Yayıncısını arayan yazar: Mehmed Uzun

"1992 yılının geç bir sonbaharında memlekete gelen Mehmed Uzun, her sohbette bir şeyler anlatmaya başladığında, sürgünlük yılları, gezdiği dünya, Avrupa şehirleri herkesin ilgisini çekiyor, söz Kürtçe roman yazma bahsine gelince dikkatler dağılıyor, önemsiz bir şeyler anlatıyormuşçasına dinleyicilerin de ilgisi azalıyordu: Romanı falan bırak, o gelişmiş dillerde yazan yazarların işi, sen bize Avrupa’yı anlat!"

“Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede...”

Kavafis

1992 yılının geç bir sonbahar günü, İstanbul’da, Beyoğlu’nda bir sinema çıkışında karşılaşmasaydık, ikimizin de “abi” dediği Ümit Fırat bizi tanıştırmasaydı, birlikte biraz sonra üzerimize boşalacakmış gibi duran yağmurdan kaçarcasına Arif’in Yeri’ne gitmeseydik, yol boyunca bana bir yıl önce çıkan Eski Zaman Eşkıyaları (ne tuhaf, benim de ilk kitabımı Sel Yayıncılık basmıştı) kitabımdan bahsetmeseydi, o anlattıkça ayaklarım yerden kesilmeseydi, bir iki gün sonra yine aynı yerde, bu kez Sıraselviler Caddesi’nde hızlı hızlı bir ahmakıslatandan kaçarken, onun “Yaşar Baba”, benim “Yaşar Abi” dediğim koca Yaşar Kemal, “Ulan Memo, bir romanını Türkçeye çevirsene, biz de okuyalım” dediğinde o da, “Bir yazar kendi kitabını başka dile çevirebilir mi, bilmem ki” demeseydi, o sırada Yaşar Kemal etrafında birisini arıyormuş gibi yapıp, aradığı şeyi bulmuş gibi, gördüğü tek gözüyle bana kocaman kocaman bakmasaydı, ardından da aradığı şeyi bulmanın verdiği sevinçle, “Kuro, sen çevir, senin Türkçen çok iyidir, o eşkıyaları ne güzel anlatmışsın” demeseydi ben onun çevirmeni olur muydum, o benim yazarım olur muydu, bir süre sonra akraba olur muyduk bilmem ama bildiğim bir şey var; diğer meleklere benzemeyen, çok seçici, hangi omza konacağını, kimin kulağına nefesini üfleyeceğini bir kendisi, bir de yaratıcısının bildiği edebiyat meleği, kalbi aynı şey için çarpan, tanışmadıkları zamanda da birbirini tanıyan, bir araya getirirsem buradan kesin bir kıvılcım çıkar dediği kişileri ne yapar eder buluşturur; bir görevi de budur zaten.

1992’nin geç bir sonbaharında İsveç’ten, onun hüzünlü şehri Stockholm’den beklenmedik uzak bir konuk gibi çıkageldi. Ortalık pek dağınıktı. (Vatandaşlıktan atılmıştı, tekrar vatandaşlığa alınmasında dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in çok yardımları oldu, yakın bir zamanda bir uçak yolculuğunda anlattı bana Hikmet Abi o günleri.) On beş yıldan beri memleket hasretiyle yanıyordu içi. İçinden geçenleri o zamana kadar yazdığı dört romana dökmüştü. Romanları kuzeyin o soğuk ülkesinde kendi dilinde, Kürtçe basılmıştı. Bütün dostları Türkiye’deydi. Şimdi her biri kültür sanat camiasının birer aktörü olan bir yığın yazar, şair, âlim, siyasetçi, kültür insanıyla hapis yatmıştı. Çoğu onu unutmuş, bir kısmının hafızasında da uzun boylu, kitap kurdu, dirayetli, meraklı bir genç olarak kalmıştı.

O yüzden her sokak başında eski bir dostuna rastlıyordu. Gitmek istediği her kültür kurumunda mutlaka bir tanıdığı vardı. Her lokantada, her meyhanede bir arkadaşı çıkıyordu karşısına. 15 yıllık sürgünden dönmüştü, çocuk gibiydi, her şeye hayretle bakıyordu, Türkçedeki değişimin gerisinde kalmıştı, konuşma dili eskiydi, espri yaptığında Yılmaz Erdoğan, “Mehmed abi, bu şakalar Vahi Öz döneminde kaldı” diye takılıyordu. Şakadan anladığı için bu tür latifelere dakikalarca gülüyordu, sürgünün uzun yılları boyunca içine attığı bütün sevinçleri İstanbul sokaklarına saçıyordu.

Mehmed Uzun, Yavuz Şimşek, Yaşar Kemal, Gülistan Kızılkaya, Yılmaz Erdoğan, Muhsin Kızılkaya. ('96-97 yılbaşı gecesi, Stockholm'de Mehmed Uzun'un evi.)

Bir planı var mıydı, bugün ulaştığı seviyeye dair bir hayal kuruyor muydu, bilmiyorum ama şunun farkında olduğunu çok iyi biliyordum:

Yazdığı Kürtçe romanların Türkiye’de henüz pazarı yoktu. Kürtçe okumayı bilenler bile kendine güvenmiyor, dilini taşıyamadığını sanıyordu. Her şeyden önce Kürtçe belki de yeryüzünde çok az dile uygulanan ağır bir zulüm altındaydı. Dil gereğinden fazla derecede siyasetin dolaylı aracı haline getirilmişti (hâlâ da öyle)... O yüzden de o dilin sahiplerine nasıl işkenceler yapılıyorsa, dile de aynı muamele yapılıyordu. Kürtçe Filistin askısına asılmıştı. Hayati organlarına elektrik veriliyor, tırnakları çekiliyor, dişleri sökülüyor, koltukaltlarına haşlanmış yumurta sıkıştırılıyordu. Aşağılanan, horlanan dil, edebiyatın, müziğin, romanın, hikâyenin hâsılı kültürün-sanatın alanından çıkarılmış, hamalların, inşaat işçilerinin ürkek türkülerine, daracık dünyalarına hapsedilmişti. Değil Kürtçe romandan bahsetmek, Kürtçe ağlamak bile imkânsızdı neredeyse.

Ankara  Ulucanlar Cezaevi 1976:
Ayaktakiler, soldan, Rüştü Metevellizade, Ahmet Göksoy, Mehmed Uzun, İkram Delen (kasketli olan)
Oturanlar (sol başta) Taner Akçam, (ortada) Orhan Kotan, Mehmet Şahîn, (sağ başta) Bülent Forta

Devletin bu politikasının entelektüel muhitlere yansıması da pek sorunluydu. Birçok aydına, yazara göre Kürtçe edebiyat yapmak imkânsızdı. Aslında haklıydılar; okulu olmayan, enstitüsü olmayan, sözlükleri olmayan, kurumları olmayan, eğitim öğretimi yapılmayan bir dilde edebiyat yapmak eşyanın tabiatına aykırıydı. Okudukları, bildikleri onlara bunu öğretmişti. Okulda öğrenilmeyen bir dilin edebiyatı ancak birkaç sözlü üründen müteşekkil olabilirdi. Dolayısıyla birisi “ben Kürtçe roman yazıyorum” diyorsa, bilin ki kimseyi ilgilendirmeyen kısa hayat hikâyesini yazıyordu. Dilde mucizelerin yeri olduğunu bilmiyorlardı galiba, çünkü Kürtçe edebiyat yapanlar çoktan bu mucizeyi gerçekleştirmişlerdi.

1992 yılının geç bir sonbaharında memlekete gelen Mehmed Uzun, her sohbette bir şeyler anlatmaya başladığında, sürgünlük yılları, gezdiği dünya, Avrupa şehirleri herkesin ilgisini çekiyor, söz Kürtçe roman yazma bahsine gelince dikkatler dağılıyor, önemsiz bir şeyler anlatıyormuşçasına dinleyicilerin de ilgisi azalıyordu.

Romanı falan bırak, o gelişmiş dillerde yazan yazarların işi, sen bize Avrupa’yı anlat!

Oysa o bambaşka bir derdin peşindeydi, edebiyata bulaşmıştı, olmayan bir dilden modern roman yazmanın tekniğini bulmuştu, bunu anlatmak istiyordu, yaptığı edebiyata “angaje edebiyat” diyordu, Goethe’nin “dünya edebiyatı” kavramını sorguluyordu, “edebi kanona” dair Türkçede çıkan kitapları merak ediyordu.

Yol açıldı, Türkiye’ye geldi gitti, geldi gitti. Her gelişinde bana biraz daha cesaret verdi. Yaşar Kemal’in önerisini ciddiye almıştı. Doz Yayınları iki romanını Kürtçe yayınlamıştı İstanbul’da, bunlardan birini ben Türkçeye çevirecektim.

Benim o zamana kadar Kürtçeyle ilişkim konuşma (İstanbul’daki çevremde ne kadar konuşuluyorsa artık) düzeyindeydi. Yaşar Abi ağır bir yük bindirmişti sırtıma. Daktilom bile yoktu, bir tomar kâğıt aldım önüme, daha sonra Yitik Bir Aşkın Gölgesinde adıyla yayınlanan Siya Evînê’yi çevirmeye başladım büyük bir heyecanla. Daha ilk sayfada bilmediğim bir yığın kelime çıktı karşıma. Oturdum çetelesini yaptım kelimelerin, henüz Kürtçe bir sözlük yoktu piyasada.

Aylarca süren çeviri serüveni boyunca Stockholm’deki evinin telefonunu iki defa çaldırıp kapatıyordum, ardından o beni arıyor, listesini yaptığım kelimeleri ona söylüyordum, o karşılıklarını bana yazdırıyordu telefonda.

Yeryüzünde bu usulle yapılmış bir edebiyat çevirisi var mı, bilmiyorum, bu ilk de ikimize nasip oldu böylece.

Bazen şevkim kırılıyor, bu işi beceremeyeceğimi söylüyordum, o da bir yığın cesaret verici sözleri yanında beni teşvik ediyordu. Arada bir de Yaşar Kemal arayıp çevirinin nasıl gittiğini soruyordu.

(Ölümünün ardından mektuplarını tasnif ederken Yaşar Kemal’in de birkaç mektubunu buldum arşivinde. Belli ki Yaşar Abi’ye arada bir beni zorlamasını rica etmiş, Yaşar Kemal’in mektubundan anlaşılan bu.)

27 Mayıs 1994

Sevgili Mehmed,

Mektubun epeydir masamın üstünde duruyor. Bu bizim Türkiye’de yaşamak zor. Yazarca çalışabilmek de insanüstü bir güç istiyor. Yeni romanın birinci cildini bitirdim. Üç cilt oluyor. Umudum yılbaşından önce bitirmek.

Herhangi geziye çıkmağa hiç vaktim yok. Curman’a selam söyle. Türkiye’de bir yazar değil yazmağa, soluk almağa bile vakit bulamaz. Ben bir roman bitirdikçe, nasıl oldu da roman bitti diye şaşkınlık içinde kalıyorum. Bana öyle geliyor ki, insan çok dayanıklı bir yaratık. Hem Türkiye’de yaşayacak hem de yazabileceksin.

Gözlerinden öperim.

(Muhsin’e telefon edeceğim.)

Yaşar Kemal [1]

Böyle böyle, onun verdiği cesaret, Yaşar Kemal’in birkaç telefonuyla romanın çevirisini bitirdim; Yaşar Kemal okuyan ilk kişi olacak ve bir de önsöz yazacaktı!

Bütün bir ‘94 yazı Mehmed Uzun’a bir yayıncı bulma arayışımla geçti. O yıl İsveç’te kendine yeni çıkan bir dizüstü bilgisayarı aldı, eski masaüstü bilgisayarını da bana verdi. Çeviri o bilgisayardaydı ancak disket haznesi bozuktu, çıktı alamıyordum.

Yaptığım ilk şey eski bir yazıcı uydurmak oldu makineye. Yazıcıyı tedarik ettim etmesine de, toneri çok pahalıydı bu meretin. Bütün romanın çıktısını almak her defasında bana pahalıyla mal oluyordu. Zaten iyi bir editör, iyi bir kitabın birkaç sayfasını okuduktan sonra anlar elindeki malın cinsinden. Onun için çevirinin yaklaşık otuz sayfasını çıkardım yazıcıdan, birkaç gün sonra Metis Yayınları’nın yolunu tuttum.

Çok değil, kısa bir süre içinde geldi cevap; ret! Gerekçelerini şimdi bütün ayrıntılarıyla hatırlamıyorum ama galiba yeterince edebi bulmamışlardı. Oysa yayınevi olarak duyarlıydılar Kürtçeye, basacak değerde bir eser bulurlarsa hiç düşünmeden basmaya hazırdılar.

Metis’in romanını reddettiğini telefonda söyledim ona. Çok üzülmedi, tam tersine bana moral verdi, “Orası olmasa başka yere ver, sen kimi uygun görürsen” falan gibi bir şeyler söyledi.

İkinci adres İletişim Yayınları’ydı… Sonradan benim kitaplarımı da yayınlayan, hemen hemen bütün çalışanlarıyla dost, ahbap olduğum, yayın kurulunda Ömer Laçiner gibi bir ağabeyimin olduğu, arkadaşım Orhan Pamuk’un da söz sahibi olduğu İletişim Yayınları’na romanın çıktısını değil de, bilgisayarımı götürdüm. Disket yuvası bozuk olduğu için diskete alamamıştım, yaklaşık yüz elli sayfalık çıktı da bana pahalıyla patlayacağından, bilgisayarı komple sırtlayıp, belediye otobüsüne binerek Cağaloğlu’nun yolunu tuttum.

Ara kablo koydu teknisyen, bir çıktı aldı. Bir süre sonra geldi haber; oradan da ret kararı çıktı. İletişim’in ret gerekçesini Mehmed Uzun’a izah etme görevi, o zamanlar yayınevinde aynı zamanda editörlük de yapan ortak arkadaşımız Orhan Pamuk’a düştü. O sırada Yaşar Kemal Der Spiegel’de çıkan yazısından dolayı DGM’de yargılanıyordu, Mehmed de duruşma için bir grup dünya yazarıyla birlikte Türkiye’ye gelmişti.

Mahkeme kapısında buluştuk Orhan Pamuk’la, Beşiktaş’ta deniz kenarında bir lokantada oturduk üçümüz. Orhan Pamuk bu arada romanın çıktılarını almış yayınevinden, okumuş, notlar almış, dersini iyi çalışmış, görüşmeye öyle gelmişti. Öğle yemeği yerken konuşmaya başladı Orhan. Uzun, çok uzun şeyler anlattı romanına dair. Bir kere Kürtçe yazılmış bir roman olduğu için çok kıymetliydi. Mutlaka yayınlanmalıydı, bunlar Türkiye’deki kültür hayatını zenginleştirecek şeylerdi. Ama bu haliyle romanın İletişim tarafından basılması mümkün değildi. Değişiklikler öneriyordu. Aldığı notlara baktı, bazı bölümlerin çıkarılmasını önerdi, bazı yerleri sanki yeniden yazmasını istedi.

Büyük bir dikkatle, büyük bir olgunlukla, hiç ama hiç araya girmeden dinledi onu Uzun. Renk vermedi. O romanın yazarıydı, ben de çevirmeni. Karşımızda da on yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacak, Türk edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en büyük romancılardan birisi vardı. Arkadaşımızdı, onu tanıyordu, çabasına değer veriyor, Kürtçenin her tarafını sarmış olan bu korkunç cendereden kurtulmasını canı gönülden istediğini biliyorduk.

Orhan Pamuk konuşmasını bitirdiğinde Mehmed pek cevap vermedi.

“Çok teşekkür ederim Orhan” dedi. “Vakit ayırıp romanımı okuduğun için sağ ol” diye de ekledi.

Sonra başka şeylerden konuştuk, denizi seyrettik, lezzetli kebaplar yedik.

Belli olmuştu, Siya Evînê (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde) İletişim Yayınları arasından da çıkmayacaktı.[2]

Yeni bir yayıncının kapısını çalmalıydım. Sırada Erdal Öz ve Can Yayınları vardı şimdi de. Erdal Öz, Mehmed Uzun’un “hapishane” arkadaşıydı; 12 Mart’ta, Mamak’ta birlikte yatmışlardı. Erdal Abi’ye telefon ettim ve bir gün elimdeki çıktıyı Galatasaray’daki bürosuna teslim ettim.

Ve beklemeye başladım. Bahar yaza döndü, bir gün haber geldi rahmetli Erdal Abi’den, kitabı basmayacaklardı, gerekçesi tek bir cümleydi, telefonda söyledi bana:

“Yahu Muhsin, bu roman milliyetçi bir roman be… Benim sevdiğim bir tür değil.”

Yapılacak bir itirazın yeri ve anlamı yoktu, belli olmuştu, İstanbul’daki büyük yayınevlerinin hiçbiri Mehmed Uzun’un romanını basmayacaklardı.

Oysa benim derdim başkaydı. Bir sürü yerde bir sürü irili ufaklı yayınevi vardı, hepsi de o dönemde Kürtlerle ilgili kitaplar basıyordu ve bu işin pazarı o zamanlar oldukça iyiydi. Yani elimdeki romanı alıp herhangi bir yayıncıya versem, seve seve basardı. Hem o çevrelerde Mehmed Uzun’un bir adı vardı hem de Kürtçeden çevrilmiş bir roman okur için çok cazip olabilirdi.

Ama ben küçük bir yayınevinden çıksın istemiyordum. Hemen her gün birkaç tane basılan, Kürtlerle ilgili sıradan bir kitap muamelesi görsün istemiyordum çünkü. Eğer roman ciddi bir yayınevinden çıkarsa aynı ciddiyetle yaklaşırlardı okurlar da. Belki de eleştirmenlerin de dikkatini çekebilir, uzun yıllardan beri varlığı inkâr edilmiş, horlanmış, yara bere içinde bırakılmış Kürtçeyle de roman yazılabildiğini göstermiş olurduk bazı yerlere böylece. Israrım bundandı.

Ama sanırım kitabı götürdüğüm yayınevlerinin editörleri böyle düşünmüyordu. Böyle düşünmek zorunda da değillerdi kuşkusuz. Sonunda yayınevi dediğin ticari bir müessese, birtakım ölçüleri var, onlara göre hareket etmeliydiler.

Sonra “Kürtçe roman” terimi onlara da yabancıydı o zaman. Kürtçe dediğin, Ortadoğu’da okuma yazması yok denecek insanlar arasında konuşulan, yazılı geleneği yok denecek kadar az, iptidai bir dildi! Bu dille şiirler yazılmıştı, birtakım sözlü edebiyat örnekleri vardı, bir iki manzum eser de yok değildi ama “Kürtçe modern roman” terimi o zamanlar duyulmuş bir şey değildi.

Bu dille yazılmış hemen hemen her metin, dilin içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan özelliğinden olsa gerek, politik telakki edilmişti o zamana kadar. O halde Kürtçe yazılmış her şey milliyetçi, ideolojik, didaktik, birilerine bilinç götürme vazifesini üstlenmiş şeyler olmalıydı. Bunların dışında, başka dillere çevrildiği zaman da bir anlam ifade eden, kahramanlık menkıbesi olmayan, halka bilinç götürme vazifesi üstlenmemiş, edebi kaygılar da taşıyan iyi metinlerin yazılıması o editörlerin pek düşündüğü bir şey değildi.

Mehmed Uzun’un romanına da böyle yaklaştıklarından eminim.

Örneğin Erdal Öz’ün “bu roman milliyetçi” saptamasına karşı Mehmed Uzun’un neler düşündüğünü biliyordum. Ona göre siyasi, milliyetçi roman tartışmasına girmenin anlamı yoktu, tartışılması gereken edebiyatın bir ideolojiye uyarlanmasıydı. Kötü olan ideolojik edebiyattır, edebiyatın bir ideolojinin, bir rejimin emrine sokulmasıdır. Bu tür edebiyat bireyin ruhunu esir alır, “kirli edebiyattır” böylesi bir edebiyat.

Onun bu taraklarda bezinin olmadığını nasıl anlatabilirdim ki henüz yolun başındayken?

Homeros’tan günümüze kadar her dönemde iyi edebiyat, özellikle sürgün edebiyatı, büyük sosyal altüst oluşların, siyasi depremlerin tam ortasında yer alan çaresiz, şaşkın bireyin dramını anlatmıştı. İyi edebiyat, neyi anlatırsa anlatsın, bireye dayanma gücü veren, umut aşılayan tanıklık edebiyatıdır. İdeolojik edebiyat ise tam tersine, bireyi kolektif ideolojiye göre terbiye etmeye çalışan, bireyi mürit haline getiren, estetikten uzak, kör göze parmak mesaj kaygılı edebiyattır. İyi edebiyat bireyin ruhundaki depremleri tasvir eder, tedirginlikleri araştırır, ufkunu açar, sorgular, ideolojik edebiyat ise her şeyi kaba mesajın altına saklar, onun emrine verir, kaba bir şekilde över, küfür eder, soruların basit cevaplarını ardı ardına dizer ve bireyi şartlandırır, bireyi ideolojiye, lidere, harekete itaat eden bir robot haline getirir. İyi edebiyat etikle estetiğin mükemmel uyumu, ideolojik edebiyat ise emir komuta zincirinin mükemmel birliğidir.

Yaptığımız saatler süren sohbetlerden çıkardığım, yazdığı metinlerden anladığım edebiyat anlayışı buydu. Bütün çabası “iyi edebiyat” yapmak olan, ideolojilerden çok çekmiş, çoktan o tür kaba fikirlerden kurtulmuş ve kendini sadece ama sadece “iyi edebiyatın” emrine vermiş bir yazarın tek bir metnini okuyarak onu “milliyetçi” veya “ideolojik edebiyat” yapmakla suçlamak ne derece haklı olabilirdi? Erdal Öz’ü –ki “iyi edebiyattan” anlayan bir yazar-yayıncıydı– sanırım bu fikre iten, Uzun’un eseri değil de, Kürtçeyle ilgili yukarıda da sözünü ettiğim genel bir önyargı, bir koşullanmaydı.

Kürtçe için mücadele etmek siyasi bir faaliyetti, o halde bu dille edebiyat yapmak da “ideolojik” amaçlı olmalıydı. Zaten Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının ilk dönem yazarları da böyle yapmamış mıydı? Yakup Kadri Yaban’ı niçin ve kimin için yazmıştı, Esat Mahmut Karakurt’un romanları neyi anlatıyordu?

“Angaje” edebiyatla “ideolojik” edebiyat arasında dağlar kadar fark vardı, bunların tümünü Mehmed Uzun’dan duymuştum.

Cağaloğlu Yokuşu’nun başında bir akşamüstü Belge Yayınları’nın sahibi Ragıp Zarakolu çıktı yoluma. Ayaküstü hal hatır sorduk birbirimize. Hâlâ “zararlı” sayılan Ermeni, Kürt edebiyatından kitaplar yayınlamaya devam ediyordu Ayşe Zarakolu’yla birlikte. Haklarında açılmış yüzlerce dava vardı.

Birlikte yürümeye başladık, Mehmed Uzun’un kitabından bahsettim ona. Durdu, gözleri açıldı, Uzun’u biliyordu zaten, kendisine verirsem eğer romanı hemen basmaya hazırdı, seve seve yapmak istiyorlardı.

Söz vermedim, Mehmed’e sormalıydım. Akşam telefon edip durumu bildirdim. Kitabı büyük bir yayınevinden çıkarmanın hiçbir yolu kalmamıştı, Belge’ye vermekten başka yol yoktu.

Onayını aldım ve Belge Yayınları’na teslim ettim Yitik Bir Aşkın Gölgesinde’yi.

Kasım ayında, TÜYAP Kitap Fuarı’nda “Edebiyat ve Çokkültürlülük” adlı bir konferans vermek üzere İstanbul’a geldiğinde, hem Yitik Bir Aşkın Gölgesinde Belge Yayınları hem de Bira Qederê Avesta Yayınları arasından çıkmıştı.

Böylece İstanbul’da üç romanı anadili Kürtçeyle okur karşısına çıkmış, bir romanı da Türkçeye çevrilerek yayınlanmıştı.

Şimdi durup okuru beklemenin sırasıydı!

Meğerse oradaymışlar, uzun bir süreden beri bekliyorlarmış… Hücum ettiler, elinden ekmeği alınmış açlar gibi, suya hasret bırakılmış esirler gibi… Ama mağrur, ama kendinden emin… Kitap baskı üzerine baskı yaptı.

Ardından geldi çeviriler. Sonra yayınlasınlar diye teker teker kapısını çaldığım bütün yayınevleri bu kez kendileri gelip transfer etmek istediler onu. Çok iyi para teklif edenler de oldu...

1992 yılının geç bir sonbaharında, Beyoğlu’nda karşılaştığımızda, yazarlığı için, romanları için bu ülkede nasıl bir hayal kurmuştu bilmiyorum ama birkaç yıl içinde hayal ettiklerinin daha büyüğüne ulaştı. Mutluydu, başarmıştı; hem Türkçe hem Kürtçe romanları baskı üstüne baskı yapıyordu.

Tam oturup sefasını süreceği, yeni romanlara zaman ayıracağı en verimli döneminde, daha çok gençken kanser illeti gelip midesine oturdu. Hayat onu kaybetti, tam 13 yıl oldu!

Belge Yayınları’yla başlayan Mehmed Uzun’un Türkçedeki macerası iki büyük yayınevinden sonra şimdi Sel Yayıncılık’ta devam edecek.

Yolu açık olsun!

 

NOTLAR


[1] Yaşar Kemal’in bitirdim dediği romanı, “Fırat Suya Kan Akıyor Baksana”, “Curman” dediği de, o sırada İsveç Yazarlar Birliği Başkanlığını yapan yazar Peter Curman’dır. Mektuptan belli ki Uzun, Kemal’i İsveç’e davet etmiş.

[2] Mektuplarını tasnif ederken, arşivde Orhan Pamuk’un Mehmed Uzun’a gönderdiği bir faks buldum. Pamuk’un, Mehmed’in romanı bir sene sonra Belge Yayınları arasından çıkınca, bir tanıtım yazısı yazsınlar diye Cumhuriyet Kitap editörlerinden ricacı olduğu anlaşılıyor:

“28 Kasım 1995
Sevgili Mehmed,
Şimdi Cumhuriyet’e telefon ettim. Senin kitap için ne yapıyorlar sormak için.
Turhan Günay, “Ragıp (Zarakolu) şimdi karşımda, kitabı getirdi” demez mi? Rastlantı.
Neyse, bir şeyler yapacakları kesin.
Faksların için de çok teşekkür ederim kardeşim.
Sevgiler.
Orhan”