Wilhelm Genazino: bir özgürlük arayışı

“Şiddet sadece negatiflikten değil, pozitiflikten de doğar. Genazino’nun romanları pozitiflik toplumunun işlediği bir dünyada nefessiz kalmış karakterlerle doludur. Negatifin dışlandığı, çıplak yaşamın mutlaklaştığı bir dünya düzeninde, ölümü, aşkınlığı hatırlatacak hiçbir eprimişliğe, çürümeye yer yoktur.”

11 Şubat 2021 18:00

Daha çok yazmasını istediğimiz yazarlar vardır. Onların bu edimlerine duyduğumuz arzu, metinlerinden devşireceğimiz hazzın dışında, bugün içinde sıkışıp kendimize ve başka’ya yabancılaştığımız dünyada bize daha fazla özgürlük ve kendilik imkânı yaratmalarındandır. Hakikatle kurduğumuz her temasın sürekli olmasını arzulamamız özgürlük istencimizle doğrudan alakalı, ona bağlı, ona yöneliktir. Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk romanıyla tanıdığımız, ardından Jaguar Kitap tarafından yayınlanan O Gün İçin Bir Şemsiye, Aşk Aptallığı, Elden Düşme Dünya isimli kitaplarıyla daha da bir sevdiğimiz Wilhelm Genazino farkına varılmadan hayatımıza giren ve soluduğumuz havayı yavaş yavaş kesen deformasyonları bütün kitaplarında karakterlerinin öteki ile ilişkilerinde ve kendi içsel monologlarında ifşa eder.

Genazino’nun Türkçedeki dört romanı da dışarıda başlar ve büyük ölçüde dışarıda, kafelerde, lokantalarda, cadde ve sokaklarda devam eder. Öyle ki, yarattığı karakterlerle bütün bir Almanya’yı onlarla beraber gezip onlarla beraber etrafı izlerken, onların bize gösterdiği şeylerin dikkate değer olup olmadığı daha ilk sayfalarda zihnimizi şöyle bir yoklar: “Bir kez daha etrafımda olup bitenlerin ilgimi çekip çekmemesi gerektiğini düşünüyorum.” (Aşk Aptallığı, s. 7) Ama bu geçici bir şüphedir. Hem yazarın ısındığımız müstehzi tutumu hem de ‘göğsümüzdeki ağrıya benzer şey kaybolana kadar dolaşma’ ihtiyacını hayatımızda en az bir kez hissettiğimizden ötürü bile isteye onun peşine takılırız. Nesnelerin birdenbire yüzeye çıkıp birdenbire yok olduğu, üzerlerine hiçbir anlamın sinmesinin mümkün olmadığı bir dünyada projeksiyonunu, eprimiş, tarazlanmış, solgun, sıra dışı olan ne varsa oraya tutar. Onun kahramanlarını kimi zaman gündüz bir delinin peşine takılıp giderken görürüz, kimi zaman da sıkıcı bir akşam üzeri kanat çırpan bir kuşu, engele takılmış bir karıncayı izlerken. Bütün bunlardan kalpleriyle dünya arasındaki mesafeye ve hayatın tuhaflığına uygun anlamlar çıkardıklarına şaşkınlıkla şahit oluruz:

“Olduğum yerde kalmak ve minik şeker kâğıdının hışırtısına biraz daha kulak vermek istiyorum. (…) Hayatın tüm tuhaflığını hışırtı olarak adlandırmak istiyorum. En iyisi rüzgârın bir o yana bir bu yana sürüklediği minik kâğıdın önünde eğilmek.” (O Gün İçin Bir Şemsiye, s. 104)

Genazino’nun kahramanları dış dünyayla mesafelerini mahvolmaları pahasına koruyacak kadar inatçı, kimi zaman da bu tutumlarına ihanet edecek kadar tutarsızdırlar. Ama ihanetlerine karşı kısa sürede içlerinden yükselen ikrah bu mesafeyi yeniden kurup muhafaza etmelerine de imkân sağlar:

“(…) girip bir hazır salata (peynirli, yumurtalı) istedim. Tam elime almıştım ki aldığıma utandım. Tam da ben, bireyselliğini öyle her şeyin üstünde tutan ben, kitlenin içinden herhangi biri gibi eline bir hazır salata almış, eve dönüyordum.” (Elden Düşme Dünya, s. 17)

Benlik ya da özgürlük yanılsamasına kapıldıkları anda da içlerinde dolaşan şüpheci bir hayaletin zorlamasıyla gerçeği kabul etmek zorunda kalırlar. Modern dünyanın iş ve ilişkilerinden uzak olmak için serbest mimar olarak çalışan kahraman bağımlılığını kabul eder:

“(…) serbest mimardım. Ofis olarak kullandığım dairenin kapısındaki levhada da bu yazılıydı. Daha dürüst olmak gerekirse bu yazı şöyle olmalıydı: Bağımlı Mimar.” (Elden Düşme Dünya, s. 8)

Michael’in ölmesiyle kaygıya kapılır. Çünkü ona iş veren sadece Michael’dir. Aşk Aptallığı’nda kıyamet seminerleri vererek hayatını kazanan elli iki yaşındaki kahraman da özgür olduğunu düşünür: “Kendimi özgür hissediyorum; bunu kendime ve başkalarına hesap vermek zorunda olmayışımdan anlıyorum.” (s. 16) Fakat hemen ardından kendini yalanlar: “Kendi kendimi neredeyse zarifçe ve neredeyse çaktırmadan kandırdığımı dikkate değer buluyorum.” Onlar özgür olmaktan ziyade özgürlük arayışındaki bağımlılardır. Bu durum akıllara Cioran’ın Ezeli Mağlup’taki cümlesini getirir: “Hele bir özgür olmayı deneyin: açlıktan ölürsünüz.” (s. 202) Genazino’nun kahramanları hayatta kalmak ve özgür olmak arasında sık sık çıkmaza girerler:

“İşe girmek benim bağımsızlığıma bir darbeydi (darbe olurdu). Fakat aynı zamanda içimdeki özgürlük duygusuna da bir darbeydi ki bu çok fenaydı.” (Elden Düşme Dünya, s. 78)

Özgürlük duyguları onları kendileri yapan, iğrenti ve utanç duydukları bir düzenin öznesi olmaktan koruyan bir varoluş biçimidir. Sürekli bir işin, bağlı olunan bir kurumun, benliklerinde ne tür değişim yaratacağının farkındadırlar.

Kahramanların modern dünyayla benlikleri arasındaki uyumsuzluk kadınlarla ilişkilerinde de devam eder. Elden Düşme Dünya’da boşandığı karısı Thea Alman filolojisi ve felsefe okumuş, aydın, her gün yeni heyecan ve zevk arayan, onu her yıl tatile gitmek için zorlayan, modern yaşam ve eğlence biçimlerini benimsemiş biridir. Sevgilisi Maria ise çok içen, evlilik ve çocuk isteyen, entelektüel olarak Thea’dan daha aşağıda, sıradan biri. Maria’nın kendisine uygun olmadığını düşünür. Ama Maria’nın hem kendisine bağlanması hem de başka bir seçimin imkânsızlığı ondan kopmasını iyice zorlaştırır. Bu onun gitgide Maria’yı sevdiğine olan inancını kuvvetlendirir. Yoksa seçimlerimizin ve biriyle yaşamaya razı oluşumuzun arkasında yatan şey, artık kendimize uygun birini bulamayacağımız ve belki de böyle birinin dünyada hiç var olmadığı gerçeğini kabullenişimiz midir? Bir razı oluştan aşk hikâyesi bile çıkarabilir insan?

“Doğrusu çoktandır kendime başka bir kadın istiyordum, ama öyle biri yoktu görünürde. Ama daha da doğrusu Maria’dan memnundum, hatta galiba sever olmuştum onu bu arada.” (s. 17)

Thea’yı hâlâ unutamamıştır. Hatta ona hayrandır bile. Uzun yıllardır kullandığı eskimiş yatağını Maria’nın bütün tenkitlerine rağmen değiştirmez. Thea’yla geçen zamanı elinde tutmasının biricik aracıdır yatak. Thea’nın kokusu sinmiştir. Onun vücudunun bir uzantısıdır. Ona yüklü miktarda borç vermesinin ardında da tekrar onunla birlikte olma istenci yattığının farkındadır. Hapse girip çıktıktan sonra Thea’yı ağzındaki yeni dişleri ve şiş karnıyla görür. Kendisinin sönmekte olan yaşamı karşısında onunki alaycı, tehdit edici bir ışık yağmuru gibidir. Hele Thea’nın karnındaki… O güne kadar bütün şiş karınlardan tuhaf, yumuşak bir mutluluk duyan kahraman için bu karın başarısızlığının, hayat karşısında yenilmişliğinin kanıtıdır. Ama bu yenilmişliğin ön gösterimi hücredeyken kendisinin metafizik bir anlam yüklediği toz yığınına düşüp bir daha kalkamayarak ölen bir güve simgesiyle verilir. “Oysa benim bu işte kaybeden taraf olduğum çoktan belliydi.” (s. 128)

Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’ta Gerhard’ın sevgilisi Traudel, Maria’nın eskizi gibidir. Onunla aynı şeyleri ister: Evlilik, çocuk, düzenli bir hayat. Genazino’nun bütün kahramanları bu isteklere direnir. Uzağında durarak benliklerini korumak istedikleri modern hayata katılmanın girişindeki ilk tuzaklardır bunlar. Orta sınıftan olan Traudel banka çalışanıdır. Traudel’in yüzeyde yaşayan biri, modern bir özne olduğunu ilk sayfalarda anlarız: “İkimiz birlikteyken yalnız olmak istemiyorum.” (s. 11) Oysa Gerhard için her insan içsel bir biçimde yalnızdır. Bunun da yadsınması gereken bir yanı yoktur. “Birçok insanın içsel bir biçimde yalnız olduğunu biliyorum. Traudel de bunlardan biri.” Böylelikle Gerhard, Traudel’i kitle insanı derekesine koyar. Hatta onun kaynağını sorguladığı enerjisi de bir kitle insanı olmasındandır. İnsanın değerinin özsel değerlerinden koparak unvan, etiket, onaylanma gibi başarı toplumunun kodlarıyla tanımlandığı bir dünyada Gerhard’ın doktorluk unvanı Traudel’in gözlerini kamaştırır. Bu durum aklımıza Thomas Bernhard’ın Yok Etme isimli romanındaki şu cümlesini getirir: “Yüzyıllardan beri insanlar görünmüyor, yalnızca unvanları ve diplomaları görünüyor.” Genazino romanlarındaki kadınların güçlü düzenleme dürtüleri vardır. Kahramanların tüm yaşamlarına müdahale etme yetkisini onları sevmelerinden alırlar. Gerhard, Traudel’in istediği davranışları sergilemek zorunluluğu altında hisseder kendini. Traudel’in sevgisine layık olmak için ettiği mücadele, toplumda örnek ve sevimli bir insan olmak için ettiği mücadeleyle aynı kodlara sahiptir. Ama bu ‘elinden her iş gelen biri’ ve ‘örnek insan’ olma denemeleri boşa çıkınca Traudel tarafından psikiyatri kliniğine yatırılır. Bu da bir bakıma ‘karar vereceği’ yeni hayatının nirengi noktasını oluşturur. Elden Düşme Dünya’nın kahramanı da yerini aldığı Micheal’in sahte kimlik adına postrestantla ürün siparişi vermesini devam ettirir. Bisiklet sepeti satıcısının sigorta şirketini dolandırmasının kahramanın yaşamında yarattığı tuhaf canlılıktan mıdır ya da kendisini Micheal olmaya kaptırmasından mıdır tam bilemeyiz ama işlediği suçun daha özgür eski hayatına ve Maria’ya dönmek için atlatılması gereken bir badire olduğu kesindir.

Aşk Aptallığı’nda Judith, Thea’ya benzer bir karakterdir. Sanata ve felsefeye meraklıdır. Bu tür organizasyonlara katılmayı sever. Ama bu da gene can sıkıntısından ve yalnızlık korkusundan kaynaklı bir itkidir. Sandra ise daha gerçekçidir. Gazete bile okumaz. Hayatı yüzeyde yaşar. Can sıkıntısını konserlerde, tiyatrolarda, sinemalarda gidermez. Kendini can sıkıntısının kucağına cesurca atar. Kahraman ikisi arasında bir tercih yapmak istese de tercihini nihayetinde ikisinden yana kullanır. Her ne kadar modernizme karşı ve ondan uzak olsa da, modernizmin ilişkilerde yarattığı çoklu, seri olanakları sonuna kadar değerlendirir.

Genazino’nun kahramanlarının aşk ve cinsel ilişkilerine, yalnızlık, ölüm korkusu, kayıp imge, çocukluk travması ve anne imgesi yön verir. Kadınların kokuları da, bir giysiden dışarı sarkan bir et parçası da, hissettikleri bir sıcaklık da anneyi anımsatır: “Bir kadının kuru, kırışık boynunu annemin boynuna benzettim. İstemesem de düşüncelerim uzun zaman annemde takılı kaldı.” Ya da bir çocukluk arzusu olarak:

“Aşk zaten çocukluğu sürdüren bir oyun, insanın kendi inşa ettiği bir mağarayı hiç terk etmek zorunda olmaması dileğinin tekrarı değil miydi?” (Aşk Aptallığı, s. 59)

Hamile kadınların karınları ve göğüsleri yazarın tüm kahramanları için bir yaşam doluluğu değeri taşır. Bu yüzden Elden Düşme Dünya’nın kahramanı yolda karşılaştığı Birgit’in karnını okşar. (s. 46) Ama kendilerini kadınlara yönlendiren temel güç yalnızlık ve ölüm korkusudur:

“Kadınların oturacakları iskemleler ölüm döşeğime o kadar yakın olmalıydı ki, ellerimle onların çıplak göğüslerine kolayca dokunabilmeliydim. O zamanlar bu bedensel teskinin, ölüm halinin uygunsuz talebini için biraz daha kolaylaştıracağına inanıyordum.” (O Gün İçin Bir Şemsiye, s. 21)

Duyguların da belirli bir tarihsellikte kurumların dolayımından geçerek yeniden kurulduğu göz önüne alınırsa, bugün aşk, başarı ve rekabete dayanan ekonomik stratejilere benzer bir yapı olarak kurulmuştur. Ötekiyle erotik bir deneyimin kurulmasının güç olduğu bu belirlenimler altında Gerhard şu rüyayı görür:

“Gece garip bir rüya gördüm. Tramvayda vatmanmışım. Ancak tramvayım bomboştu. Duraklarda tramvayın durmasını bekleyen yolcular görüyordum. Durmuyordum, bekleyenlerin önünden geçiyordum.” (s. 24)

Narsist bir rüya. Özne’nin (tramvay) sadece Kendi’sini (vatman) referans aldığı, Özne’yi kendine geri verecek Başka’yla (yolcular) deneyimsel bir ilişki kuramamanın bilinçdışı öyküsü olarak analiz edebiliriz. Elden Düşme Dünya’nın kahramanı böyle bir düzende kendine uygun kadını bulamayacağını kabullenir:

“Benim bir kadına ihtiyacım vardı, o da geriye kalmış tek yaratık olarak bir yerlerde oturuyor ve benim gibi bir şeylerle arasına mesafe koymaya çalışıyor olmalıydı. Ama etrafımdaki bütün insanlar bunun tam tersiyle meşguldü: Kendileriyle dünya arasındaki mesafeyi küçültmeye çalışıyorlar, zamanın ve modanın etraflarına istiflediği ne varsa hepsiyle özdeşleşmek istiyorlardı.” (Elden Düşme Dünya, s. 141)

Elden Düşme Dünya’da kahramanda oldukça belirgin olan bitkinlik, melankoli, depresyon kendine içkindir. “Gerçekten sekiz yaşımdayken yaşlı, bitkin ve dünyadan ikrah getirmiş biri gibi hissediyordum.” (s. 79) Aşk Aptallığı’ndaysa dışsallığın dayattığı öznelliğe karşı gösterilen bir reaksiyon olarak görürüz: “İçinde yaşadığımız koşullar durmadan bitkinlik üretiyor ama bitkinler için yeterince yer yok. Bitkin olan damgalanmış bir kişidir. Bize hâkim olan sistemi ve sistemin vaatlerinin gülünçlüğünü yansıtır.” (Aşk Aptallığı, s. 47) Disiplin toplumunun yapısındaki değişim iktidarın topolojisini psişeye kaydırarak ona etki eden yeni yönetimsellik kipleridir. Psişeye ve onun koşullarına etki ederek görünmez olan iktidar, bir depresyon semptomu, psişik kriz olarak açığa çıkar – ekonomik krizlerin yerini psişenin krizi alır. Böylelikle başarıya odaklı toplumda başarısız olan bireyler şiddeti kendilerine yöneltirler.

Aşk Aptallığı’nda iktidarın eğlenme biçim ve koşullarına etki ettiğini açımlayan çok sarih bir pasaj vardır:

“Seminerimin katılımcılarını her yeni faşizmin belirli mağdur gruplarına karşı yeni ön yargılar icat ettiği ve bu ön yargıların kitlesel eğlencenin kalkanı ardında, kimse farkına varmadan yerleştirildiği ve gene kimse fark etmeden uygulanmaya başlandığı konusunda duyarlı olmaya çağıracağım. Eğlence faşizmi daha şimdiden, belirli tabakaları (işsizler, evsizler, çalışmak istemeyenler, yaşlılar, engelliler, mağdurlar, sürekli hastalar) işaretlemiş bulunuyor…” (s. 42)

Bu analizin iki boyutlu bir derinliği var. Faşizmin de bir kitlesel eğlence, hatta kültür, sanat politikası gibi simgesel alanlara etki eden, onları üreten bir yapısı var. Faşizmin yumuşak gücü olan kitlesel eğlence, bunu talep edenlerle sunanlar arasındaki suç ortaklığına dayanır. Bir eğlence ekonomisinin de yürürlükte olduğu neo-liberal toplumda iktidarı onaylamak eğlence biçimlerine katılmaktan geçer. Özne eğlenirken iktidara tabi olur. “Modern özne daha çok eğlenirken teslim olmaktadır.” (Besim F. Dellaloğlu, “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, s. 25, Cogito Dergisi, YKY) Bunun dışında kalanlarsa iktidarın oyununu, tabiyet kurma biçimlerini farkında olmadan protesto ederken “damgalanan”lardır.

Genazino’nun romanlarında neo-liberal sistemin uygulamalarının sebep olduğu kolektif sorunlara getirilen çözümler ise sistemin açmazlarını sarsmak, yeniden kurmak değildir, bireye bir müddet dışarıda durma hakkının verilmesiyle sorunların üstü kapatılıp geçilir. Aşk Aptallığı’nda Dr. Blaul’un getirdiği çözüm önerisi böyle piyasa temelli bir çözümdür:

“Blaul sözleşmeli personelin ve işçilerin ayda en az bir gün tiksinti izni alabilmeleri için mücadele veriyor. Ona göre insanlar birdenbire şirketlerine, iş arkadaşlarına, kendilerine veya her neye karşı olursa olsun tiksinti hissettiklerinde, önceden haber vermeksizin ve gerekçe göstermeksizin, işyerlerinden bir gün uzak kalma hakkına sahip olmalı.” (s. 29)

Şiddet sadece negatiflikten değil, pozitiflikten de doğar. Genazino’nun romanları pozitiflik toplumunun işlediği bir dünyada nefessiz kalmış karakterlerle doludur. O Gün İçin Bir Şemsiye’de anlatıcı böyle bir dünyadan mustariptir. Negatifin dışlandığı, çıplak yaşamın mutlaklaştığı bir dünya düzeninde, ölümü, aşkınlığı hatırlatacak hiçbir eprimişliğe, çürümeye yer yoktur. Ağaçlardan düşen yaprakların toplanıp yok edilmesinin kitle kültürünün bastırdığı ölüm düşüncesi olduğunu düşünür. Öyle ki, yapraklarla dolu bir oda tasarlayıp bu çürüyüşe, özelde kendi çürüyüşüne tanıklık etmek isteyecek kadar radikalleşir.

“Adam iki haftada bir burada peyda oluyor ve yüksek basınçlı bir temizleyiciyle çevredeki yaprakları önce kendisine doğru, sonra da bir tertibatın içine tıkıyor ve alıp götürüyor. İnşaat firmasının düzen işgüzarlığı öfkelendiriyor beni.” (s. 39)

Yüzünü etrafta görmek istemeyen modern insan doğanın aynasına pozitiflik örtüsünü çeker. Çünkü temelde görünen bütün yok oluş, çürüme, deformasyonlar, ölüme-doğru-varlığın yok oluşunun imgesidir:

“İnsanların bunalımının bir kısmının vitrinlerde yaşamın sahtekârca önemsizleştirilmesinden kaynaklandığı hissine kapılıyorum. Ben daha çocukken kasap dükkânlarında boylamasına yarılmış hayvanlar asılı olur ve altlarından kan damlardı. Vitrine bir göz atmak herkesin her günün ölüm kalım meselesi olduğunu anlamasına yeterdi.” (Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk, s. 135)

Ölüme-doğru-varlık olduğunu unutan insan kendi aşkınlığını da unutacağından, ontolojik temellerinden kopmuş bir yaşamın şiddeti, bunalım, depresyon, melankoli olarak kendini gösterir. Bu yüzden Aşk Aptallığı’nda bütün tüketim kültüründen uzakta kalmayı başarmış tek yer olan kilisedeki konsere katılan kahraman, broşürdeki kantattan bir cümleyi okur: “Ah Tanrım, öleceğimizi düşünmeyi öğret ki bize, akıllanalım.”