde farklı inanca mensup, hatta farklı cinsel eğilimi olandır, bazen yaptığı işi sevmeyen, bazen de aşk acısı çektiği için sürgünlük yaşayandır. Üstelik bendeki göçmenler çoğu zaman tam bu “ötekililik” nedeniyle, mutsuzluktan kaçmak için de yer değiştirirler.

Tıpkı Ağıtın Sonu’ndaki Fatma gibi ya da Valizdeki Mektup’taki “Karşılaşma” adlı öykünün ben anlatıcı kadın kahramanı gibi. 

Evet. Ama şunu da unutmamak gerekiyor. “Vatan” ve “Acı vatan” kavramları bence hislerle ilgilidir, bu yüzden kişisel ve özeldirler. Örneğin Temmuz Çocukları romanımdaki Aysu için 15 yaşında ailesi tarafından zorla getirildiği Ankara “Acı vatandır“, ta ki Aysu iki yıl sonra âşık olana ve bu aşkın aynı zamanda Ankara’ya dair bir şey olduğunu anlayana kadar. Öte yandan bugün Almanya’da doğup büyümüş nesillerin vatanının Türkiye olduğunu iddia edebilir miyiz? Bu kesime hâlâ gurbetçi dememizin bir anlamı var mı? Bu politik bir tavır mı yoksa her konuda olduğu gibi burada da bir boş vermişlikle mi karşı karşıyayız? Bana kalırsa Almanya bu konularda daha ilerlemiş bir tartışma ve kavramlaştırma atmosferine sahip.

Siz aynı zamanda radyo gazeteciliği yapıyorsunuz. Aslında göçmen olmak kendi başına bile zorken göçmen bir gazeteci, yazar olmak insana fazladan ödevler yüklüyor diyebilir miyiz?

Ben radyoculuğu geniş çapta Türkçe yapıyorum. Zaman zaman Almanca yayınlara da çalıştığım oluyor ki bu durumda konularım doğal olarak Türkiye’yle, Türk edebiyatı ve kültürüyle ilgili oluyor. Aslında bir çeşit çevirmenlik görevi üstleniyorum diyebilirim. Bunu sorun olarak da görmüyorum. Asıl sorun yaratıcı metinlerde ortaya çıkıyor. Göçmen yazarın en büyük handikabı farklı bir kültüre ait bir hikâyeyi başka bir dilde yazarken çeviri yapması, o kültürü açıklama derdine düşmesi ve temsil görevini üstlenmesi. Bunlar yazarın özgünlüğünü yitirmesine, hatta bu özgünlüğü hiç kazanamamasına bile sebep olabilir bence. Ben Türkçe yazdığım için bu sorunun muhatabı olmadığımı düşünüyorum. Almanca yazan Türkiye kökenli yeni kuşak yazarların metinlerinde ise kimlik, aidiyet, ailenin göç hikâyesi, dışlanma, çok-kimlikli, çok-kültürlü insanların hikâyeleri ön plana çıkıyor. Bu konulara meyletmeleri sanki hem beklentilerden ve hem de yayıncıların yönlendirmelerinden kaynaklanıyor. Ama bir yandan da kimlik ve aidiyet konuları önemli meseleler ve göçmen kökenli yazarların bunları ele almasından daha doğal bir şey de yok. 

Göçmenliği deneyimlemiş ya da deneyimleyen yazarların arasında bir dayanışmadan söz edebilir miyiz?

Böyle bir dayanışmayı görüyorum. Özellikle Almanca yazan göçmen kökenli yeni kuşak gazetecilerin daha fazla ortak metinler ürettiklerine, etkinliklerde bir araya geldiklerine şahit oluyorum. Bunda bir nebze bu çağa dair bir PR ruhu da var bence. Bir yandan da yükselen sağa karşı birlik olma ve dayanışma ağları kurma eğilimini de görüyorum. Dayanışmak güzel ama bunun edebiyata bir katkısı var mı? Emin değilim.

Dilin ötekisi olmaya da değinilebilir. Dil de bir vatandır dersek, dilin ötekisinin yaşadıkları nelerdir?

Tabii ki mekân olarak yazarın vatanı çalışma masasıdır, masasındaki tek önemli araçsa dildir. Ama o dili oluşturan birikimi ve yaşamı da unutamayız. Ben bu yüzden hiçbir zaman Türkiye’yi tam anlamıyla terk etmedim. Eğer yazmıyor ya da Türkçe yazmıyor olsaydım, Türkiye ile olan ilişkim gevşerdi. Diyebilirim ki, ilk öykü kitabım yayımlandığından beri iki ülkeli yaşıyorum. Bunu tabii ki radyoculuk/gazetecilik mesleğim de kolaylaştırdı. 2009 yılından beri WDR radyo ve televizyon kanalının Türkçe yayınları için ağırlıklı olarak İstanbul’da çalışıyorum.

Hem gazetecilik hem de İstanbul’daki hayat, yazdıklarınızı ne yönde etkiledi? Son romanınız Arı Fısıltıları bugünün Türkiye’sini, şehirden doğaya kaçışı arılar ve ruhlar üzerinden anlatıyor.

Arı Fısıltıları için kısaca “şehrin vahşetinden kaçışın ve doğanın ruhunu arayışın metni” de diyebilirim. Yani bu da bir yönüyle bir geri göç romanı. Ama aslında Arı Fısıltıları ile klasik göç tematiğinden uzaklaştığımı sanıyorum. Bunun en önemli nedeni değişen dünyamızı, kendini dayatan doğayı kavrama isteğim. Bir yandan da yaş aldıkça kendimi daha az önemsediğimi görüyor, buna karşın doğayı, diğer canlıları daha farklı ve yakından okumam gerektiğini kavrıyorum. Arı Fısıltıları’nı bu kavrayışın ürünü olarak da okuyabilirsiniz.

Çalıştığınız, bu konuya dair, hâlihazırda bir romanınız olduğunu biliyorum. Ne aşamada roman ve kendi deneyiminiz ne kadar besliyor?

Aslında klasik bir Suat Derviş biyografisi yazmıyorum, zaten böyle bir biyografi de var. 1920’lerin sonlarından itibaren Berlin’de başlayan, İstanbul’da devam eden ve sonunda unutulmaya doğru giden bir kadın yazarın var olma mücadelesi bu. Yazımı daha yavaş ama şimdiden giriş bölümü Fransa’da çıkacak olan farklı dillerde yazan (göçmen) yazarların metinlerinden oluşan bir antolojiye alındı. Yaşamadığım, uzak bir dönemi araştırarak kurguladığım bir metin olduğu için tek bir cümle kurmak için bile onlarca kitap okumak gerektiğini anlıyorum. Tabii bu arada yazdıkça kendime yaklaştığımı da söyleyebilirim, bu yüzden de tipik bir Suat Derviş portresi ve karakterinden öte, varoluşun ve unutuluşun hikâyesine doğru gidiyor roman.

 

Menekşe Toprak fotoğraf: Giorgia Fanelli