Şu fetihçi asabiyye hiç dinmeyecek mi?

"Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, İslâm’a sırt çevirmekten ziyade dünya uygarlığına açılmak demekti. Evet, silâh zoruyla aldık, ama buyurun, hepimizin olsun mesajını vermekti. Âlicenaplıktı. Hani var ya, 'Türk âlicenaplığı'. Tekrar camiye çevrilmesi ise Hepinizin canı cehenneme, silâh zoruyla aldık, bizden başka kimsenin olmayacak diyor dünyaya."

“Asabiyet” kelimesi, günümüz Türkçesinde sinirlilik anlamına gelir. Mesela, “Hiç sormayın, Ahmet Efendi çok asabidir, sözünden dışarı çıkıldı mı gözünün yaşına bakmaz” cümlesinde olduğu gibi; yahut “Sokakta yürüyenleri görünce Mehmet Efendi’nin iyice asabı bozuldu, hemen polis çağırdı” cümlesinde.

Ama kelimenin asıl anlamı farklıdır. İslâm öncesi (câhiliyye) devrinde asabiyye kan bağı üzerine kurulmuş olan solidarist (dayanışmacı) duygulara verilen isimdi. Çünki birbirine kan bağıyla (daha doğrusu “et yakınlığıyla”, kurbü’l-luhme) bağlanmış olan insan gruplarına asabe denirdi (ayın-sad-be, yani “bağlamak” kökünden türetilmiştir — Lane 1863, s. 2059).

Kan bağı üzerine bina edilmiş olan bir dayanışmacılığın adalete ve hakkaniyete hizmet etmeyeceği tabiidir. Çünki haklı yahut haksız, insanın mutlaka yakınına arka çıkmasını gerektirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de anlamı asabiyye’ye yakın olan (ve birçok Türkçe me’âlde zaten “asabiyet” ile karşılanan) hamiyye kelimesi olumsuz bir bağlamda geçer: “Hani o inkâr edenler, ‘gurur ve soy asabiyetini’, câhiliyyenin ‘gurur ve soy asabiyetini’ (el-hamiyyete, hamiyyete’l-câhiliyyeti) kendi kalplerinde alevlendirip kışkırttıkları zaman...” (Fetih 48:26, Ali Bulaç me’âli) Bazı başka âyetlerde de Müslümanları birbirine düşüren kavimciliğe karşı tavır alınmıştır: “Mü’minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın... Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin...” (Hucurât 49:9–10, Ali Bulaç me’âli)

Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bir hadiste ise “kör olan [yani hak yolunu göremeyen] bir kavmin sancağı altında savaşan, asabeiçin gazaba gelen, yahut asabe adına davet çıkaran, yahut asabe’yi koruyan kişi (yağzabu li-‘asabetin ev yed‘û ilâ ‘asabetin ev yensuru ‘asabeten) eğer ölürse onunki câhiliyye ölümüdür” deniyor (Müslim, Kitâbü’l-imâre 83).

Öte yandan İbn Haldûn (1332–1406) Mukaddime’de asabiyye kavramına olumlu bir anlam yüklemiştir. Ona göre her insanda fıtraten var olan dayanışma duygusu farklı toplumlarda farklı biçimlerde tezahür eder; câhiliyye döneminin asabiyye’si başka, göçebe Müslümanlarınki başka, büyük bir İslâmi imparatorluğunki başkadır. Bazıları kötüdür, bazılarıysa iyi. İslâm’ın ilk tebliğ edilmesinden itibaren fetihler yoluyla hızla yayılması da büyük ölçüde asabiyye sayesinde olmuştur.

Lâfı uzattım. Asabiyye konusunu gündeme getirmemin nedeni, AKP iktidarının demokratik ilkelerini terk edip saraya kapandıktan sonraki politikalarında, örneğin Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararında bu dürtünün merkezî bir yer tutması. Çünki Ayasofya aslında epey süredir devam eden bir akımın belki de son aşamasıydı: Türkiye’nin her santimetre karesini kendine benzetmek. Gayr-i Müslimler Kemalistler tarafından bertaraf edildi, kalmadı; şimdi sıra “yanlış Müslümanlar”a geldi. Yani AKP “mahalle”sinden olmayanlara, nüfuslarında “Müslüman” yazan, ama ya yanlış mezhepten, ya seküler, ya hepten tanrıtanımaz oldukları için makbul sayılmayanlara.

Örneğin Taksim Camii’ni ele alalım. İnsanların ibadethane ihtiyacının karşılanmasına hiçbir itirazım olamaz. Maksemin arkasındaki, soba borusu minareli zavallı mescidin yerine daha düzgün bir ibadethane kurulmasına kim karşı çıkabilir? Ama amacın bu olmadığı, Çamlıca’da inşa edilen devasa cemaatsiz cami kadar Taksim Camii projesine eşlik eden ideolojik söylemden anlaşılıyor. İçki içilen, dans edilen Beyoğlu’nun ve Taksim’in “bizden” olmamasının rahatsızlığı, Taksim Camii projesinin her gözeneğinden akıyordu, akıyor.

Ayasofya da öyle işte. Beş yüz altmış yedi yıl önce fethedilmiş İstanbul. Olmuş bitmiş bir iş. Ama yetmedi, Ayasofya’nin müze olması battı bu iktidara. “Yeterince bizim” bulunmadı dört minaresi, mihrabı, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi hatları ile Ayasofya. İllâ ki cami olacak, mozaikleri örtülecek, içinde namaz kılınacak. Nev-zuhur 29 Mayıs kutlamalarıyla kışkırtılan fetihçi asabiyye ancak böyle tatmin olabilirdi. Olacak mı? Göreceğiz. Ben pek ümitli değilim.

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi için gösterilen gerekçelerin hiçbiri elle tutulur gibi değil. Fatih’in vakfıymış, ne çıkar? Türkiye müzeleri memleketin dört bir yanından toplanıp getirilmiş vakıf eserleriyle dolu, yazma kütüphaneleri de keza. Bütün bunlar asıl yerlerine iade mi edilecek? Medine müdafi’i Fahreddin Paşa’nın, Vahabîlerin eline düşmemeleri için sandıklara doldurup İstanbul’a gönderdiği, Mescid-i Nebevî’ye, Ravza-i Mutahhara’ya vakfedilmiş eşya şimdi Suudi Arabistan’a mı yollanacak? Ya gayr-i Müslim vakıfları? Cumhuriyet’in ilânından beri kemirilen, kanunsuzca el konan gayr-i Müslim vakıflarının malları cemaatlere iade mi edilecek? (Aman dilemiş olan ehl-i kitabın ibadethanesi gasp edilip vakıf yapılabilir mi, o konuya hiç girmiyorum.)

Sonra Sultanahmet’in bir camiye daha ihtiyacı olduğunu kim iddia edebilir? Bunca senedir bölgenin insanları cami yokluğu mu çektiler Allah aşkına? Her köşebaşında cami var.

Mustafa Kemal’in imzasının sahteliği meselesi ise tam bir komedi.

Sorun sadece ve sadece şudur: Memleketin fethedilmemiş hiçbir noktası kalmayacak. Bize benzemeyenlerin yaşadığı yerler fethedilmemiş yerler olduğuna göre de, bize benzemeyenler kalmayacak.

Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, İslâm’a sırt çevirmekten ziyade dünya uygarlığına açılmak demekti. Evet, silâh zoruyla aldık, ama buyurun, hepimizin olsun mesajını vermekti. Âlicenaplıktı. Hani var ya, “Türk âlicenaplığı”. Tekrar camiye çevrilmesi ise Hepinizin canı cehenneme, silâh zoruyla aldık, bizden başka kimsenin olmayacak diyor dünyaya.

Tabi sabah akşam “dış mihrakların çevirdiği kumpaslar” retoriğine alışmış ve inanmış olan gafiller için bu doğru bir mesaj olabilir. Ama herkes öyle mi?

Altmış beş yaşımı geride bıraktım. Çocukluğum İstanbul’un, yerli yabancı gayr-i Müslimlerin bol olduğu muhitlerinde geçti — yalnız Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenler değil, Ruslar, Macarlar, Almanlar, Avusturyalılar, Çekler, İtalyanlar, Gürcüler, Hıristiyan Araplar... arasında büyüdüm. Nasıl bir zenginlikti bu, anlatamam. Bütün İstanbul’u bir örnek yapmanın ise ne kadar büyük bir kayıp olduğunu.

“Eski Türkiye geride kaldı” demiş hazret. İyi de, geride kalan sadece Kemalistlerin kurumsallaşmış dinsizlik Türkiyesi değil, aynı zamanda benim Türkiyem, benim gibilerin Türkiyesi. Çoğulcu Türkiye.

Şu fetihçi asabiyye hiç dinmeyecek mi?

NOT:
Ağustos ayına “Min Nevâdir-i Kütüb” yazısı nasıl yazacağım, doğrusu bilemiyorum.
Hem Roma yanmaya devam ediyor, hem de açıkcası hiç içimden gelmiyor.