Toplumsal ve ekonomik krizlere karşı kooperatifler

Kooperatifçiliği 2008 krizinden bu yana popüler kılan faktörlerden ilki ve tartışmasız en önemlisi, geleneksel kooperatiflerin krize karşı gösterdikleri dayanıklılık ve istikrar. Ayrıca yeni tür kooperatifler sosyal ve çevresel sorunlar için başarılı çözümler üretebiliyorlar. İnsanı ve çevreyi odağına yerleştiren alternatif ekonomi arayışları ile kooperatifçiliğin bağlantısı da önemli bir faktör…

Krize Karşı Kooperatifler: Deneyimler, Tartışmalar, Alternatifler kitabını elime aldığımda, Stockholm İşletme Okulu’nda ekonomi profesörü olan Micael Dahlen’in bir söyleşideki cümlesi aklıma geldi: “Kooperatifler her zamankinden daha heyecan verici.” Dahlen’e katılmamak olanaksız. Son yıllarda kooperatifçilik hareketine karşı dünya genelinde yükselen ilgi ve merak, çoktan göz ardı edilemeyecek boyuta erişti.

Kooperatifçiliği 2008 krizinden bu yana ‘popüler’ kılan faktörlerden ilki ve tartışmasız en önemlisi, geleneksel kooperatiflerin krize karşı gösterdikleri dayanıklılık ve istikrar. Öyle ki kriz öncesinde sistemik ve yapısal bir öneme sahip olmadığı düşünülen kooperatifler, birdenbire ana akım bilgi ve politika çevrelerinde dikkate alınır oldu; uluslararası kurumların gündemlerine girdi. Birleşmiş Milletler ’in 2012 yılını Uluslararası Kooperatifler Yılı olarak ilan etmesi ve kutlamaların ana teması olarak Kooperatif İşletmeler Daha İyi Bir Dünya Kurar” ifadesinin seçilmesi ilginin somut kanıtlarından sadece biri.

İkinci faktör ise, geleneksel kooperatiflerden farklı motivasyonlara ve özelliklere sahip ‘yeni’ kooperatiflerin sosyal ve çevresel sorunlar için çözüm üretmeye yönelik uygulamalarının başarı kazanması. Dolayısıyla sahada bir yanda dayanıklı ancak bir ölçüde şirketlere yakınsayan geleneksel kooperatif yapıları, diğer yanda geleneksel kooperatiflerden çok daha küçük ölçekli ve fakat ortaklarının yararını aşan fayda yaratma çabasındaki yeni kooperatifler bulunuyor.

Kooperatifçilik hareketinin gelişiminde altı çizilmesi gereken konulardan biri de tabandan yükselen, insanı ve çevreyi odağına yerleştiren alternatif ekonomi arayışları ile kooperatifçiliğin bağlantısı. Söz konusu arayışlar; dayanışma ekonomisi, demokratik ekonomi, paydaş kapitalizmi, yeni ekonomi, paylaşım ekonomisi, yenileyici (rejeneratif) ekonomi, yaşam ekonomisi gibi pek çok isim altında sürüyor. Tüm bu arayışları birleştiren noktalardan biri de kooperatifçiliğe merkezi bir rol verilmesi. Gerçekte, bu deneyimlerin toplandığı alanın belkemiğini kooperatiflerin oluşturduğunu söylemek mümkün.

Kitabın kapsamı

Çok hareketli ve birbirinden çok farklı kooperatifçilik uygulamalarının filizlendiği bu alanda, pratiği anlama ve anlamlandırma noktasında, akademik çalışmalara ve yayınlara duyulan gereksinim her zamankinden daha fazla. Ancak özellikle konuya ilişkin kitapların sayısı bu gereksinimi karşılamakta yetersiz kalıyor. Bu nedenle, Krize Karşı Kooperatifler: Deneyimler, Tartışmalar, Alternatifler’in önemli bir boşluğu doldurmak üzere tam zamanında geldiği söylenebilir.

Kitabın amacı, kooperatiflerin alternatif olma olanaklarını ve sınırlarını tarihsel ve güncel kooperatifçilik deneyimleri üzerinden tartışmak olarak ifade edilebilir. Başlıkta yer verilen kriz sözcüğü, kitabın odak noktası olan günümüzün çoklu krizlerine işaret etmekte. Ekonomik kriz, gıda krizi, ekolojik kriz, kentsel kriz ve bunlara eşlik eden güvencesizleştirme geniş halk kesimlerinin yaşamını alabildiğine zorlaştırırken, gelecek için umut beslemeye bile izin vermiyor. Toplumun refahı; üretim, dağıtım ve tüketim süreçlerinin dayanışma, işbirliği ve yatay örgütlenmeler ile düzenlenmesi gereksinimini dayatıyor.

Yazarlar kitabın önsözünde, dayanışmanın tarih boyunca ezilenlerin biricik çıkar yolu olduğunu belirterek dayanışmanın çeşitli örgütsel biçimler altında kazandığı gücü anımsatmaktalar. Ancak günümüzde bu tarihsel birikimin neoliberal politikalar eliyle unutturulduğu, örgütlülük ve dolayısıyla dayanışmanın büyük ölçüde zayıflatılmış olduğu bir gerçek. Veri koşullarda, örgütlenmenin bugün ‘nasıl’ gerçekleştirilebileceği sorusu önem kazanıyor. Yanıt için geçmiş ve mevcut deneyimlerin yol göstericiliğine ve öğreticiliğine başvurmak kaçınılmaz. Çalışmada deneyimlere geniş yer ayrılması ve bu deneyimlerin ‘kamusallık’ gibi çeşitli kavramlar çerçevesinde irdelenmesi bu açıdan oldukça değerli.

Kitabın bir başka dikkat çeken yönü de kooperatiflerin piyasa, belediye, sendika ve devlet ile olan ilişkileri üzerinden ele alınmış olması. Bu ilişkiler, harekete işbirliği ve dayanışma üzerinden gelişme fırsatları sunarken şirketleşme ya da devlete bağımlılık gibi riskleri de beraberinde getirmekte. Ele alınan örneklerin söz konusu ilişkilerin yarattığı fırsatlar ve riskler bağlamında incelenmiş olması fikrimce, kooperatiflerin gerçeklerden uzak bir biçimde romantikleştirilmesini önlemek açısından oldukça yararlı olmuş.

Ferit Serkan Öngel ve Uygar Dursun Yıldırım tarafından derlenen kitap, dört ana başlık altında toplanan on bölümden oluşuyor. Ana başlıklar sırasıyla “Devlet, Yerel Yönetim, Kooperatif İlişkileri ve Alternatifler”, “Sendika Kooperatif İlişkileri ve Deneyimler”, “Küreselleşme ve AB Sürecinde Kooperatifler” ve “Yönetim Modelleri ve Kooperatifler”.

Gıda krizi ve gıda güvenliği

İlk ana başlık altında yer verilen dört makalenin kesişiminde gıda krizi var. Türkiye’deki gıda krizi dünyadan bağımsız değil. Doğanın ve insanın sömürüsüne dayanan endüstriyel tarım sistemi onarılamaz zararlar veriyor. İşte bu ortamda, tarım ve gıda meselesi politikleşiyor; insanları ve çevreyi ekonominin merkezine koyma isteğini paylaşan sosyal hareket ve projelerin ortak noktası olarak karşımıza çıkıyor. Yerelleşme, agroekoloji ve gıda egemenliği bu hareketlerin savunduğu ve yaşama geçirmeye çalıştıkları temel kavramlar.

Türkiye’de son dönemde dikkat çeken üretim, tüketim kooperatifçiliği örneklerinin tarım ve gıda alanından gelmesi bu bağlamda dünyadaki gelişmeler ile benzerlik gösteriyor. Dolayısıyla çalışmada tarım ve gıdaya öncelik ve ağırlık verilmesi uygun bir yaklaşım olarak görülmeli.

Bölüm, Uygar Dursun Yıldırım’ın “Belediyeler ve Kooperatifler Ekseninde Türkiye Tarımında Alternatif Kamusallık Deneyimleri; Olanaklar ve Sınırlar” başlıklı makalesi ile açılıyor. Yıldırım, kıra ait sosyal ve ekonomik yapıların çözülmesinin ürettiği sorunların “nasıl sağlıklı beslenebiliriz?” sorusuna indirgenemeyecek genişlikte olduğunu belirtiyor. Geniş ve kapsamlı sorunlar listesinde; üretim krizleri, dışa bağımlılıkta artış, güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, iç göç, göç sonrası kentlerde artan risk ve belirsizlikler ve ekolojik bozulma var. Yazar yerinde bir değerlendirmeyle, 1960 ve 1970’lerde iktisatçılar ve sosyal bilimciler tarafından yürütülen ‘tarım sorunu’ tartışmalarının son dönemde ‘gıda sorunu’ tartışmalarına dönüştüğü saptamasını yapıyor.

Makalede, gündelik yaşamı etkileyen söz konusu sorunların birikimli olarak artmasının 2000’li yılların başından bu yana Türkiye’nin farklı bölgelerinde alternatif deneyimlerin ortaya çıkışında etkili olduğu belirtiliyor. Alternatif deneyimlerin sayısı ve çeşitliliği (yeni nesil üretim ve tüketim kooperatifleri, kooperatiflerle işbirliği geliştiren yerel yönetimler, topluluk destekli gıda toplulukları, ekolojik pazarlar, tohum dernekleri, tohum takas şenlikleri, kent bahçeciliği) bu sorunların tabanda güçlü bir biçimde hissedildiğinin bir göstergesi.

Yıldırım’ın çalışması, bu alternatiflerin son yıllarda hızla gelişmesi ve yaygınlaşmasının nasıl açıklanabileceği sorusunun yanıtını araştırıyor. Nasıl oluyor da geçmişten gelen olumsuz imaja sahip, yolsuzluklarla anılan kooperatifler, bugün bir umut kaynağı olabiliyor? Çalışmada, soru, ‘kamusallık’ ve ‘alternatif kamusallık’ kavramları etrafında ele alıp tartışılmış. Söz konusu kavramlar ilgili literatürden yararlanarak gözden geçirildikten sonra, tarım ve gıda alanındaki kamusallıklar başlığı altında, devlet girişimciliğine dayanan kamusallık ve neoliberal kamusallık dönemi olmak üzere iki dönem üzerinden bir karşılaştırmaya gidilmiş.

Son dönemdeki alternatif kamusallık deneyimleri, devletin kamusal görevlerini aşamalı olarak terk etmesi ve tarım ve gıda alanının piyasa kuralları ile ve sermaye birikiminin gerekleri doğrultusunda düzenlenmesine (neoliberal kamusallık) bir tepki. Yazar bu noktada, toplumcu belediyecilik ilkeleriyle yönetilen yerel yönetimler ile kooperatiflerin işbirlikleri üzerinden yerel yönetimlerin kamusallık olanaklarını ve sınırlarını irdeliyor.

Makalenin anımsattığı gibi, tarihsel süreçte yerel yönetimlerin geleneksel hizmet sağlayıcı rollerinin ötesine geçerek üretim ve tüketim süreçlerinin kamusal niteliğini arttırabildikleri örnekler mevcut. 1970’lerdeki toplumcu belediyecilik uygulamaları ile kimi yerel yönetimler kamusallığın yerel ölçekte inşasında önemli roller üstlenmişti. Dolayısıyla, bugün belediye ve kooperatifler arasındaki işbirlikleri tamamen yeni bir deneyim olarak nitelendirilmemeli.

Yıldırım, yerelde belediyeler ve kooperatifler aracılığıyla üretilen kamusallığın olanaklarını ve sınırlarını kamuoyunda iyi bilinen iki deneyim üzerinden incelemeyi seçmiş: İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Tire Süt Kooperatifi arasındaki işbirliği ile Ovacık Belediyesi ve Ovacık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi deneyimi. Her iki deneyim ikincil kaynaklardan yararlanarak ayrıntılı olarak incelenmiş; işbirliğinin temelini oluşturan uygulamalar ve kooperatiflerin benimsedikleri kooperatifçilik anlayışı ortaya konulmaya çalışılmış.

Ele alınan deneyimler, farklı yerel ve tarihsel koşullar altında gerçekleşmelerine ve doğal olarak birbirinden oldukça farklı olmalarına karşın birleştikleri bir nokta var: Gıda gibi kamusal bir sorunun kamusal temel üzerinden düzenlenmeye çalışılması. Bir başka ifadeyle, yerelde “devletin düzenleyiciliğine hapsedilmemiş, sermaye egemenliği ve metalaşma süreçlerince sakatlanmamış kamusallık” olarak tanımlanabilecek alternatif kamusallık yaratılma çabası söz konusu. Belediyelerin uygulamaları; yerelde özerk, kapsayıcı, katılımcı süreçler aracılığıyla piyasadan dışlanan, dezavantajlı kesimlerin kamusallık arayışına yanıt olmakta ve bu kesimlerin yararına düzenlemeler yapılabileceğini göstermekte.

Yerel ve çok uluslu gıda şirketlerinin baskın olduğu sektörlerde bile sermayeden görece özerk kamusallığın üretilmiş olması gelecek için umut veriyor. Ancak gerçekçi bir yaklaşım için alternatif kamusallığın sınırlarının farkında olmak gerek. Makalenin sonuç bölümünde Yıldırım, alternatif kamusallığın sınırlarını genişletmek için bir dizi öneri sunuyor. Bu kapsamda, tarım ve gıda kooperatiflerinin çiftçilerin hedeflerini yerine getiren yapılar olmaktan çıkarak kamusallık gücü yüksek örgütlere dönüşmesi gerekliliğinin altını çiziyor. Bir başka ifadeyle alternatif kamusallık için, geleneksel kooperatiflerin sınırlı kamusallık üretme gücüne dayanmak yerine ortakların yararını aşan, içinde bulunduğu topluluk için fayda yaratan kooperatiflere geçmek gerekiyor.

Yıldırım’ın kamusallık gücü yüksek örgütler olarak tanımladığı yapıların bir ölçüde tabandan gelen topluluk kooperatiflerine karşılık geldiği düşünülebilir. Pek çok topluluk kooperatifi, toplumun faydasını arttırmaya ve yanı sıra doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına, yerel doğal müştereklerin yönetilmesine de odaklı.

Türkiye tarımındaki çözülme

Kitabın ikinci bölümü Çağatay Edgücan Şahin tarafından kaleme alınmış. Çalışmanın temel sorusu, Türkiye’de tarımsal üretim sürecinin verili sorunlarının kooperatifleşme aracılığıyla aşılma potansiyeli olarak tanımlanmış. Yazar, verili sorunların tarımda yapısal değişim/dönüşüm süreci ile açıklanmasının doğru olmadığını veriler üzerinden gösterdikten sonra, tarımda yıllar içinde yaşananların bir çözülmeye işaret ettiğini savunuyor.

Yazara göre, bu çözülme karşısında salt kendi üyelerinin çıkarlarına odaklı ve başarıyı ‘piyasa oyuncusu’ olmak üzerinden değerlendiren geleneksel kooperatifçilik modeli bir çözüm olamaz. Çalışmanın temel savı, 2000’li yıllardan itibaren derinleşen tarımdaki neoliberal politikaların yarattığı sosyo-ekonomik tahribatın ancak kooperatiflerin verili piyasa ilişkilerine karşı model oluşturacak alternatif bir ağ şeklinde örgütlenmesi ile giderilebileceği. Şahin, alternatif kooperatifçiliği şu şekilde tanımlıyor:

“… bu kooperatifçilik, bürokratikleşme, dış denetim eksikliği ve eşit oy ilkesinin pratikte işlememesi gibi mevcut handikaplardan mümkün olduğunca arınmış; üretim sürecinin her aşamasında katılımcı pratiklerin öne çıkarıldığı, aynı/farklı tarımsal ürün üreticisi kooperatiflerin yanı sıra tüketim kooperatifleriyle hiyerarşik ilişkiler üretmekten kaçınmak amacıyla bir ağ oluşturacak şekilde dayanışmacı yönüyle farklılaşan bir kooperatifçilik olmalıdır.” (s. 92)

Önerilen ağda; aynı ürünü üreten farklı bölgelerdeki üretici kooperatifleri, farklı ürünler üreten kooperatifler, tüketici kooperatifleri, hammadde ve ürünlerin taşımasını gerçekleştirecek taşımacılık kooperatifleri yer alacaktır. Yazara göre, kooperatiflerin aynı ağ üzerinde yer almasında varoluşsal açıdan bir sorun yoktur. Önemli olan her deneyimin kendi içinde otonomisini korumasıdır. Günümüzde alternatif ekonomiler konusunda çalışanların önem verdiği konuların başında ağ oluşturma geliyor. Örneğin, dayanışma ekonomisi alanına önemli katkıları olan Emily Kawano, dayanışma ekonomisi girişimlerinin birbirileri ile ağlar üzerinden bağlanmalarının dayanışma ekonomisi oluşturmadaki kritik önemini belirtir. Yeri gelmişken, dayanışma ekonomisi içerisinde pek çok farklı girişim, inisiyatif ve uygulama olmakla birlikte kooperatiflere özel bir yer verildiğini söylememiz gerekiyor. Dayanışma ekonomisi çerçevesinde de bu çalışmada olduğu gibi ve bu çalışmaya paralel bir yanıt verilmekte.

Makalede, ‘hangi kooperatifçilik?’ sorusu ortaya atıldıktan sonra gerçek bir alternatif üretim-tüketim stratejisinin en önemli öğesinin ‘yeni nesil kooperatifler’ olacağı belirtilmekte. Yeni nesil kooperatifçilik son dönemde pek çok kooperatifin kendini tanımlarken başvurduğu bir kavram olmakla birlikte üzerinde tam bir görüş birliğine varıldığı söylenemez. Şahin, yeni nesil kooperatiflerin özelliklerini şu şekilde sıralıyor: Yerel kalkınmayı hedefleme, çiftçileri, işçileri ve kentlerdeki tüketicileri aynı anda odağına alma, hiyerarşiden uzak olma, her düzeyde demokratik katılım mekanizmalarını işletme ve bir ağ üzerinde birbiriyle ilişkili olma.

Başka bir kooperatifçiliği savunan Şahin’in bir önceki çalışmanın yazarı Yıldırım ile bu noktada buluştuğunu söyleyebiliriz. Yıldırım’ın kamusallığın dikey yönde gelişim olarak ifade ettiği gelişimin kooperatiflere gelenekselliğin ötesine geçme gibi bir sorumluluk yüklediği çıkarımında bulunmak sanırım yanlış olmayacaktır.

Alternatif model tartışmasının ardından çalışmanın devamında, kamuoyunda başarılı olarak tanınan ve kendi fabrikalarında ham ürünleri işleyen Tire Süt, Hopa Çay, Özçay ve Ovacık Tarımsal Kalkınma kooperatifleri ile MARMARABİRLİK ve PANKOBİRLİK birlikleri mercek altına alınmış. Verilerin önemli bir kısmı kooperatifler ile yapılan görüşmelerden (Tire Süt, Hopa Çay, Özçay ve MARMARABİRLİK) elde edilmiş ancak PANKOBİRLİK ve Ovacık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi için ikincil kaynaklardan yararlanılmış. Kooperatiflerin uygulamaları, alternatif model çerçevesinde değerlendirilerek artıları ve eksileri ortaya konulmuş.

Çağatay E. Şahin, çalışmanın bulgularını değerlendirirken mevcut kooperatif modelinin özünde önemli ölçüde şirket modeline yakınsama riskini taşıdığını belirtmekte. Bunun kanıtları, kooperatifler arasında dayanışmanın eksikliğinde ve piyasanın baskısı altında kâr motivasyonunun toplumsal faydanın önüne geçmesinde ortaya çıkıyor.

Yazar şirketleşen kooperatifler karşısında alternatif modelin ekolojik tarıma dayanması gerektiğini belirtiyor. Bu tespit, gıda egemenliği kavramını odağına yerleştiren ve kapitalist sistemle bütünleşmeyi seçmeyen başka bir kooperatifçiliğin mümkün olduğunu savunanlar tarafından da paylaşılmakta. Dolayısıyla bugün, tarım ve gıda kooperatiflerinin şirketleşerek ölçeklenmek yerine küçük ancak ekolojik kooperatif olma seçeneklerini de konuşmak gerekiyor.

Peki, bu alternatif modelde yerel yönetimler nerede duruyor? Şahin’e göre, belediyeler kooperatiflerin gelişiminin ilk aşamalarında hayati önemde. Ancak bu desteğin bağımlılığa dönüşmesi ve belediyelerin kooperatifler üzerinde nüfuz geliştirmeleri riski göz ardı edilemez. Buna karşı önerilen çözüm, işbirliği protokollerinin dikkatle tasarlanması.

Çalışmada, alternatif modelin olmazsa olmazı olarak belirtilen ağların bütünüyle işlediği bir örneğe rastlanmamış olması neoliberal politikaların daha da derinleşmesi beklenirken kooperatifçiliğin geleceği için kötü haber niteliğindedir. Burada önerilen ağ tipi kooperatifçilik bugün önemlidir ve “gelecekte ise daha önemli olacaktır.

Tarihsel bir örnek: Fiskobirlik

Kitabın üçüncü bölümü, Türkiye’de tarımsal kooperatifçiliğin gelişimini tarihsel bir örnek üzerinden inceliyor. Ergül Ballı’nın “Türkiye’de Tarımsal Kooperatifçiliğin Gelişimi ve Fiskobirlik: Tarihsel Bir Değerlendirme” başlıklı çalışması, tarımsal kooperatifçiliğin gelişimini Fiskobirlik özelinde tarihsel ve eleştirel bir bakış açısıyla çözümlemekte. Araştırmada, dönemin ayrıntılı bir resmini elde edebilmek için çeşitli arşivler, resmi raporlar, TBMM Zabıt Cerideleri, TBMM Tutanak Dergisi, Resmi Gazete ve süreli yayınlardan yararlanılmış.

Bölümün açılışında Osmanlı dönemindeki tarımsal kooperatifçilik, döneme ait yayınlardan elde edilen veriler üzerinden değerlendirilmiş. Ballı’nın döneme ait genel değerlendirmesi şu şekilde:

“… bu dönemde tarımsal kooperatifçilik, dini ve etnik kimliği ne olursa olsun tüccar karşısında küçük köylüyü korumaktan ziyade…yabancı ve gayri Müslim tüccar yerine Müslüman-Türk ticaret burjuvazisini ikame edecek bir metot olarak kullanılmıştır.”  (s. 123)

Osmanlı döneminden miras alınan tarımsal kredi kooperatifçiliği, 1935 yılından itibaren yasal düzenlemeler (2834 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu, 2836 sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri Kanunu) ile kurumsallaşma sürecine girmiştir. Ancak yazarın belirttiği gibi kanunlar otoriter bakış açısıyla ve yukarıdan yönetim ilkesi benimsenerek hazırlanmıştır. Bu bakımdan ilgili yasal düzenlemelerin kooperatifçilik ilkeleri ile bağdaşmadığı açıktır.

Yasal düzenlemeye kavuşan tarım satış kooperatifleri (TSK) ve tarım satış kooperatifleri ve birliklerinin (TSKB) sayısı zaman içerisinde giderek artmıştır. Ballı, TSK ve TSKB’nin gelişimini dönemlendirirken taban fiyatı politikasını analize dâhil ediyor. 1940-1960 arasında kurumsal anlamda özerkliğe sahip bu kurumlar kendi nam ve hesaplarına ürün alımı yaparak görece kooperatifçilik ilkelerine daha yakın faaliyette bulunmuştur. Ancak 1963’ten itibaren uygulamaya konan tarımsal destekleme alımlarıyla birlikte gerçek kooperatifçilikten uzaklaşarak birer alım ofisine dönüşmüşlerdir. Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu süreçte kooperatifler üzerindeki devlet vesayeti giderek artmıştır. 2000’li yıllarda neoliberal düzenlemeler altında bu destekleme yönteminden vazgeçilmesi sonucunda kurumlar çözülme sürecine girmiştir.

Fiskobirlik öyküsü yazarın tanımladığı dönemlere uygun olarak gelişiyor ve bir sürpriz içermiyor. 1938 yılında kurulan birlik zorlu bir süreçte (II. Dünya Savaşı’nın etkileri, tüccar ve komisyoncuların olumsuz propagandası) piyasada kendine yer açmayı başarmış. Faaliyetlerini devletten görece özerk yürüttüğü 1960’lara kadar fındık piyasasının en etkili aktörü ve piyasa yapıcısı haline gelmiş. Sonraki dönemde tarımsal destekleme alımlarının başlamasıyla Fiskobirlik, iç ve dış pazara dönük fiyat politikasını hükümetten aldığı talimatlara göre oluşturmaya başlamış; giderek popülist politikaların bir parçası olmuş. Süreç sonunda mali yapısı bozulan hatta ürün bedelini ödeyemez duruma gelen birliğin ortakları çareyi kooperatiften uzaklaşıp tüccara yönelmekte bulmuş. Bugün gelinen noktada özerkleştirilen Fiskobirlik işlevsizleştirilmiş ve adeta tasfiye sürecine girmiştir. Örgütlü üreticilikten uzaklaşan Karadenizli fındık üreticilerini bekleyen tehlike ise mülksüzleşme.

Fiskobirliğin öyküsünden çıkarılabilecek derslerden belki de birincisi; kooperatif-ortak, kooperatif-birlik ve kooperatif-devlet ilişkisini otoriter mantık ile düzenlemenin kooperatifçiliğe alan açmadığı, örgütlenmeye destek olmadığı. Devlete bağımlı yapılar uzun vadede kalıcı olamıyor. Ballı çözümün TSKB’yi tasfiye etmek olmadığını belirterek kooperatifçilik ilkelerine bağlı gerçek üretici örgütlenmeleri kurulmasını öneriyor. ‘Gerçek’ üretici örgütleri kurulmasının yasal düzenlemelerde ne gibi değişiklikleri gerektirdiği bu çalışmanın konusu olmamakla birlikte ileriye dönük ilginç bir araştırma sorusu olarak not edilmeli.

Kadıköy tüketim kooperatifi

Kitabın dördüncü bölümü, İstanbul’un Kadıköy İlçesi’nde tarihi Kadıköy bölgesinde faaliyet gösteren Kadıköy Tüketim Kooperatifi deneyimini okuyuculara birinci elden aktarıyor. Kolektif bir çalışma olan bölüm, deneyimi yaşama geçiren kooperatif gönüllüleri tarafından kaleme alınmış. Kadıköy kooperatifi başka bir kooperatifçiliği yaşama geçirmek üzere kurulmuş bir yeni nesil kooperatif. Tarım, gıda, ekoloji alanlarında kolektif çalışmayı ve dayanışmayı pekiştiren, güven ilişkilerini kuran, ortaklarının ve toplumun çıkarlarını koruyan ve geliştiren bir örgütlenme modeli olarak kooperatifçilik seçilmiş.

Çalışmada belirtildiği gibi kendilerinden önceki deneyimler kooperatifin kuruluşunda yol gösterici olmuş. Kooperatif fikri, Gezi direnişi sonrasında oluşan park forumları ve mahalle dayanışmaları döneminde yapılan tartışmalarda olgunlaşırken ilerleyen dönemde bir ‘Kooperatif Çalışma Grubu’ oluşturularak taslak model üzerinde çalışılmaya başlanmış.

“… kooperatif çalışması ruhunu ve karakterini “mahalle dayanışmaları” olgusundan almıştır…dayanışmalardaki herkese açık olma, katılımcı olma, yatay olma, hiyerarşik olmama, mahalle ölçeğine hitap etme, yerel olma, demokratik olma, somut sorunlara somut çözümler üretmeyi hedefleme, makro ölçekteki politik sorunsallar ile zaman zaman ilişki kurma…en başından beri sahiplenilmiş ve uygulanmaya başlanmıştır.” (s. 156)

Anadolu’da Yaşam Kooperatifi, BÜKOOP, Çiftçi-SEN, Tohum İzi Derneği gibi yapıların deneyimlerinin paylaşıldığı bir çalıştayın ardından taslak model ve yol haritası ortaya çıkmış. 2015 başında ‘Kadıköy Tüketim Kooperatifi Girişimi’ ismi altında kooperatifleşme çalışmalarına devam edilirken girişimin kendini kamusal olarak ifade edebilmesi ve sürekliliğini sağlamak için haftalık toplantılara başlanmış. Düzenli toplantılar sürerken ‘sipariş paketi’ olarak adlandırılan çalışma başlatılmış.

Gönüllüler sipariş paketleri dönemini, kooperatifleşmeyi pratik olarak deneyimleme süreci olduğu kadar kurumsallaşmaya hazırlanma süreci olarak değerlendiriyorlar. Ekim 2016’da resmi kuruluşu ve dükkân açılışı yapılan kooperatif bugün yeni nesil kooperatiflerin önde gelen örneklerinden biri haline gelmiş durumda. Kadıköy Kooperatifi, yeni girişimlere ve kooperatiflere esin kaynağı oluyor. Kuşkusuz kooperatifin kuruluş sürecinde izlenen yolun doğruluğu kadar kooperatifin çalışmalarını belirleyen ilkelerinin de başarıda payı büyük. Bu ilkeler çalışmada şu şekilde belirtilmiş:

– Üreticiler ile aracısız birliktelikler kurma ve dayanışma
– Üretim ve tüketim üzerinde karşılıklı inisiyatif
– Kolektif çalışma ve paylaşım
– Ekolojik – toplumsal ilişkiler

Kadıköy Kooperatifi iç işleyişinde; eşitlik, şeffaflık, katılımcılık ve güven temelinde yapılanmış yatay örgütlenme modelini ve bu model altında karar almak için konsensus yöntemini kullanıyor. Gerek çalışma ilkeleri gerek iç işleyiş modeli kooperatifin kolay yolu seçmediğini gösteriyor. Mevcut kooperatifçilik uygulamalarının kalıcı kooperatifleri inşa etmekte pek başarılı olmadığını dikkate aldığımızda uygulanan bu modelin yakından incelenmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu modelin başarısı, salt Kadıköy ya da diğer yeni nesil kooperatifler için değil Türkiye’de olumsuz örnekler üzerinden akla gelen kooperatifçiliğin imajının değişmesi bakımından da değerli olacaktır. 

“Eksiklerimiz, Hatalarımız, Yapamadıklarımız” başlığı altında bugüne kadar yapılanların içtenlikle ve nesnel olarak değerlendirilmesi çalışmanın beni en çok etkileyen kısmı oldu diyebilirim. Bu gerçekçi değerlendirmenin, kooperatifin daha geniş bir çerçevede ele alınmasını sağlarken başka deneyimler için de oldukça yararlı olduğu söylenmeli.

Önceki bölümlerde olduğu gibi bu çalışmada da gıda krizinden çıkış yolunun örgütlenme ve işbirliği olduğu vurgulanıyor. Bununla birlikte, tarım ve gıda endüstrisinde değer zincirinin dayanışma ağları tarafından oluşturulmasının önemi anımsatılıyor. Kooperatif gönüllülerinin hayali, gıda toplulukları, inisiyatifleri, kooperatiflerin oluşturduğu -rekabete karşı dayanışma ve işbirliği, bireysel riske karşı kolektif faydayı önceleyen- ağların güçlendiği bir ülke ve dünya. Bu bağlamda asıl önemli hedefleri ise kooperatifte “inşa edilen modelin toplumsallaşması, değişip dönüşerek katılımcı ve demokratik örgütlenme deneyimlerinin hayatımızın somut bir parçası haline gelmesi.

Sendikalar ve kooperatifler

Kitabın ikinci ana bölümünde sendika-kooperatif ilişkilerini inceleyen üç makale karşımıza çıkıyor. Çalışmalar bu alandaki tarihsel mirası ağırlıklı olarak Maden İş deneyimi üzerinden okuyucuya sunmakta. Günümüzde üyeleriyle bağları giderek zayıflayan, faaliyetleri toplu sözleşme yapmakla sınırlı olan, yüksek düzeyde bürokrasinin egemen olduğu sendikalar başta olmak üzere örgütlenme üzerine kafa yoran herkesin bu deneyimlerden öğreneceği çok şey bulunmakta.

“Sendika-Kooperatif İlişkileri ve Sendikaların Yatırım Faaliyetleri” başlıklı çalışmasında Ferit Serkan Öngel sendika ve kooperatifleri, işçi sınıfının dayanışma ve birbirine destek olma gerekliliğinin ürünleri olarak niteliyor. Dolayısıyla eş zamanlı ortaya çıkan bu iki hareket, farklı örgütsel biçimlere sahip olsalar da pek çok ortak noktaya sahip: Her ikisi de aynı amaca yönelmiş, kendi kendine yardım ilkesi ile harekete geçen, tabandan yükselen hareketler. Aynı zamanda birbirlerini besleyen ve destekleyen yapılar.

Öngel makalesinin başlangıcında, sendikalar ve kooperatifler aracılığıyla ortaya çıkan ortaklık ruhunun işçi sınıfının oluşumundaki rolüne atıfta bulunuyor ve bu örgütlerin işçi sınıfının oluşum sürecinin ana aktörleri olduklarını belirtiyor. Yazarın Marx’tan yaptığı alıntı -işçilerin satın almak zorunda oldukları ekmeklerdeki karıştırma ve hileler- kooperatiflerin ihtiyaçların çocuğu olduğu yönündeki önermeyi doğruluyor. Kitabın ilk bölümünde Yıldırım’ın bugün kooperatiflerin başlıca gündemlerinden biri olarak işaret ettiği gıda güvenliğinin, modern kooperatiflerin başlangıcı olan tüketim kooperatiflerinin temel meselesi olduğunu ve kooperatiflerin ortaya çıkışında sağlıklı gıdaya erişimin belirleyici olduğunu okumak konuya yabancı olanlara şaşırtıcı gelebilir. Belki de şaşırmak yerine sağlıklı gıdaya erişimin neden hâlâ bir sorun olduğu ve bunun nedenleri üzerinde düşünmeli kişi.

Makalede sendika-kooperatif işbirliklerinin gelişimi ana hatlarıyla gözden geçirilirken sendikaların yeni kooperatiflerin kurulmasına, mevcut olanların güçlendirilmesine katkıları dünyadan çeşitli örneklerle açıklanıyor. 1970’li yıllara kadar güçlenerek süren bu ilişkiler ve işbirlikleri neoliberal politikalar altında zayıflasa da 2008 krizinin ardından bugün sendikaların yeniden kooperatiflerle işbirliği geliştirme eğilimine girdikleri görülmekte.

Dünyadaki bu manzaraya karşın Türkiye’de sendikaların kooperatifçilik konusundaki çalışmaları görece geç dönemlerde başlamış; işbirlikleri genel olarak konut ve tüketici kooperatifleri üzerinden gerçekleşmiş. Bugün sendika-kooperatif ilişkisi için verilebilecek çok sayıda örnek bulunmamakta. Öngel’in sunduğu veriye göre, Maden İş Sendikası’nın devamı olan Birleşik Metal-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu yaklaşık 80 işyerinden sadece ikisinde tüketici kooperatifi mevcut. Mevcut Sendikalar ve Toplu Sözleşme Kanunu’nda kooperatiflerin yer almaması ve buna karşın somut bir itirazın olmaması yazara göre düşündürücüdür. Dünyadaki eğilimler yazarın bu tespitini haklı çıkarıyor. Farklı coğrafyalarda işçi kooperatifleri sendikaların yardımıyla kuruluyor ve gelişir, kendi hesabına çalışanların ve kayıt dışı ekonomideki işçilerin ve sendikalar ve kooperatifler eliyle örgütlenmesi ILO gibi uluslararası kurumların gündemine girerken Türkiye’de sendika-kooperatif işbirliklerinin gündemde olmaması önemli bir eksikliktir.

İzleyen bölümde Öngel’in ikinci makalesi yer alıyor. Yazar, unutulmaya yüz tutmuş MİTES, MİGSAN, MİPAŞ ve yapı kooperatifleri deneyimlerini T. Maden İş’in genel kurul raporlarına ve derinlemesine mülakatlara dayandırarak ayrıntılı olarak inceliyor.

DİSK’in kurucu sendikalarından olan ve 12 Eylül darbesi ile kapatılan Maden İş’in bu özgün deneyiminin, sendikaların sınıf kimliğini hem üretim hem tüketim alanında ve ortaklık temelinde örgütlemelerinin mümkün ve başarılı olabildiğini göstermesi bakımından dikkatle okunması gerekiyor. Dolayısıyla Öngel’in önceki makalesinde savunduğu sendikacılık yaklaşımının tarihsel bir zemini bulunmakta.

Türkiye’de sendikal mücadelenin en önemli aktörlerinden biri olan Maden İş, işçileri işyeri dışında yaşam alanlarında örgütleme motivasyonu ile harekete geçmiş ve 1960’lı yılların sonu ve 1970’li yıllarda özgün bir deneyimi oluşturmuş. Makalede ayrıntılı olarak incelenen faaliyetleri tasarlayan ve yaşama geçiren kişi sendikanın Genel Başkanı Kemal Türkler. Türkler’in öncülüğünde kurulmaya çalışılan sistem sendikal mücadelenin alanını işyeri ile sınırlı tutmayan, işçinin toplumsal yeniden üretim alanına genişleten bir sistem. 1970’lerin başında kooperatifçiliğin toplum nezdinde yaygın olarak tartışılması, bu ortamda bir sendikanın kooperatif faaliyetlerini sendikal örgütlenme ile bir araya getirebilmiş olması kooperatifçilik tarihi ve birikimi açısından unutulmaması gereken tecrübeler.

Önceki bölümlerde altı çizilen dayanışma ağlarının kurulması ve güçlendirilmesi fikrini bu makalede de görüyoruz. Öngel bu tarihsel deneyimlerin ışığında, işçi sınıfının örgütsel olarak temsil edildiği kurumların (sendika, kooperatif, dernek vb.) birbirinden kopuk yapılarının değişmesi gerekliliğini not ettikten sonra bu kurumların örgütsel çeşitliliğe sahip yaygın ağlar üzerinden kendini yeniden inşa eden bir perspektif oluşturmalarını öneriyor.

Bölümün üçüncü ve son çalışmasında Can Şafak, Maden İş deneyimini bu kez Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içinde 1970’lerin ilk yarısında alternatif bir model ya da girişim olarak geliştirilen ‘halk sektörü’ tartışmaları ile birlikte ele alıyor. Can Şafak makalesinde, halk sektörünü ütopik ve kimi yanlarıyla muğlak bir kavram ve önerme olarak tanımlıyor. Dolayısıyla halk sektörü farklı kesimler tarafından farklı biçimde tanımlanıyor. Zaten halk sektörü tartışmaları kısa sürede gözden ve gündemden düşüyor.

Ancak halk sektörü kavramı sendika hareketi içinde ilgi çekiyor. Maden İş’in halk sektörü projesi ile örtüşen ancak bu tartışmalardan çok önce başlayan faaliyetleri olmakla birlikte; CHP’yi destekleme kararı ile birlikte halk sektörü kavramı sendikanın yazılı belgelerine ve söylemine giriyor. Buna karşın, halk sektörü politikasına karşın ilk etkili karşı çıkış yine Maden İş içinden geliyor. Sendika içindeki ‘genç kuşak’, sosyalist bir bakış açısıyla halk sektörünü sert biçimde eleştiriyor.

Şafak, bu tartışmaları dönemin belgeleri ve o dönem bu tartışmaları yürütenler ile yaptığı görüşmelerden elde ettiği bilgilerden yararlanarak inceliyor. Görüşme yapılan kişilerin bugünden bakarak o dönemde yaşananları değerlendirmeleri ve bu değerlendirmelerin alıntılarla sunulması okura geniş bir çerçevede değerlendirme yapma fırsatı sunuyor.

Şafak’ın belirttiği gibi Maden İş içindeki eleştirel ‘sol’ bakış sendikal faaliyetleri salt örgütlenme, toplu pazarlık ve eğitimle sınırlayan bir model önermekteydi. Dolayısıyla, sınıf mücadelesine zarar vereceği gerekçesiyle sendika ile bağlantılı üretim ve tüketim kooperatiflerine karşı çıkılıyordu. Ancak bu fikir artık çoktan aşılmıştır. Çalışma, unutulmaya yüz tutan bu deneyimlerin değerlendirmesini yaparken, sendikaların üyeleriyle çok ve çeşitli kanallarla bağlar kurarak işçilere ve sendika/sınıf mücadelesine güç kazandırabilecekleri sonucuna ulaşıyor.

Küreselleşme sürecinin kooperatiflere etkisi

Üçüncü ana bölümün konusu küreselleşme sürecinde kooperatifler ve bu bölümdeki ilk makalenin yazarı R. Funda Karadeniz. Karadeniz, 2008 krizinden sonra kooperatiflerin tüm dünyada önem kazandığına ve başarılarının kabul gördüğüne dikkat çektikten sonra kooperatifçiliğe yönelik iki farklı bakış açısından söz ediyor. Bu bakış açılarından birincisi, kooperatifçiliği piyasa sisteminin içinde görürken kooperatiflere, piyasanın ortaya çıkardığı sorunları hafifletecek ve piyasaya denge getirecek bir araç olarak yaklaşmakta. Bu bakış açısının karakteristik bir örneğini, Stigliz’in 2018 yılındaki bir konuşması için seçtiği başlıkta (Kooperatifler ve Sosyal Ekonomi: Ekonomik Dengenin Temel Ögeleri) buluyoruz. Uluslararası Kooperatifler Birliği ICA ya da ABD’nin Ulusal Kooperatif İşletmeleri Birliği NCBA gibi çatı kuruluşlar da kooperatiflere neoliberal kapitalizmi tamamlayıcı bir rol biçmekte. Diğer görüşte ise kooperatiflere, neoliberal sistemin ezip geçtiği insan faktörünü yeniden anımsatan ve neoliberal kapitalist sistemin alternatifinin yaratılmasında yardımcı olabilecek bir ekonomik model olarak yaklaşılıyor.

Çalışma, bu ikili ayrım temelinde gelişiyor ve neoliberal küreselleşme sürecinin kooperatifler üzerindeki etkilerini ve bu etkilere kooperatiflerin yanıtlarını irdeliyor. Bu bağlamda, literatürden yararlanarak üç tür küreselleşme stratejisi tanımlanıyor: Küyerel Kooperatif Ağlar (Glocal Cooperatives), Çok Paydaşlı Kooperatifler (Multi Stakeholder Cooperatives) ve Ulusaşan/Çokuluslu Kooperatifler (Transnational Cooperatives). İlk iki strateji çerçevesinde kooperatifler kooperatifçilik ilke ve değerlerine görece daha bağlı kalırken, ulusaşan kooperatif modelinde kooperatifler şirketlere yakınsamakta. Bu noktada, kitabın yazarlarından Çağatay Edgücan Şahin’in Türkiye özelindeki ‘hangi kooperatifçilik?’ sorusunun uluslararası kooperatifçilik hareketi için de söz konusu olduğ.unu belirtelim

Neoliberal küreselleşmenin yarattığı baskılar sonucunda; kooperatiflerin kendini savunma mekanizmaları geliştirdikleri, sahiplik yapılarının, yönetim mekanizmalarının ve devlet ile ilişkilerinin dönüştüğü bir gerçektir. Ancak yazara göre bu durum, kooperatiflerin kapitalist sistem içinde şirketlere dönüştüğü biçiminde okunmamalı. Karadeniz, kooperatiflerin aşırı biçimde yüceltilmesi ya da kapitalist olmakla suçlanması yerine somut faaliyetleri üzerinden değerlendirme yapılmasını öneriyor. Peki, ya kooperatiflerin geleceği? Çalışmanın çok doğru biçimde işaret ettiği gibi geleceğin kooperatifçilik modeline ne getireceği büyük ölçüde, kooperatifçilik ilkelerine bağlılığın sürdürülüp sürdürülemeyeceği ile yakından ilişkili.

Küreselleşme, Avrupa Birliği ve kooperatifleşme

Bölümün ikinci makalesinde Mehmet Cevat Yıldırım, küreselleşme sürecinin kooperatifçilik üzerindeki etkisini Avrupa Birliği (AB) özelinde inceliyor. Çalışma, kooperatifleri AB düzeyinde temsil eden çatı kuruluşlar, AB ekonomisinde kooperatiflerin bazı ülkelerdeki ve sektörlerdeki pazar payları gibi betimsel bilgileri okuyucuya sunarken AB’nin kooperatiflere yaklaşımını ilgili belgelerden aktarıyor.

Yıldırım’ın belirttiği gibi Avrupa, kooperatif hareketinin ortaya çıktığı ve kök saldığı bir coğrafya olmasının yanında bugün de kooperatifçilik alanında güçlüdür. Avrupa’nın kooperatiflere yaklaşımını yazar şu şekilde özetliyor: “…AB, kooperatifleri serbest piyasada şirketlerle eşit düzeyde rekabet edebilecekleri koşullara kavuşturmak ister.” Bu ifadeden AB’nin kooperatifleri şirketler ile rekabet eden kurumlar olarak gördüğü sonucu çıkarılabilir. Nitekim tarım, gıda ve finans alanında kimi Avrupa kooperatifleri dünyanın en büyük şirketleri arasına girmektedir. Uluslararası Kooperatifler Birliği (ICA) ve Avrupa Kooperatif ve Sosyal Girişimler Araştırma Enstitüsü (Euricse) tarafından hazırlanan  2019 Dünya Kooperatif İzleme Raporu'na göre, dünyanın en büyük 300 kooperatifinin 159’u Avrupa’dandır.

Yıldırım, AB ve Türkiye kooperatifleri arasında yaptığı karşılaştırmada, Türkiye’deki kooperatifçiliğin iki temel sorunu olduğunu belirtiyor. Kooperatiflerin üst kuruluşlara üyeliğinin zorunlu olmaması nedeniyle üst örgütlenmenin zayıflığı ve bir kooperatif bankasının olmayışı. Çalışmada sıralanan sorunlara, çok parçalı, bütünsel olmayan ve kimi yerlerde birbiriyle çelişen yasal düzenlemelerin de eklenebileceğini düşünüyorum.

Kooperatiflerde kurumsal yönetim

Son bölümde Göktürk Kalkan’ın, literatürde çok az çalışılmış bir konuyu; kooperatiflerde kurumsal yönetimi inceleyen makalesi bulunmakta. Çalışma kooperatiflere özgü bedavacılık, ufuk, portföy, kontrol ve etkileme maliyeti sorunlarının kooperatiflerde kurumsal yönetimin gerekliliğini ortaya koyduğu noktasından hareket ediyor.

Kurumsal yönetim çok yeni bir alan olmamakla birlikte, 1990’larda ‘skandal’ olarak adlandırılan şirket iflaslarından sonra bilinirliği artmıştır. Çalışma, kurumsal yönetimi, temsilcilik teorisi üzerinden ele alıyor, ilkelerini ve mekanizmalarını açıklıyor. Ardından kooperatifler için genel kabul görmüş kurumsal yönetim modellerini tanıtıyor. Ve son olarak temsilcilik teorisi yönünden kooperatiflerde kurumsal yönetim ele alınıyor.

Yazarın el attığı bu alanda başka incelemelerin eksikliği hissedilmekte: Sermaye şirketleri ile kooperatifleri karşılaştırmalı olarak inceleyen çalışmalar ya da kooperatiflerde kurumsal yönetimi örnek olaylar üzerinden inceleyen çalışmalar ilk aklıma gelenler. Türkiye’de pek çok kooperatifin yönetim hataları nedeniyle iflas ettiği yaygın olarak kabul edilen bir görüş iken bunun nedenlerinin daha iyi irdelenmesinin yararlı olacağı düşüncesindeyim.

Büyük bir potansiyel

Evet, kooperatifler krizle birlikte gündeme geldi. Ancak toplumlarda asıl heyecan uyandıran, dayanışmanın bir aracı olarak kooperatiflerin taşıdığı potansiyel. Yeni kooperatifçilik hareketi, her şeyden önce yaşamın her alanının piyasaya terk edilmesine karşı toplumun dayanışma tepkisi. Türkiye’de kooperatifçilik ve genel olarak dayanışma ekonomisi alanındaki gelişmeler, dünyadaki süreçlerin bir izdüşümü olarak okunabilir.

Yazıya başlarken kooperatifçilik hareketinin dünyada ilgi ve merakla izlendiğinden söz etmiştim. Burada da durum farklı değil. Krize Karşı Kooperatifler: Deneyimler, Tartışmalar, Alternatifler’i henüz okumamışken, Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından düzenlenen 16. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde kitaba katkıda bulunan yazarların sunumlarını izleme olanağım olmuştu. Söz konusu çalışmaların dinleyiciler tarafından ilgi, merak ve heyecanla karşılandığını, soru-yanıt bölümünün oturum sonrasında da devam ettiğini gözlemlemiştim.

Tanıtmaya çalıştığım bu kitap, kooperatifler ve ilişkili kurumları, bu alandaki mevcut ve geçmiş deneyimleri eleştirel bir perspektiften değerlendirirken okuyucuya geniş bir çerçevede değerlendirme yapma olanağı sunuyor. Çalışmanın, sadece kooperatifçilik alanı ile ilgilenenler için değil ‘kapitalizmin son krizinden hareketle alternatifler’ üzerinde düşünmek ve öğrenmek isteyen herkes için yararlı ve önemli olduğunu belirtmek isterim. Kolektif çalışmanın tüm yazarlarının ellerine sağlık. Bu alandaki çalışmalarını kesintisiz olarak sürdürmeleri ve okurları yeni kitaplarla buluşturmaları dileğiyle…