Sidney Poitier: ilk olmanın gururu ve ağırlığı

"Hollywood’un ilk siyah yıldızı, En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülü alan ilk siyah aktör, insan hakları aktivisti, yönetmen, yapımcı ve Bahama Milletler Topluluğu Japonya büyükelçisi – ve aynı zamanda Birleşik Krallık Şövalye Nişanı, ABD Başkanlık Özgürlük Madalyası ve Ömür Boyu Başarı Oscar Onur Ödülü sahibi…"

09 Ocak 2022 15:56

Yıl 1964, Milwaukee. 10 yaşında siyah bir kız çocuğu, evin muşamba kaplı zemini üzerinde oturmuş televizyon seyrediyor. O yıllarda siyahî insanlar henüz “zenci” (negro) olarak anılıyorlar. Ve cenazeler haricinde “zencilerin” Limuzin’e bindiği görülmüş şey değil… Küçük kız dizlerini soğuk muşambaya bastırmış, gözleri doğruca karşısındaki televizyona dikili. Siyah beyaz ekrandaki Limuzin’den takım elbiseli, yakışıklı, siyah bir erkeğin indiğini görünce ağzı açık kalıyor. Tüm haşmetiyle Limuzin’den inen Sidney Poitier, Oscar ödül töreni için kırmızı halıda ilerliyor – cehennemin donması, yazın kar yağması gibi bir şey bu… Ve eğer bu mümkünse, her şey mümkün demektir! İşte o gün Sidney Poitier’yi televizyonda kocaman gözlerle izleyen kız çocuğu, büyüdüğünde Oprah Winfrey oluyor. Ve hayatı boyunca “muşamba” kelimesini her duyduğunda sınırsız olasılıkların varlığını idrak ettiği o ânı hatırlıyor… İşte çığır açmak diye buna denir. İmkânsız görünen her şey önce bir ilham, bir fikir, bir hayalden ibarettir.

Hollywood’un ilk siyah yıldızı, En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülü alan ilk siyah aktör, insan hakları aktivisti, yönetmen, yapımcı ve Bahama Milletler Topluluğu Japonya Büyükelçisi – ve aynı zamanda Birleşik Krallık Şövalye Nişanı, ABD Başkanlık Özgürlük Madalyası ve Ömür Boyu Başarı Oscar Onur Ödülü sahibi… Sidney Poitier, Amerikan sinemasının ve küresel izleyicinin ırksal bakışını sonsuza kadar değiştirmekle kalmamış, değişime ayak direyen bir dünyada Afrikalı Amerikalıların hem sinemadaki temsilinde hem de gerçek hayattaki seçeneklerinde yepyeni kapılar açmıştı.

Sidney Poitier (1964), Hattie McDaniel (1939), Denzel Washington (2002), Oscar ödülleriyle.

İşin doğrusu Oscar’ı kucaklayan ilk siyah oyuncu Sidney Poitier değildi. Bu şerefe 1939’da Rüzgâr Gibi Geçti’deki Mammy rolü ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan Hattie McDaniel nail olmuştu. Ardından 1964 yılında Sidney Poitier Lilies of the Field ile En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Bir başka siyah aktörün bu ödülü alması içinse aradan tam 38 yıl geçmesi gerekecek ve En İyi Erkek Oyuncu ödülü, Poitier’nin Yaşam Boyu Başarı Oscar Ödülüne layık görüldüğü 2002 yılında Training Day ile Denzel Washington’a gidecekti.

Poitier’nin Almanca konuşan rahibelerin kilise yapımına yardım eden bir işçiyi canlandırdığı Çayırdaki Zambaklar/Lilies of the Field  filmiyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar ödülünü aldığı 1964 yılı herhangi bir yıl değildi: Aynı yıl içinde Martin Luther King “Afro-Amerikalı nüfusun insan hakları adına yürüttüğü şiddet içermeyen mücadelesi” ile Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüş, 1964 Medeni Haklar Yasası ile ABD’de siyah ırka mensup kişilere okullarda, kamusal alanlarda ve işe alımda yapılan ırkçı ayrımcılık yasadışı ilan edilmişti. Medeni Haklar Yasası John F. Kennedy tarafından hazırlanmış, ancak Kennedy suikast sonucu hayatını kaybedince yasayı imzalayan başkan, Lyndon Johnson olmuştu. Bundan tam bir yıl önce Dr. Martin Luther King’in İş ve Özgürlük İçin Washington'a Yürüyüş eyleminde yaptığı "I have a Dream / Bir Hayalim Var" başlıklı konuşma Amerika’nın insan hakları yolunda bu önemli adımı atmasında büyük rol oynamıştı. Ve o gün orada, Lincoln Anıtı önündeki merdivenlerden başlayarak meydana yayılan 250.000 kişilik kalabalığın arasında Sidney Poitier ve Harry Belafonte de yan yanaydı. Dr. King daha sonra Poitier’yi “Son derece derin, toplumsal kaygıları olan, kendini insan haklarına ve özgürlüğe adamış bir adam” olarak tanımlayacaktı.

Ne var ki Poitier, başarılı siyah bir aktör olarak zaman zaman Afrikalı Amerikalıların da beyazların da acımasız eleştirilerinden kurtulamadı. Kendi halkı onu beyazların onayı peşinde koşan kişi anlamında “Tom Amca” ve “Milyoner Ayakkabı Boyacısı” diye etiketledi. Oyun yazarı Clifford Mason, The New York Times’da yayınlanan "Beyaz Amerika Sidney Poitier’yi neden Seviyor?" başlıklı yazısında onu beyazların ekmeğine yağ sürmekle suçladı. Film eleştirmeni Donald Bogle Toms, Coons, Mulattoes, Mammies & Bucks adlı kitabında, oynadığı karakterler için “düzgün İngilizce konuşan, muhafazakâr giyinen, neredeyse cinsiyetsiz ve kısır, öğle ya da akşam yemeğinde siyahi bir konuk ağırlamak isteyen beyaz liberallerin hayallerini süsleyen tip” diye yazdı. Poitier’ye “cinsiyetsiz” sıfatını yakıştıran biri, Paul Newman ile Paris’te yaşayan ve Amerikalı turist kızlara âşık olan iki caz müzisyenini canlandırdıkları Paris Blues’u izlememiş, Diahann Carroll ile aralarındaki ateşli kimyayı gözden kaçırmış olmalıydı…

Paris Blues'da (1961) Paul Newman ile...

Hayatı boyunca prensipleriyle yaşayan Poitier o dönemde ardı arkası kesilmeyen bu eleştiriler üzerine her şeyin başladığı yere, Bahamalar’a döndü. Kendine küçük bir tekne alıp bir yıl boyunca neredeyse her gün balığa çıktı, düşündü ve kariyerinde bir dönüm noktasında olduğunu fark etti. Geri döndüğünde yelkeni aktörlükten yönetmenlik ve yapımcılığa çevirmişti. Ne kadar sakin ve serinkanlı olursa olsun, Sidney Poitier’nin bile “yeter” dediği bir yer vardı ve sonunda o noktaya gelmişti.

Ona yöneltilen eleştirilerin çoğu beyazperdede başrol oynayan tek siyah aktör olmasıyla ilgiliydi. Başka kimsecikler ortada yokken onun ‘oradaki’ emsalsiz varlığı misliyle göze batıyordu. Yakışıklı, zeki, asil ve soğukkanlı tavırlarıyla dikkat çeken ve prensip sahibi rollerde boy gösteren aktörün kendini kusursuzca dizginleyen, kontrollü özgüveni kariyeri ilerledikçe militan eleştirmenleri daha da kışkırtacaktı. Sidney Poitier günün birinde kendinden emin adımlarla Hollywood basamaklarını tırmanıp “cool” sıfatını baştan tanımlayana kadar siyahların sadece hizmetçi, uşak ve neşeli dansçı gibi klişelerin içine sıkıştırılması da onun suçu muydu yani?... Siyahlar onu çoğunlukla yeterince öfkeli olmamakla suçladı. Yumruğunu havaya kaldırıp haykıracağı yerde, ne diye takım elbiseli doktor rollerinde zengin beyazların kızlarıyla evlenerek basamak atlıyordu ki? Poitier daha sonra kariyerine dönüp baktığı The Measure of a Man başlıklı otobiyografisinde şöyle yazacaktı:

“Öfkeli ve meydan okuyan insanların da bir yeri var ve bazen bir amaca hizmet ediyorlar, ama bu asla benim rolüm olmadı. Aslına bakılırsa bana biçilen rol hep örnek insanları canlandırmaktı.”

Gücünü soğukkanlılığından alan bir adamdı Poitier. “Sessizlikle yakın ilişkisi olan bir çocuktum” diye anlatıyordu kendini. “Sessizliği duymayı öğrendim. Yaşadığım hayat da böyle bir şeydi: basit…” Onu tanımlayan şeyler çoğu zaman yaptıklarında değil, yapmadıklarında gizliydi. Hiçbir zaman yumruğunu masaya vuran siyah kabadayıları canlandırmadı. Siyahların başkaldırısını beyazperdeye taşıyıp gücü onlara geri verirken aynı zamanda onları uyuşturucu satıcısı, fahişe ve pezevenk rollerine mahkûm ederek yeni negatif klişeler yaratan blaxploitation yıllarında bu kalıpları kırmak ve genç nesillere olumlu örnekler sunmak için elinden geleni yaptı.

Siyahların karakterini lekeleyen hiçbir rolde oynamamaya öylesine kararlıydı ki kariyerinin başından itibaren ona önerilen hizmetkâr ve şaklaban rollerini asla kabul etmedi. Söylentilere göre Poitier’nin reddettiği Driving Miss Daisy (1989) ve The Shawshank Redemption (1994) filmlerindeki roller Morgan Freeman’a iki Oscar adaylığı getirmiş ve kariyerine kalıcı bir ivme kazandırmıştı. 1989 yılında bir röportajında şöyle demişti Poitier:

“Bütün bir halkın umutlarını ve özlemlerini taşıyordum. İçerik üzerinde hiçbir kontrolüm yoktu. Sahip olduğum tek yaratıcı güç bir filmi reddetmekti ve bunu sıkça yaptım.”

Oyunculuğa ilk başladığı yıllarda, henüz baba olmuş ve ikinci çocuğu yolda, genç bir aktör olarak haftada 750 dolar getirecek bir işi sırf prensiplerine ters düştüğü için reddetmişti. Cinayete şahit olan bir casino kapıcısını canlandıracağı bu filmde kötü adamlar çaresiz şahidi daha da köşeye kıstırmak için kızını öldürüyor, adamcağız yıkılsa da buna karşı hiçbir tepki vermiyordu ve bu durum Poitier kanunlarına aykırıydı.

***

Poitier, Bahamalar’da domates yetiştiren çiftçi bir ailenin yedinci ve en küçük çocuğuydu. Ailesinin tatil için geldiği Miami’de dünyaya gelerek tesadüfen Amerikan vatandaşlığı kazanmıştı. Bahamalar’da 1000 kişinin yaşadığı ve iki kişi haricinde herkesin siyah olduğu bir adada, ırk ayrımı diye bir şeyin varlığından habersiz büyümüştü. 2000 yılında Oprah ile röportajında insanların ona hep ırkla ilgili sorular sorduğundan şikâyet ediyordu:

“Basının sadece ırkla ilgili sorular sorarak beni bir kalıba sokmasına izin vermeyeceğim. Bu konuya önem verdiğim gayet açık, ama sadece ırktan ibaret değilim”

Poitier’nin annesi ve babası Bahamalar’da oğullarını 1950 yapımı No Way Out  filmi ile ilk kez sinema perdesinde izlediklerinde Richard Widmark’ın Poitier’ye silahıyla vurduğu sahnede annesi tüm naifliğiyle ayağa kalkıp “Sen de ona vur Sidney, vur ona! Sen ona hiçbir şey yapmadın ki!” diye haykırmıştı. Seneler boyunca izleyicilerin merak ettiği de buydu zaten. Sidney ne diye ona karşılık vermiyordu ki? O yıllarda Hollywood’un vazgeçilmez siyah oyuncusu olmasının tek yolu, gerektiğinde diğer yanağını çevirmesiydi. Fakat rüzgârlar yön değiştirecek, devran dönecek ve anne Poitier’nin beklediği tokat bundan tam 17 yıl sonra, 1967 yapımı In the Heat of the Night ile gelecekti. Üstelik bu tokat senaryoya bizzat Poitier tarafından eklenmişti… Filmde yobaz bir polis şefini canlandıran Rod Steiger, Poitier’ye “Virgil, Philedelphia’lı siyah bir adam için tuhaf bir isim, seni orada nasıl çağırıyorlar?” diye soruyor, Poitier de buz gibi bakışlarla “Bana Bay Tibbs derler” diye cevap veriyordu. Zamanla bu replik Sidney Poitier ile özdeşleşip neredeyse imzası haline gelecek ve 1970 yılında They Call Me Mister Tibbs  adlı bir devam filmiyle taçlanacaktı.

 

In the Heat of the Night’ta derin güneyin bağrında onu tokatlayan bir beyaza aynı şiddetle cevap veren Poitier, sinema tarihinde bir beyazı tokatlayan ilk siyah oldu. Beyaz bir kızla evlenmek üzere olan genç bir doktoru canlandırdığı 1967 yapımı Guess Who’s Coming to Dinner’da ise beyaz perdede beyaz bir kadını öpen ilk siyah erkek olarak tarihe geçti.

Sidney Poitier ile Katharine Houghton meşhur öpüşme sahnesinde.

Kızın annesini Katherine Hepburn’ün, babasını ise Spencer Tracy’nin canlandırdığı filmde bu iki ırklı evliliğe karşı çıkanlardan biri de genç doktorun babasıydı. Genç John’un babası ile yaşadığı sert yüzleşme, iki farklı neslin ve değişmekte olan bir dünyanın tüm karmaşa ve acılarını ortaya sererek sinema tarihinin unutulmazları arasına kazındı:

“Seni seviyorum baba. Sen benim babamsın ama aramızda bir fark var. Ben kendimi bir adam olarak görüyorum. Sen ise kendini siyah bir adam olarak görüyorsun.” 

Poitier imkânsızlıklara rağmen ve engelleri aşarak varmıştı olduğu yere. 15 yaşında cebinde 3 dolarla New York’a gelmiş, ağır Karayip aksanı yüzünden ona “Senden aktör olmaz, git bulaşıkçı ol” dediklerinde kendine bir radyo alıp aylarca haber spikerlerini dinleyip onları taklit ederek çalışmıştı. Müzik kulağı olmayan ve dans etmeyen bir “siyah” olarak Hollywood’da kendine o güne dek var olmayan, yepyeni bir yer açmıştı… Aslında bakılırsa Poitier’nin mücadelesi bundan çok daha önce, henüz anne karnındayken başlamıştı: İki ay erken doğduğu için yaşayacağına kimsenin ihtimal vermediği bir bebekti ama annesinin pes etmeye niyeti yoktu. Miami’nin arka mahallelerinde yeni doğmuş bebeğini yaşatmasına yardımcı olarak birilerini ararken bir falcı tezgâhına rastlayınca kadının karşısına geçti ve ona oğlunun kaderini sordu. Bebeği yaşayacak mıydı? Falcı kadın ona şöyle cevap verdi: “Oğlunu merak etme, hasta bir çocuk olmayacak. Krallarla yürüyecek. Altından basamakları tırmanacak ve adını uzak diyarlara taşıyacak…”

6 Ocak 2022’de, 94 yaşındayken aramızdan ayrılan Poitier’nin yaşam öyküsüne bakılırsa falcı kadın haklıydı. Sör Sidney Poitier, tüm ısrarlara rağmen doğumunda ona verilen adı kariyerinin hiçbir aşamasında değiştirmedi, dünyanın her yerine taşıdı ve kraliyet nişanını alarak altın sütunlar arasında krallarla yan yana yürüdü. Aya değilse de siyahların yeryüzünde henüz mevcudiyet sahibi olmadığı yerlere ilk adımı atan ve sırf bu nedenle zaman zaman yalnız kalan bir adam oldu. İlk olmanın sorumluluğu kadar yüklerini de taşıdı. Gerçekleştirdiği her hedefiyle sadece kendine değil insanlığa yepyeni kapılar açtı ve günün birinde bir başka kapıdan geçti gitti.

 

GİRİŞ RESMİ:


Sidney Poitier, In the Heat of the Night (Gecenin Sıcağında)  filminin bir sahnesinde. 1967.