“Ömrümün sonuna kadar hep borçlu kalacağım”

Selim İleri: Bir fanusun içindeyim, doğru fakat hiçbir şekilde koruma altında olduğumu söyleyemem. Hiçbirimiz söyleyemeyiz...

Çekmecesinde yıllarca beklemiş notlarını gözden geçirip, kimini tekrardan ele alıp okur karşısına çıkardı usta yazar Selim İleri yeni kitabı Bir Gölge Gibi Silineceksin’le ve her sayfasında kendini var etmiş dünyaya, dünyalara selamlarını sunuyor. Biz de kendisiyle bu selam durduğu dünyaların konuğu olmak, bu dünyaları bir de kendisinin ağzından dinlemek istedik.

Eray Ak: Nezihe Meriç’ten başlamak istiyorum Selim Bey, kitapta da bahsettiğiniz o yılbaşı gecesinden. Meriç size imzalayıp bir kitap hediye ediyor o gece. İthafta ise “Biz hep yaşayacağız, hiç yaşlanmayacağız,” yazıyor. Fakat bu hatıraya yer verdiğiniz kitabın adına bakıyoruz: Bir Gölge Gibi Silineceksin. Neden böyle bir ironi?

Gariptir, hiçbir şey hatırlamıyorum o geceye dair. Sadece kitapta imzasıyla iz bırakmış Nezihe Meriç var. Ben kitapta “Bir Gölge Gibi Silineceksin” derken yaşlanışla ya da çalışmayla ilgili bir duruma dokunmak değil, bu bendenci dünyada, ben olayım diye her dakika kendini gösterme derdine düşüldüğü dünyada, kaybol diyorum kendime. Nezihe Hanım’ın söylediğine gelirsek de bambaşka bir duyarlıkla çok güzel bir dokunuş sağlıyor. Çalışmamız sonsuza kadar devam edecek demek istiyor. Kendisi de anılarında, yıllar sonra belki bir genç çıkıp yazdıklarımı okuyacak, beni sevecek diyor zaten. Nezihe Meriç’le dünya görüşümüzün bu anlamda hiç farklı olduğunu düşünmedim. Nezihe Hanım, tüm yaşamı boyunca gerçekten de bir gölge gibi yaşamış, kendini öne çıkartmayı gereksinmemiş bir insan. Benim kendimi öne çıkarma derdine düştüğüm yıllar oldu, olmadı değil. Hırslarım oldu. Hatta edebiyatla ilgisi olmayan polemiklerim oldu. Nezihe Hanım ise bunların hiçbirinde yoktu. Sürekli edebiyatın sınırları içinde geçmiş bir yaşamdan bahsediyorum.

E.A.: Bugünden baktığımızda, sizin de böyle yaşadığınızı kimse inkâr edemez ama… Bu anlamda Nezihe Meriç’e yakın hissediyor musunuz kendinizi?

Teşekkür ederim böyle düşündüğünüz için. Nezihe Meriç her anlamda hayranı olduğum bir yazardı, hâlâ öyle. Yakın hissetmek ne demek… Daha yolun en başındayken onun Bozbulanık kitabındaki öyküleri okuyup hayran olmuştum. Ben Sait Faik’ten önce Nezihe Meriç’i, Oktay Rifat’ı okudum. İkisinin de büyük etkisi altında yaşadım. O etki hiç silinmedi. Nezihe Hanım ya da Oktay Rifat’ın bazı yazdıklarını tekrardan bugün bile okuduğum vakit çarpılıp kalıyorum.

Sibel Oral: Hazır Nezihe Meriç’ten başlamışken, oradan devam edelim istiyorum. Nezihe Meriç’in bugünkü edebiyat dünyası, okuru ya da çağdaş yazarları tarafından yeterince bilindiğini ya da önemsendiğini düşünüyor musunuz? Kitapta Nezihe Meriç’ten bahsettiğiniz sayfalarda gezinirken düşündüm bunları. Siz hatırlıyorsunuz, hatırlatmaya çalışıyorsunuz fakat bugün anlaşıldığını düşünüyor musunuz?

Kendi döneminde yıldız bir isimden bahsediyoruz bir defa. En önemli yazarlardan biri sayılmış. Bugünden baktığımızda ise o kuşak yazarlardan hiçbiri için bir önemseyiş ya da hatırlayıştan bahsetmek pek mümkün gözükmüyor. Ancak bir şeyler hatırlatıldığında, bugünün okuruyla tanıştırıldığında, üzerine gidildiğinde, yeniden yorumlandığında ayakta kalabiliyor. Fakat pek çokları günübirlik ünlerin, modaların dışında başka bir şeyle ilgilenmiyor. Emek verilip yatırım yapılmadan bir şeylerin gerçekleşmesini beklemek de anlamlı gelmiyor bu noktada. Mesela bugün hâlâ yaşayan İrfan Yalçın diye bir romancımız var. Ben ki bu kadar okumaya meraklı biriyim, Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi adlı müthiş kitabını atlamışım, haberim bile olmamış. Okudukça dehşet içinde kaldım roman karşısında. Bir gayya kuyusu gibi yayın dünyamız. Yetiştiğim yıllar ve sonrası için böyle bir gayya kuyusundan söz edemeyiz. İyi kötü her şey duyulurdu. Basılan değerli kitaplar, dolayısıyla bu kitapların değerli yazarları bu kuyuda kaybolabiliyor bugün. Kim bilir kaç gencin emekleri de böyle zayi oluyor. Beş altı ün isim arasında sıkışıp kalmış bir dünyadan bahsediyoruz. Buradan çıkılması gerek ki çıkılacak da. Böyle gidemeyiz çünkü hiçbir edebiyat bu şekilde yol alamaz.

S.O.: Peride Celâl için de aynı şeyi düşünebiliriz…

Kesinlikle…

E.A.: Kaldı ki bahsettiklerimiz, her geçen gün, her yeni dönemde, her yeni okumada kendini yeniden üreten, doğuran isimler.

Evet, yaşayan metinlerin yazarları hepsi. Okudukları vakit genç kuşaklar da algılıyor zaten bunu. Yeter ki bu buluşma sağlansın. Mesela internetin en büyük faydasının bu noktada olduğunu düşünüyorum. Ben kullanmıyorum ama internet ortamındaki gençlere de bunlar sunulmalı, sadece yazılı basında ya da kitaplarda değil.

E.A.: İnternetle beraber gençlerin, edebiyat anlamında bir dip dalga şeklinde geldiğini de görebiliyoruz aslında. Bunu en yakından görenlerden biri de sizsiniz aslında. Pek çok söyleşinizde, “Beni genç kuşaklar anladı,” diyorsunuz.

Doğru, genç kuşaklardan başka edebiyatçı dostum yok gibi. Anlamaları çok sevindiriyor beni.

E.A.: Anlamak değil buradaki doğru kelime sanıyorum Selim Bey, anlaşmak demek gerekiyor…

Kesinlikle. Aynı amaç ve niyet çevresinde buluşulunca yaş farkı ortadan kalkıyor. Nezihe Hanım yaşasaydı, kendi isteğiyle Nezim, emin olun ki bizden daha genç bir insan olarak yaşamını sürdürüyor olacaktı.

E.A.: Küçük bir alıntıyla Bir Gölge Gibi Silineceksin’e dönelim. “Yazdıklarımız,” diyorsunuz, “yaşlandıkça hayatın kendisi mi oluyor?” Sizden bahseden yazıların çoğunda şunları görmek mümkün: Edebiyatı hayatına hemhal etmiş ya da hayatını edebiyatı hâline getirmiş, hayatı edebiyatla okumuş… Hayat ve edebiyat arasındaki bu özdeşlik üzerine konuşmak isterim biraz da. Nasıl sağlanıyor bu, nasıl gelişen bir duygu? Az önce üzerine konuştuğumuz ün çağında, her şeyin arkasında kalıp edebiyatla yaşayan biri Selim İleri, değil mi?

Öyle olmaya çalıştım diyelim. Şansım da yaver gitti tabii. Başka hiçbir mesleğim ya da uğraşım olmadı. Kitap okumayı çok seven biriyim. Onun da tabii bunda büyük payı oldu.

S.O.: Sizinle sadece kitaplarınız aracılığıyla tanışmışken yazar Selim İleri’ydiniz benim için ama tanıdıkça okur Selim İleri çıktı karşıma ve onu var edenin de bu okurluk olduğunu düşünüyorum. Yeri gelmişken soralım: Yazarlığınız mı yoksa okurluğunuz mu daha anlamlı sizin için?

Kesinlikle okurluğum. Beni -eskiden de öyleydi ama- özellikle son yıllarda mutlu kılan tek şey kitap okumak. Yoldaşım oldu edebiyat benim. Ben de ondan aldığım tadı başkalarıyla paylaşmayı bir görev, borç bildim. Şanstan bahsettim mesela az önce. Bizim kuşağı yetiştirenlerin hepsinin asıl meslekleri vardı. Hayatlarını ancak öyle kazanabiliyorlardı. Benim adıma öyle bir durum söz konusu olsaydı aynı okuma faaliyetini gösterebilir miydim, bilmiyorum açıkçası. Bu kadar etkin olamayacağımı tahmin ediyorum. Bugün neredeyse 24 saat benim için edebiyat var ama herkes için olmadı bu, bugün de olmuyor. Bu anlamda müthiş bir şanstan bahsedebilirim kendim için. Hayat bana bu fırsatı sağladı, ben de çok kötüye kullanmadım. En kötüye kullandığım zamanda bile edebiyat sınırları içinde kalmaya çalıştım.

E.A.: Verdiğiniz cevapta sizin için çok önemli olduğunu düşündüğüm bir kelime geçti: Borç. Borç, sizi var eden romanlara, edebiyatçılara, sanatçılara karşı sizde bitmeyen bir duyguymuş gibi geliyor bana, bilmem yanılıyor muyum?

Ömrümün sonuna kadar hep borçlu kalacağım. Yaşlandıkça bu borç duygusu daha da gün yüzüne çıkmaya başladı. Yetmiş yaşındayım, az bir zaman değil. Bütün bir yaşamın mutsuzluğu içinde o insanlar, o sanat eserleri bana hep iyilik ve şifa getirdi. Nasıl borçlu hissetmem.

S.O.: Peki, size borcu olanlar var mı? Siz muhtemelen hayır diyeceksiniz ama…

Öyle sevgi dolu yaklaşımlar olmuyor değil, sağ olsunlar. Ben insanlar bana borç duysun istemedim ama. İnsanlar beni sevsin istedim, o ayrı. Sevdikleri vakit de sevindim. Fakat bunu bilinçle yapmadım. Elli yılı aşkın edebiyat yaşantım içinde birkaç tane okur anısı var ki düşündükçe hâlâ etkilendiğim durumlar bunlar. Ben ve kedim bütün yalnız günlerimizde sizden şefkat buluyoruz diyen bir okurunuzun olması kadar mutlu hissettirecek başka bir şey olmuyor bazen hayatta. Tam aksi durumlar da oldu tabii baştan itibaren; hırpalandığımı hissettiğim zamanlar… O zaman da kendimi anlatamadığımı düşündüm o insanlara. O zamanlardaki rahatsızlığımın nedeni ise sizin olmadığını bildiğiniz bir kıyafetin üzerinize yakıştırılması gibi. Fakat bugün dönüp baktığım vakit hiçbirine en küçük bir kırgınlık beslemiyorum.

S.O.: Başka bir yerden devam edelim; edebiyatımızda anı yazarlığının gelişkin olduğunu düşünüyor musunuz?

Pek değil.

S.O.: Bir Gölge Gibi Silineceksin’i nereye yerleştirebiliriz bu bağlamda? Bir okurun kitabı olduğu kesin, içinde anılar da var fakat bu kelime tam karşılamıyor sanki yaptığınızı. Ne dersiniz?

Evet, aynen öyle bir okurun kitabı ve yine dediğin gibi tam karşılamıyor. Vedat Bayrak çok güzel buldu adını anımsayış diyerek.

E.A.: Peki, “çiziktirmeler” altbaşlığını nasıl açıklarsınız? Her okuyuşumda bir hafifseme hissi verdi bana.

Hafifseme değil ama kıyıda köşede kalmış notların tam karşılığı gibi geldi bana. O nedenle çiziktirmeler dedim fakat nedense herkesi ilgilendirdi bu söz. Merak uyandırdı. Bu yazıların bir kısmı, okurken kitabın arkasına aldığım notlar. Bazıları defter içlerinde kalmış; hiç değiştirmeden kitaba aldım. Kimilerini yeniden ele aldım elbette, hatta yeniden yazdım. Ama biraz hafifseme de -öyle hissedildiğine göre- var herhalde. Ama gerçek niyetim, bunların gerçekten çiziktirme olduğunu düşünmemdendi.

S.O.: Bence bir yazarın kendi kaleminden çıkanı hafifsemesi de güzel. Özellikle bu görünme çağında.

E.A.: Kesinlikle. Okurluğunuzdan bahsettiniz az önce, oradan devam edelim isterim. Bence siz okumaktan çok yaşıyorsunuz. Kitapta da yazdığınız Bir Kadının Penceresinden bahsini okurken yeniden düşündüm bunu. Okuduğunuzun etkisiyle evlere sığamayıp kendinizi dışarı atıyorsunuz. Aslında sadece bu roman özelinde değil, sevdiğiniz, sizi çarpan tüm romanlar için geçerli bu. Sevdiğiniz bir roman sadece sevdiğiniz bir roman değil, hayatınızın bir parçası oluyor ya da bir roman kahramanı, arkadaşınız hâline dönüşebiliyor.

Evet, hayatı birlikte paylaşıyorum onlarla. O açıdan özellikle Bir Kadının Penceresinden’in etkisi altında çok kaldım. Yıllar yılı sürüyor bu. Hâlâ yaşanıyor o roman benim için. Onun etkisiyle tanışmak istedim zaten Oktay Rifat’la ve hayatımda sadece bir kere, Koço’da görüştük. Kitabını “40 yıllık dost gibi” diye imzalamıştı bana. Tekrar görüşemedik. O roman da bana sorarsanız edebiyatımızın aşılamamış eşiklerinden biridir hâlâ.  

E.A.: Selim Bey, kitapta dikkati çeken bir başka şey de yaşınızdan sıkça dem vuruşunuz. Bu çokça takıldığınız bir mevzu değil aslında. Yaşımdan daha genç hissediyorum, dediğinizi de epey duymuşuzdur sizden. Bu yazılarda neden çıktı sizce böyle bir durum ortaya?

Ona takılmışım herhalde. İnanır mısınız, okuduklarınız dörtte üç temizlenmiş hâli. Editörüm Eyüp Tosun sağ olsun o konuda çok yardımcı oldu.

S.O.: Acaba kendinizi ele mi veriyorsunuz yazıda Selim Bey?

Muhakkak böyle bir durum söz konusu. Bir de bazı hataların vicdan azabı var.

S.O.: Mesela?

Yazıp çizdiğim kimi sevmediğim yazılarla ilgili yine; Halide Edip Hanım’la, Ömer Seyfettin’le ilgili olsun… Kim ne derse desin artık vakit azaldı, ben bu hataları yaptım, artık 70 yaşındayım ancak bu kadar düzeltebiliyorum gibi bir hisle de sızıyor onlar kaleme. Daha ne eksikler var, daha neleri düzeltmem, onarmam gerek diye düşünürken yaş da gelip akla takılıyor işte.

S.O.: Siz kendi hayatınızda sürekli kazı yapan birsiniz. Bu pek çok edebiyatçının böyle dile getirmediği bir durum. Kendinizle sürekli didişiyorsunuz. Çok yorucu değil mi?

Yorucu evet ama bir taraftan da inanılmaz rahatlatıcı: itiraf etmek, paylaşmak. Bir tür günah çıkarma gibi. Bu türden dertleri başkalarına açtığınız, söylediğiniz vakit siz de arınıyorsunuz. Yazıyla hiç tanımadığınız insanlara itiraf ediyorsunuz bir de… Bu çok daha arındırıcı. Onun getirdiği bir huzur oluyor. Didişme var tabii dediğiniz gibi, özellikle kendi kendime kaldığım vakitlerde. Ama bunu paylaştığın vakit de yanlış anlaşıldığını düşündüğün durumlarda bile sizi gerçekten anlayan insanların varlığını hissetmek güzel oluyor.

E.A.: Yok olarak varolmaya çalışıyorsunuz Selim Bey. Mümkün olduğunca polemiklerden kaçarak kendinize yazarlarınızla, yazdıklarınızla, roman kahramanları ve kahramanlarınızla, sanatçılarınızla, oyuncularınızla bir fanus yaratmışsınız ve bu fanus sizin cennet tasavvurunuz gibi. Kendi dünyanızı koruma altına almış gibisiniz…

Bir fanusun içindeyim, doğru fakat hiçbir şekilde koruma altında olduğumu söyleyemem. Hiçbirimiz söyleyemeyiz. Fanusun altında iyiyim, nefes alabiliyorum fakat kapının ardında başkalarının acı çekiği bir dünyada olduğumu bilmek, bunun üzerine düşünmek o fanusu paramparça ediyor. Tam da bundan, mutluluğum bir mutsuzluğa, suçluluğa dönüşüyor. Utanca dönüşüyor. Bunun her an bilincinde yaşamak gerekir. O vakit başka bir şey oluyor; acı çekiyorsunuz ama başkalarının acılarını da anlamaya başlıyorsunuz. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. İnsan başkalarının acılarını anlarsa kendi yalnızlığının, çok şikâyet ettiği acılarının aslında o kadar da özgün olmadığının, başkalarının da aynı acıları çektiğinin farkına varıyor. Bu hem acıyı pekiştirir hem hafifletir çünkü acı paylaşılmaktadır artık. Hayat her an bunun şahitliğini bize veriyor. Yeter ki başkalarına kendimizi açabilelim, başkalarını anlamaya çalışalım.

S.O.: Biz her zamanki gibi çok keyif aldık Selim Bey sizinle konuşmaktan. Teşekkür ederiz. Son soru olarak bu kitaptan ne kalsın istersiniz okurlarınıza, onu söylemenizi isterim.

Oktay Rifat’ın bir kelimesini bile okutabilirse bu kitap birilerine, görevini yerine getirmiş sayacağım.