Barış Bıçakçı'dan maneviyatı güçlü, duyumsallığı zayıf bir poetika: Tarihî Kırıntılar

Çevresine sirayet etmiş sahtelik karşısında kendini Turgut Uyar sanan, hayata Turgut Uyar dublörü olarak direnen bir karakterle karşılaşıyoruz bu kez

07 Mart 2019 12:30

Barış Bıçakçı’nın bir önceki kitabı Seyrek Yağmur’un merkezinde yazarlık ve yaratıcılık uğraşının sorunları yer alıyordu. Rıfat’ın kişisel taraflarından çok edebiyattaki kuşak kavgalarıyla ilgili tutumu, İkinci Yeni’yi sulandıranlara karşı mücadelesi, köylülük (Castro) tartışmasındaki konumu “ön planda”ydı. “Melalden anlamasa”, “Türkiye’nin evlatlarına kendinden başka bir şeyle uğraşma imkânı vermediğini” bilmese, “İkinci Yeni”nin diline ve haletiruhiyesine öykünmese Rıfat diye bir karakterden söz edilemezdi. Popüler edebiyatın parodisini yaparak kurmaca içinde kurmacanın sınırlarında dolanıyordu Rıfat. İkinci Yeni’yi sulandıranların büyüsünü “aforizmalar”la, “veciz sözler”le bozuyordu. Anlatının bir “geri plan”ı yoktu. Rıfat bir fragmandan öbürüne eleştirel bir hafiflikle atlıyordu. Bir “poetika” vaat etmiyordu.

Seyrek Yağmur’daki edebiyat içi göndermeler, “kurmaca içinde kurmaca” izleği, fragmanter geçişler Bıçakçı'nın yeni romanı Tarihî Kırıntılar’da da devam ediyor. Çevresine sirayet etmiş sahtelik karşısında kendini Turgut Uyar sanan, hayata Turgut Uyar dublörü olarak direnen bir karakterle karşılaşıyoruz bu kez; fiziksel özellikleriyle Uyar’a hiç benzemiyor bu adam, bir ruh-dublörü ve bunun bir içtenlik sorununa sebebiyet vermeden mümkün olabileceğini gösteriyor. (Turgut Uyar’a “sulandırmadan öykünebilmek” Bıçakçı’da bir iyilik alâmeti).

Bir başka kurucu gönderme Cyrano de Bergerac. 1992’nin Aralık ayında bir şairin peşinden sırra kadem basan Meral’den yadigâr imzasız mektup ailesi tarafından bir Cyrano de Bergerac cildi arasında bulunuyor. Öyleyse, Meral diye birisi gerçekten var mı? Yoksa o da, içindeki tanrıyı susturamadığı için dükkânını çekip çevirirken bir yandan boyuna şiir yazan Ragueanu’nun ruh dublörü mü?

Tarihî Kırıntılar, bir şair adayı olarak Meral’in öyküsü ve öyküyü katlanılır kılan göndermelerle sınırlı olsaydı, zeki-fragmenter-hafif novellalar kulvarına yapılmış yeni bir katkı olurdu. Ama Bıçakçı, yeni kitabında Seyrek Yağmur’da girmediği bir kulvara giriyor, denemediği irtifaları deniyor: Şairlerin hayat ve edebiyatla ilgili görüşleri ve deneyimlerini mekân ve zaman dilimlerine dağıtıp bunlardan bir “poetika” kuruyor: Maneviyatı güçlü, duyumsallığı zayıf bir poetika.

Zayıf tarafı aynı zamanda özgün tarafı: Bedensel temas, özel hayat, sevişme sahneleri Bıçakçı’nın daha önce girdiği, uzun boylu dolaştığı alanlar değildi. Bu mıntıkaya girdiğinde olasılık yasalarını zorlayan bir “sahicilik” sorunuyla karşılaşmış ve bununla baş edebildiği de söylenemez. Bir oğlan çocuğunun “kısa kesilmiş saçı kafasının yuvarlaklığını iyice ortaya çıkarttığı” için “bu yuvarlaklığa sahip olma isteği” duyan ve “bu kafayı karınlarından aşağıya, bacaklarının arasına doğru yavaşça itmeyi ve tam oraya bastırmayı düşleyen” kadınların varlığı mümkün olabilir ama anlatılan arzunun böyle mekânik şekilde duyumsanıyor olması pek muhtemel değildir – bu bir fütürist şiir deneyi değilse böyle takır tukur yaşanmamıştır o cinsel deneyim ya da fantezi. Cinsellik bir şair için “bütün kuşların [kendisine] doğru uçtuğu bir ufuk olabilir” ama şairler sevişmek için yatağa girdiklerinde “altı bağlı bir bebeğin bezi açıldığında duyduğu ferahlığa benzer bir ferahlık hisset”miyorlardır. Herhalde.

Fiziksellik, tensellik, duyumsallık aktarmakta başarılı romancılar (Tolstoy, D. H. Lawrence ekolü) ile bunda pek başarılı olmadığı hâlde kalıcı yapıtlar verebilmiş olan romancılar (Dostoyevski, Woolf, Orwell ekolü) arasında bir ayrım yapacaksak, Barış Bıçakçı bunlardan ikincisine yakın.

Tarihî Kırıntılar fikirleri, görüşleri, ruhsal eğilimleri bir ipin üzerine gerip gerçeklik ve sahicilik sınavına sokmakta gayet başarılı. Ama bu başarının başka bir irtifada dolaşmayı göze alamamanın acı idrakıyla ketlendiğini söyleyelim. Bu acı idrak “genç kadını bana çeken şey fiziksel özelliklerim değil kabul görmüş şairliğimdi” diyen bir sesin alttan alta huzursuzlandığı bir iç hesaplaşmayla sonuçlanıyor - üç kadının çiftleşen güvercinleri seyredip gülüşmesinin şaire kabul etmesi gereken şeyi hatırlatması gibi basmakalıplarla ilerleyen bir hesaplaşma.

Bıçakçı bu mıntıkadan uzaklaşıp sözcüklerin şairin zihninin ondan habersiz sürülmüş tarlalarında günü gelince nasıl boy verdiğini anlatmaya koyulduğunda; hemen hepsi dehalarını gençliklerinde gösteren matematikçiler ile şairler arasındaki benzerlikler üstüne düşündüğünde; hayranlık duygusunun, “etkilenme endişesi”nin, hayran olunan şaire saldırma arzusunun bir ruhsal zorunluluk olduğunu gösterdiğinde; şiirin ölümsüzlüğün ve anlamsızlığın üstesinden gelme çabasının onulmaz bir hiçlik duygusuna yuvarlanabildiğini; duygularını anlatma çabasının bazen duygusuzlaşma ve küflenme ile sonuçlanabildiğini hatırlattığında Tarihî Kırıntılar’ın peygamberâne poetikası kendi mıntıkası içinde ortaya çıkıyor.

Barış Bıçakçı’nın evreninde şairlerin peygamber, peygamberlerin şair olduğu çağ henüz kapanmış değil. Manevi-tensel ayrımı romanın içinde bir duvar gibi dikiliyor ve duvarın iki tarafında iki farklı şiir tarihi var.