Uyutmayan masallar

Ali Teoman, gerçeği elinde şöylece bir buruşturup suratımıza fırlatıveriyor. Rahatsız oluyoruz elbette, hakarete uğramış hissediyoruz, öfkeleniyoruz, umursamamaya çalışıyoruz; ama etkisinden kurtulamıyoruz buruşuk gerçeğin...

02 Şubat 2017 13:48

Doğru yanıt bir değil, birçoktur başka bir deyişle ya da -durun!- yoktur belki doğru yanıt!”
Ali Teoman, Gecenin Atları

Bir gün bir kitap okudum ve bütün asabım bozuldu. Böyle roman mı olur, diyerek kitabı elimden atabilirdim elbette ama şunu biliyordum ki, romanı kapatıp başımı kaldırdığımda o romandakinden daha güzel bir dünyada bulamayacaktım kendimi. Romanda anlatılan her şey “aşırı” gerçekti ve bu beni çok rahatsız etti. Ali Teoman’ın Konstantiniyye Üçlemesi’nden söz ediyorum. Son derece tuhaf hikâyeler anlatan ve her birinin içinde de yine tuhaf hikâyecikler barından bu romanlar nasıl “aşırı gerçek” olabilir? İşte bu soruya yanıt vermeye çalışacağım bir Ali Teoman okuru gözüyle.

Ali Teoman, gerçeği elinde şöylece bir buruşturup suratımıza fırlatıveriyor. Rahatsız oluyoruz elbette, hakarete uğramış hissediyoruz, öfkeleniyoruz, umursamamaya çalışıyoruz; ama etkisinden kurtulamıyoruz buruşuk gerçeğin. Biz, belki sırf bir estetik kaygı veya kendimizi kandırma çabası yüzünden kenarlarından tutup düzeltmişizdir gerçeği. Oysa dikkatli bakıldığında Ali Teoman, gerçeği bize en gerçek haliyle sunar. Ancak bu gerçeği dile getirirken kullandığı yönteme dikkat etmek gerek. Absürd denebilecek pek çok durumun altını çizerken, absürdün hakkını veriyor. Albert Camus’nün, “Bu dünya gerçekte usa uygun değil, onun hakkında bütün söyleyebileceğimiz bu” dediği gibi tıpkı (31).

Uykuda Çocuk Ölümleri, Ali Teoman, YKYRomanlarda, çöp toplayan ansiklopedistten, takım elbise giydirilmiş, siyah dosya çantası taşıyan sığır etlerini döşeme karolarının üzerinde satranç taşı yerine kullanan ama “şah mat”ın ne olduğunu bilmeyen kör et hamalına; aradığının ne olduğunu bilmeden sırf şirketine duyduğu sadakatten ötürü bin bir zorlukla mücadele eden Naim İsrafil Xeno’ya; uzun sakallı, kırmızı külotlu, kırmızı ojeli, su balesi yapan Perendebaz Dergâhı’nın dervişlerinden, işkenceci, tecavüzcü psikanaliste; hem köçeklik hem fahişelik yapan ve bundan keyif alan Şazinuş adlı çocuğa ve bu çocuğun peşinde türlü zorlukla boğuşan ve sonunda pedofili olduğunu fark eden İbrahim Nemrud’a; üniversitede kimsenin önemsemediği Psikolojik Kazıbilim kürsüsünde yüksek lisans yaparken sırayla yok olan öğrencilerden, ustasını öldürdüğünü her önüne gelene itiraf eden kütüphane memuruna; görüşmelerini kazan dairesinde ya da hamamda yapan rektöre, meczup kılığında arazi arayan iş adamına, bölümünü ve üniversitedeki şöhretini korumak tek gayesi olan ve bu uğurda her türlü mücadeleye hazır Prof. Dr. Bahtiyar Bahtıkara’ya kadar hiç kimse akla uygun değil, ama gerçektir.

Ali Teoman, bu grotesk tiplerle okuru rahatsız etmek istiyor, evet, bu malum. Yalnız, vermek istediği rahatsızlık tek boyutlu değil; insanın insanı algılayış biçimindeki çarpıklıktan tutun, kapitalizm, şehirleşme, teknoloji, cinsellik, din, mitoloji gibi pek çok noktadan okura taarruz halindedir onun Konstantiniyye Üçlemesi. Okurdan beklediği de teyakkuz halinde olmasıdır. Bu açıdan postmodernizmin ana kurgu ilkelerinden biri olan “grotesk”, Ali Teoman’ın çok işine yarar. Zira Ali Teoman, görünenin göründüğü gibi olmadığına vurgu yaparken bir yandan da hem görünenin hem de gizlenenin aslında ne kadar da aynı ve bu yüzden de gülünç olduğu konusunda okurunu uyandırmak ve ikna etmek istemektedir. Bu yüzden okurun sarsılması ve tabii rahatsız olması lazım. Okurun dışarıdan baktığı bir yerlerde değil, tam da kendini en rahat hissettiği alanda rahatsız olması gerekir ki, etkisi kalıcı olabilsin. Bunu sağlayabilmek için işte meselesini “üçleme” olarak ele alıyor Ali Teoman. Evet, üçleme edebiyatta sıradan bir şeydir ama söz konusu Ali Teoman olunca, sıradanlıkta bir “sır” olup olmadığını araştırmak gerektiğini düşünüyorum. Annemarie Schimmel, Sayıların Gizemi adlı kitabında, “üç”e dair şunları söylüyor:

1903’te Alman bilgin R. Müller, 3’ün masallarda şiirde ve görsel sanatlardaki önemini açıklamaya çalıştı ve üçlülüğün öneminin doğanın gözlemlenmesinden kaynaklandığını ileri sürdü. İnsan bir kere suyu, havayı ve yeryüzünü görmüştü; 3 dünyanın (Alman geleneğinde Midgard, Asgard ve Niflheim denir) varolduğu fikrini geliştirdi; 3 hali (yani katı, sıvı, gaz) bildi; yaratılan şeylerin üç grup (mineraller, bitkiler ve hayvanlar) olduğunu buldu ve bitkilerde kök, sap ve çiçeği ve meyvelerde kabuk, etli kısım ve çekirdeği keşfetti. Güneş sabah, öğlen ve akşam farklı yön ve biçimlerde algılandı. Gerçekten de gördüğümüz ve yaşadığımız dünya 3 boyutlu olduğundan dolayı bütün deneyimlerimiz uzam (uzunluk, yükseklik, genişlik) ve zaman (geçmiş, şimdi, gelecek) koordinatları içinde yer alır. Bütün yaşam başlangıç, orta ve sonun üç katlı özellikleri altında görülür, daha soyut terimlerle söylenirse oluş, varoluş ve yitiş; mükemmel bir bütün tez, antitez ve sentezle biçimlendirilebilir. 3 temel renk vardır: kırmızı, sarı ve mavi ve bunlar diğer bütün renkleri verebilirler. (70-71)

Annemarie Schimmel ayrıca, Wolfgang Phillip’in de bütün varlıkların üç kutuplu olduğu saptamasını aktarır ve bu durum doğrulandıkça kendimizi rahat hissettiğimizi belirtir (70). Ali Teoman’ın müdahalesi bu noktada devreye giriyor: Üç boyutlu güvenli alanımızda, rahat hissettiğimiz anda tüylerimizi diken diken edecek durumlarla karşı karşıya bırakıveriyor bizi. Çünkü Ali Teoman, kendimizi güvende hissederken de güvende olmadığımızı, görünenin aslında göründüğü gibi olmadığını ısrarla vurguluyor üçlemesinde. Bir sır, bir gizem olduğunu zannettiğimiz her şey için geçerlidir bu. Tek sır, herhangi bir sırrın olmayışıdır ona göre. Bunu, üçlemenin ilk kitabı Uykuda Çocuk Ölümleri’nde şu şekilde dile getirir:

Sır, memur X, sır hiçbir şeydir, kesinlikle hiçbir şey! Hatırlarsınız, bu daha önce de söylenmişti size, en azından sezdirilmişti; ama siz inanmak istemediniz, kulak asmadınız size söylenenlere. Sır diye bir şey yoktur; olduğu sanılır yalnızca. Daha doğrusu, içi boş bir kutudur sır. Herkes o kutunun içini kendince doldurur. Kimisi paha biçilmez bir elmas olduğunu sanır orada, kimisi için yanan bir kor parçası, kimisi ise eski bir meşin top… Ama, işte bakın, o kutunun içi boş, bomboş! Hakikat işte bu kadar basit aslında: O kadar basit ki, insanın inanası gelmiyor. Komik, değil mi? Sır, memur X, sır hiçbir sırrın olmamasıdır. (441)

Aşırı gerçeklikten kast ettiğim de bu işte. Hepimiz o kutunun içini kendimizce dolduruyoruz, hangisinin esas gerçek olduğunu ise muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bu yüzden de aklımıza zaman zaman biricik varlığın yokluk olabileceği ihtimali gelir ve ürpeririz. Ali Teoman, Pandora’nın kutusunu açıyor ama içinden umuda dair hiçbir şey çıkmadığı gibi günahlardan günah seçebileceğimiz söyleniyor. Konstantiniyye Üçlemesi’ni okuduktan sonra paranoyaklaşıyoruz, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeği, yaşadığımız onca rahatsızlıktan sonra içimize işliyor sahiden evet; ama bu takip edilmediğimiz anlamına gelmiyor da olabilir. Demem o ki, ya sırrın olmadığı sırrı da esas sırrın paravanıysa?

KAradelik Güncesi, Ali Teoman, YKYKonstantiniyye Üçlemesi’ndeki “üç”ün anlam alanlarını, romanlardaki yoğun, mitoloji, tarih, din göndermeleri bağlamında araştırdığımda da Annemarie Schimmel’in tespit ettiğine benzer yaklaşımlar gördüm. İnsanın doğayı üç boyutlu algılayışı her alanın kendi jargonuyla ifade ediliyor, o kadar. (Ali Teoman kıs kıs gülüyordur belki bana şu an.) Konstantiniyye Üçlemesi’nde ise bu üçlü birlik, “sonra” için geçerli. Uykuda Çocuk Ölümleri’nde, Naim İsrafil Xeno’ya bakalım. Öncelikle, bu isim üzerinde durmak gerek. Naim, “uyuyan” demektir ve memur Xeno, çoğu geceler şirkette uyur. Naim isminin mecazi anlamını araştırdığımızda da, memur Xeno, şirkette ne iş yaptığından tutun, şirketin ne yaptığını bilmediği gibi, çok okuyan biri olmasına rağmen hiçbir şeyin farkında da değildir. Adaşı memur Xeno’nun, odasında sevişen iki adamı görünce güreştiklerini düşünür ve sessizce onları izler söz gelimi. Burada Ali Teoman, farkında olmayışı da bir uyku hali olarak görmektedir, demek abartılı olmaz sanırım. “Xeno” ise, Latincede “yabancı” demektir. Xeno, İskenderiyelidir, yani bu ülke için yabancıdır. Yine mecazi anlamına bakılınca Xeno, çalıştığı şirkete de yabancıdır, birkaç ulakla aşinadır, o kadar. Şirkette kimseyi tanımaz, kimse de onu tanımaz. İsrafil de, bilindiği üzere kıyamet günü Sur’a üflemekle görevli melektir. Roman boyunca, memur Xeno’nun İsrafil adının işlevine dair bir im yok. Onun görevi, romanın sonunda ortaya çıkıyor; tıpkı İsrafil’in görevini yerine getirmek için kıyamet gününü beklediği gibi. Melek sözcüğünün çağrıştırdığı olumlu anlamı ters yüz ediyor burada Ali Teoman. Zira memur Xeno, romanın sonunda dünyayı yok edecek düğmeye basıyor. İkinci kitaba da bu noktada geçmemiz rastlantı değil şüphesiz. Yukarıda sözünü ettiğim “sonra”dayız artık. Ya da hâlihazırda biz bir dünyanın sonrasıyız belki, aksini ispatlayabilir misiniz?

Karadelik Güncesi’nin dava vekili kahramanı İbrahim Nemrud’a bakalım bir de. İbrahim, oğlunu Tanrı’ya kurban vermek üzereyken kendisine gökten koç indirilen nebîdir ve Kral Nemrud’u tek tanrılı dine çağırmak için putları yıkan ve Nemrud tarafından ateşe atılan kişidir. İbrahim Nemrud, bu bağlamda bir karşıtlığı bildirdiği gibi, romanın sonunda, roman boyunca aradığı ve kötü adamların elinden kurtarmaya çalıştığı Şazinuş’u bulunca tecavüz ederek ismiyle müsemma bir karşıtlığı gerçekleştirmiş olur ve aynı zamanda da pedofili olduğunun farkına varır. Öyle ki, kendi oğluna da tecavüz etmek istemektedir ve Şazinuş’a, oğluymuş gibi tecavüz eder. İbrahim Nemrud romanın sonunda kendisini tanımış, putlarını kırmıştır; ancak kırılan putlar bu sefer, bugünkü algımızla, iyiye hizmet etmemektedir.

Gecenin Atları, Ali Teoman, YKYGecenin Atları’nın “anlı şanlı” kahramanı Prof. Dr. Bahtiyar Bahtıkara’ya baktığımızda da yine bariz bir karşıtlığı görüyoruz. İsminde, mut ve kutsuzluk bir aradadır. Üniversitedeki kürsüsünün devamı için kendi maaşını ödenek olarak kullanacak denli işine bağlı ve erdemli düşünen, öğrencilerinin saçma sapan ödevlerini büyük bir titizlikle inceleyip notlar alan bu çalışkan ve fedakâr profesör, çok az ömrünün kaldığını öğrenince insana duyduğu öfke her zamankinden daha açık bir biçimde ortaya çıkar. Burada, örtük bir gönderme olduğunu seziyorum. 2005 yılında gösterime giren, esasında bir çizgi roman olan V For Vendetta filminde de tıpkı Gecenin Atları’nda olduğu gibi, bir hapishane sahnesi vardır; filmin kadın karakteri Evey, bir hücreye kapatılır ve orada ne kadar kaldığını bilemeyecek haldeyken birden bire dışarı çıkarılır. Onu hücreye kapatanın anarşist V olduğunu anlar ve V, parlamento binasının havaya uçurulup uçurulmayacağı kararını Evey’e bırakır. Romanda da Bahtiyar Bahtıkara, tıpkı Evey gibi hücreye kapatılır ve onu oradan kurtaran kişi ve aslında da kapatılmasında etkisi olan kişi, âşık olduğu kadın Alev Vela’dır. Bahtiyar Bahtıkara’dan ölümsüzlük fırsatına karşılık “başarısız” ya da “değersiz” insanları feda etmesi istenir. Bahtiyar Bahtıkara erdemlerini ölümsüzlük adına feda eder ve ölümsüzlüğe erişir. Oysa Bahtiyar Bahtıkara ölmemeyi dileyecek kadar mutlu bir hayat geçirmemektedir ve muhtemelen de geçirmeyecektir. Kendini hep eksik hisseder ama bu durum onun tabiatından gelen bir şeydir. Belki de onun bahtı karalığı, ölümsüzlüğe kavuşmasıdır.

Ali Teoman romanları, bugün algıladığımız anlamda kötüyü anlatan ve beri taraftan da kötü algımızı sorgulatan romanlardır. Ve tıpkı Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” dediği biçimde bir normallikte anlatıyor meramını üstelik. Konstantiniyye Üçlemesi’nin kahramanları, Arendt’in, “Bu yeni suçlu türü, yaptığı şeyin yanlış olduğunu anlamasını veya hissetmesini neredeyse imkânsız hale getiren koşullarda suç işliyordu” dediği türden suçlulardır (281). O sebeple, ne kadar akıl dışı olursa olsun, etkisinden kurtulamıyoruz Konstantiniyye suçlularının. Bütün algımızı ele geçiriyor çünkü Ali Teoman. Kahramanın yola çıkışı, türlü mücadeleler sonunda istediğini ele geçirmesi vs. gizil bir masal atmosferine girmemizi sağlıyor ve biz böylece gerçekle bağımızın kopacağını, tatlı uykulara dalacağımızı düşünürken kara büyülerle boğuşur vaziyette buluyoruz kendimizi.

Ali Teoman romanlarının yalnızca ilk bakışta görülebilen yüzlerini anlatmaya çalıştım ben burada. Kısaca, Ali Teoman, masal ile hakikatin birbirini inkâr ettirmeyen aksine birbirinin aynısı olduğunu söyleyen “gerçek masallar” anlatıyor okuruna. Yalnız sözlerime son verirken hemen şunu hatırlatmam gerekir: Siz siz olun, Konstantiniyye Üçlemesi’ni uyumadan önce okumayın!

Not: Bu yazı, 2012’de Ali Teoman’ın ölümünün birinci yılında, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nün düzenlediği “Özenle Oynanmış Bir Yaşam” başlıklı toplantıda sunduğum bildirinin genişletilmiş / değiştirilmiş halidir. Aradan beş yıl geçti. Ali Teoman’ı her gün biraz daha iyi anlıyor ve biraz daha hayran oluyorum. 2012’de dünya şimdiki kadar kötü değildi.
Görsel: René Magritte, Les enfants trouvés

 

KAYNAKLAR
Arendt, Hannah. Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te. Çev.: Özge Çelik.
İstanbul: Metis Yayınları, 2016.
Camus, Albert. Sisifos Söyleni. Çev. Tahsin Yücel. İstanbul: Can Yayınları, 2004.
Schimmel, Annemarie. Sayıların Gizemi. Çev.: Mustafa Küpüşoğlu. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1998.
Teoman, Ali. Gecenin Atları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2011.
——. Karadelik Güncesi. İstanbul, Sel Yayıncılık, Şubat 2007.
——. Uykuda Çocuk Ölümleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2011.