Seyyah-ı âlem okuyucu

Alberto Manguel, odağına aldığı üç metafora dair yeni soruları, zengin bir kültür tarihi okumasıyla gündeme getiriyor...

02 Mart 2017 14:15

Henüz öğrencilik yıllarında Jorge Luis Borges’e kitap okuyup Babil Kütüphanesi’nin tozlarını yutan Arjantinli yazar, çevirmen, editör, edebiyat eleştirmeni Alberto Manguel, okumanın felsefesi üzerine yoğunlaştığında hâliyle en dikkatimizi çeken isimlerden biri oluyor. Dünyada ve Türkiye’de özellikle Hayali Yerler Sözlüğü, Okumanın Tarihi, Okuma Günlüğü, Geceleyin Kütüphane gibi okuma ediminin bir nevi haritasını çıkaran belli başlı eserleri ve antoloji eserlerinin yanı sıra, okuma ve yolculuk ikilisini her daim birlikte deneyimlediğine bir örnek niteliğindeki Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir’i de unutmamak gerekiyor. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan son kitabı Gezgin, Kule ve Kitapkurdu - Metafor Olarak Okur, okuyucunun üç hâline üç belli başlı metafor üzerinden odaklanarak, her ne kadar sunduğu metaforlar mazmun misali tanıdık olsa da, sorulması gereken yeni soruları zengin bir kültür tarihi okumasıyla gündeme getiriyor.

Gezgin, Kule ve Kitapkurdu/ Metafor Olarak Okur, Alberto Manguel, Çev: Dilek Şendil, Yapı Kredi Yayınları

Manguel’in öncelikli olarak yoğunlaştığı mesele, insanın birincil ihtiyacı olan gerçek ve hakikat peşindeki serüvenini adlandırmak için başvurulan, ihtiyacın kendisi kadar birincil olan metafor: Dünyanın kendisinin okunacak bir kitap olduğu yolundaki büyük metafor. Gerçek nedir? Evrendeki her şeyi öğrenip anlamak zorunda mıyız? Manguel, bu sorularla uğraşırken en yerinde saptamalarından biri, dilin, doğrudan iletişim kurma yetersizliğinin itirafı olan metaforlara başvurduğunu söylemesi. On beşinci yüzyıldan kalma bir elyazmasındaki tezhipte, nehire bırakılmak üzere olan çocuk Musa’nın içinde yattığı sepet, kırmızı kaplı bir kitap olarak resmedilmiştir. Bu ikonografinin sunduğu fikirden yola çıkılarak Tanrı’nın sözünün dünyada bu taşıt aracılığıyla yol alacağı inancının yerleşik olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte pagan kültürden itibaren, dünya kitabını anlama deneyimine karşılık gelen ikincil bir metaforun, yolculuk metaforunun sıklıkla kullanıldığını, bu yolculuğun yapısının ve sonuçlarının sorgulandığını öğreniyoruz. Herakleitos’un “Kat edilecek her yolu dolaşsanız bile ruhun sınırlarını yolculuğa çıkarak keşfedemezsiniz, hikâyesi çok derindir” şeklindeki sözlerini bu bölümün başlığı altına koyan Manguel, aslında bir imkânsızlık deneyiminin doğasını incelermiş gibi görünüyor.

Dünyayı ve insan ruhunu anlamak için çıkılan yolculuğun imkânsız doğası söz konusuyken, Manguel bir de edebiyatın koskoca bir yalan olduğu, zararı, insanı hakikatten uzaklaştırdığı şeklindeki Platon’la başlayan fikir zincirini inceliyor. Özellikle Aziz Augustinus’un İtiraflar’ını referans noktası olarak alan Manguel, Augustinus’un itiraflarındaki gelgitleri, okuma deneyiminin hayat yolculuğu deneyimiyle olan ilişkisinde “hayali mekânlara” paye vermek için kullanıyor. Okuyucunun bir metne başlarken giriştiği “inanmazlığı askıya alma” durumuna dikkat çekerek, “ister İthaka kıyılarında dolaşalım, ister hep ertelenen deniz fenerine gitme hayalini kuralım”, o imkânsız belde fikri üzerinde kitaplar aracılığıyla meditasyon yapmanın, sezgiler kadar okuma deneyimini de güçlendirdiğini söylüyor. Tam da bu noktada, bölüme attığı yolculuğa dair “imkânsızlık deneyimi” başlığı kışkırtıcı bir çelişki kazanıyor. Nitekim, edebiyat tarihinin en ünlü yolculuk anlatılarından olan Dante’nin İlahi Komedya’sı yolun yarısından başlarken, metnin bir o kadar önemli olan kısmı, şairin kendini karanlık bir ormanda bulduğuna dair dizeleridir. Hayat yolculuğunun karanlık ormanları, Umberto Eco’nun anlatı ormanlarındaki karanlık patikaları da akla getiriyor ve Manguel’in hep önemsediği okuma haritalarına ihtiyacımız olduğunu düşündürüyor, her ne kadar anlam yolunda sözcükler bir yere kadar yeterli, varılan menzil bir yere kadar bilinebilir olsa da.

Manguel elektronik/ sanal okumalara değinerek günümüzde okumanın ve yolculuk etmenin ne anlama geldiğini yeniden sormamız gerektiğine değiniyor ama bu sorgulamayı çok kısa tutuyor. Ancak Fildişi Kule’de yaşayan okuyucu modeline yoğunlaştığı bu bölümde bugünün okuyucusunu ve yolculuklarını konumlandırmasından sanal okuma biçimlerini ve yeni seyahat anlayışını uçucu ve derinliksiz bulduğunu çıkarsıyoruz. Bugünün yalnız olmaktan, okumaktan ve seyahat etmekten korkan bireyinin yerine inzivaya çekilmekten, sessiz kalmaktan, yavaş okumaktan çekinmeyen okurunu önemsediği çok açık. Kendi kabuğuna çekilerek melankoliyle yoğrularak okuyan bireyin “acedia”, yani miskinlik ve kibir günahı işlediği yolundaki algıya karşılık, Fildişi Kule’de yaşayan aydının Rönesans’ta değişen algılanma biçimine, erdemli görülmesine yakın durduğu anlaşılıyor. Hamlet gibi “kitap düşkünü züppeler”i de gündeme getiriyor, okumak ve yaşamak eylemleri arasına belirgin bir çizgi de çekiyor, Fildişi Kule’ye kendini hapsetmiş okuyucunun karşısına başka bir algı nesnesi olarak sunulan “cahil yığınlara” kültür tarihindeki yerleri açısından nesnel bir şekilde de değiniyor. Ne var ki Manguel’in o çok da üzerinde durmadığı bugünün sanal ve elektronik okuma biçimlerine dair kısa bahsinde, bahis kısa olsa da yoğun bir “yüksek okuyucu” iması seziliyor.

Okuyucunun maruz kaldığı üçüncü metafor olan “Kitapkurdu”, Manguel’in daha çok edebiyat metinlerindeki kitapkurtlarını irdeleyip birbirleriyle karşılaştırdığı bir bölüm, dolayısıyla bu bölümde edebi eleştiri ön planda yer alıyor. Manguel, Don Kişot’un gerçeklik ve hayal ile kurduğu ilişkinin içyüzünü kendince değerlendirirken, sıklıkla Don Kişot ve Madam Bovary’yi okuyucu modeli olarak aynı kefeye koyan anlayışın dışına çıkıyor. Özellikle hikâyeleri benzerlik gösteren Madam Bovary ile Anna Karenina’nın okuma modellerinin hiç de aynı olmadığını savunduğu kısım, kitapkurdunun güdü ve davranışlarını düşündürürken yeni edebi okumalar da yapıyor. Flaubert’in Bovard et Pécuchet (Bilirbilmezler) romanını ve kitap toplamayı uğrunda cinayet işleyecek kadar saplantılı bir şekilde seven bir sahafın kahraman olduğu “Bibliomania” adlı öyküsünü gündeme getirerek, okuma edimini sorgulaması, bir fetiş olarak kitaplar bahsini “Bovarizm” sınırlarından kurtarması oldukça kıymetli ve dikkate değer. Yolculuk ve anlam imkânsız deneyimler, dil ise zayıflığını baştan kabul eden bir araç olsun ya da olmasın, anlıyoruz ki Manguel metaforları küçümsemiyor. Tekrar da edilseler, onların işaret ettikleri okuma yolunda üç beş sezgi kapısını aralayabileceklerini söylüyor; bizi de buna ikna edip yeni bir okumaya çağırıyor.