Sebepsiz hatırlamalar: İnsan neden soylu olmayı ister?

"Çok eskilerden beri şık gösterilmiştir bize soyluluk, hâlâ da devam eder günlük dilde. Masallarda başrol oynayan karakterler (bir iki istisna hariç) hep soyludur: Prensler, prensesler, padişahlar, sultanlar, kral ve kraliçeler havalarda uçuşur. Gol kralı vardır, misal… Güzellik kraliçesi ve kralı, hakeza... Ormanların kralı aslan, gökyüzünün kralı kartaldır."

04 Kasım 2020 21:17

“Karasu’dan Sör Bronn, Yüksek Bahçe Lordu, Menzil’in Yüce Lordu ve Hazine Başı.”

Fenomen diziler listesinde baş sıralara konan Game of Thrones’un son bölümünde, yeni krallığın yapılanma aşamasında, masa çevresine oturan ve ülkeyi yönetmek için çeşitli görevler verilmiş olan kişiler konuşurken, Tyrion Lannister, Bronn’a yukarıda aktardığım gibi hitap eder.

Bronn dizinin başında sıradan bir paralı askerken, olayların ve bölümlerin ilerlemesiyle kariyerinde sağlam adımlar attı ve önce Kral Toprakları’nın Şehir Muhafızı Komutanlığına, sonra da “Karasu’nun Sörü” unvanını alarak şövalyeliğe yükseldi. Çıkarcı, yaşamla para dışında ahlaki bağı olmayan biridir, “ana kucağındaki bir çocuğu öldürebilir misin?” sorusuna “ödeyeceğin paraya bakar!” diye cevap verirken aynı zamanda asıl acımasızın ona bu siparişi veren kişi olduğunu vurgulayacak kadar da iğneli bir dile ve zekâya sahiptir. Sadece işini yapar, ahlaki sorumluluk uygulayanda değil, ona bu işi yapması için verendedir ve sorumluluk alanı kendi çıkarıyla sınırlıdır.

Bu kariyer süreci aynı zamanda soyluluğa doğru giden bir yoldur. Ki dizinin son sezonunun dördüncü bölümünde bu işlerin nasıl yürüdüğünü şöyle bir sahnede açıklar:

Lannister biraderler verilen kutlama yemeğinden sonra üst katta bir masada oturup baş başa gevezelik ederken elinde bir arbaletle salona girer ve biraz da ölüm tehdidiyle onlarla pazarlığa oturur. Gelecek büyük savaşta onlara yardım etme vaadine karşılık, yeni krallık kurulduğu zaman Westeros’un en verimli ve en güzel toprakları olan Yüksek Bahçe’yi istemektedir.

Jaime Lannister bu isteğe şiddetle karşı çıkar ve “Yüksek Bahçe asla bir katilin olmayacak” der.

Bronn’un cevabı ise sistemi özetleyici netliktedir:

“Öyle mi? Senin atalarını, aileni böyle zengin yapanlar kimdi? İpek giyen süslü adamlar mıydı? Onlar da katildi! Bütün hanedanlar böyle kurulmadı mı zaten? İnsanları öldürmekte ustalaşmış, güçlü bir şerefsizsen birkaç yüz kişiyi öldür, sonra seni lord yapsınlar. Birkaç bin kişiyi öldür ,o zaman da kral olursun…”

Şu anda dünyada var olan veya geçip gitmiş bütün soyluların, hanedanların şeceresine baktığımız zaman, bahsettiğim dizinin herkesin anlayacağı bir dille izah ettiği bu soylu olma halinin nereden geldiğini görürüz. Biraz kaba bir tasvir olacak ama her biri kendine göre daha güçsüz olanın toprağına konmuş olan haydutlardan türemiştir. İstikrarlı katiller zamanla soylu olurlar.

Geçen yıl tarihle ilgili bir belgesel kanalında izlediğim bir bölüm oldukça ilginç gelmişti bana. Konu eski İngiltere’de, manastırlarda üretilen el yazması kitaplardı. Biraz da mesleğim itibariyle belgeselde gösterilen kaligrafi, eski illüstrasyonlar ve el yazması kitapların grafik yapısı izlediğim bölüme olan ilgimi artırmıştı. Tarihçi olan anlatıcı kitapları inceliyor ve dönemin uzmanı olan kişilerle konuşuyordu. Sonra 9. yüzyılda yapılan bir kitaba sıra geldi. Bu kitapta o zamana kadar yapılmayan bir şey vardı, çünkü ilk defa bir kral başında hareyle birlikte aziz olarak resmedilmişti. Sunucu bu ayrıştırıcı resim ve kitapta anlatılanlar üzerinden sordu:

“Gerçekten iyi bir kral mıydı?”

Uzman biraz gülerek cevap verdi,

“Hayır, tam tersi... Kötü, sahtekâr ve ahlaksız birisiydi. Hatta manastırdaki rahibelere bile sarkmıştı!”

“Peki, nasıl oluyor da böyle aziz olarak anlatılıyor?”

“Çok basit, çünkü manastıra para ve toprak veriyordu...”

Yine sistemi özetleyen çok kısa bir bölümdü bu. Kral işi “doğruyu” temsil etmek ve anlatmak ve yaymak olan bir kuruma para verir, o da para vereni “yalan” söyleyerek aziz ilan eder. Buna inanan da o ikisi için ürününü-parasını veren, onun adına savaşa giden halk olur.

Monarşinin biçimlendirebileceği bir kuvvet olarak dini yanına almasının iyi bir örneğiydi...

Yine geçen yıl bir haber dikkatimi çekmişti. Anadolu Ajansı’nın yayınladığı haberin başlığı, “Türkiye’de 40 bin ‘lord’ ve ‘lady’ var”dı ve şöyle devam ediyordu:

“İskoçya’nın dünyaya tanıtılması ve doğal yaşamının korunmasına destek sağlanması amacıyla hayata geçirilen proje kapsamında, ülkenin batı kıyısındaki tarihî Glencoe bölgesinden yaklaşık 1 metrekarelik arazi satın alanlar ‘lord’ ve ‘lady’ unvanına sahip olabiliyor.”

“Lady ve lord olmanın maliyeti 105 sterlin”

İskoçya’nın bu faaliyetler için yetkilendirdiği kuruluşlar aracılığıyla sistemin yürüdüğünü ifade eden toprak satıcısı, “Bu ürün bütün dünyada satılıyor. Türkiye’ye ayrılan kontenjan her ay için 500 adet. Türkiye’den ilgi büyük. Her ayın kotası ikinci haftada doluyor. Lord ve lady unvanına sahip olmanın maliyeti 105 sterlin.”

Bu unvanı taşıyan ve çoğunluğu şarkıcı ve dizi oyuncusu olan meşhur kişilerin isimlerini de veriyor haber.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir ağacı korumak, doğal yaşama destek olmak harika bir eylem ama şunu da düşünmeden edemedim, acaba sonunda lord ve lady unvanları olmasaydı, bu memleketten 40 bin kişi bu eylemi gerçekleştirir miydi?

Çok eskilerden beri şık gösterilmiştir bize soyluluk, hâlâ da devam eder günlük dilde. Masallarda başrol oynayan karakterler (bir iki istisna hariç) hep soyludur: Prensler, prensesler, padişahlar, sultanlar, kral ve kraliçeler havalarda uçuşur. Gol kralı vardır, misal… Güzellik kraliçesi ve kralı, hakeza... Ormanların kralı aslan, gökyüzünün kralı kartaldır. Kral dairesi vardır, “krallara layık bir tatil” için hazırlanan. “Küçük prens ve prensesler için doğum günü konsepti” ilanlarından beğendiğinizi prensim veya prensesim diye sevdiğiniz çocuğunuz için satın alabilirsiniz. Evlenmek üzereyseniz Sultanlara yakışır kına gecesi” hizmeti var, kendinizi sultan gibi hissedeceğiniz, vb... Ve tabii büyük bir merakla takip ettiğimiz hanedanlıklar...

Soyluluk, tahta (iktidara) yakınlık ve gücün getirdiği nimetlerden faydalanma ayrıcalığı demektir. Bu da soylu olmak isteyen kişinin şikâyet ettiği durumdan yırtmak için yutkunarak baktığı bir hayali oluşturur.

Zira unutulmaması lazım: Liyakat her zaman için o dönemde uydurulan soyluluktan sonra gelir!

Bu soyluluk tanımı öncesinde misal, Windsor Dükü iken, şimdi “bilmemnepartisininbilmemneilçebaşkanı” oluverir ya da “bilmemnebakanınınyeğeni”... Yüzyıllardan beri değişmeyen, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” cümlesi, içinde bulunulan sistemin yarattığı bir soyluluğa ve bunun getirdiği ayrıcalığa işaret eder.

Tahtı ele geçiren iktidar olmanın nimetlerinden faydalanır, zaten bütün mücadelesi de bunun içindir. Bu faydalanma binlerce yıllık bir gelenektir. Monarşiden vazgeçip en ileri yönetim biçimi olarak kabul ettiğimiz demokrasiyle yönetilen ülkelerde bile bu gelenek devam etmektedir. Nepotizm, kayırmacılık, yandaşlık, kleptokrasi vb. terimler ve kelimeler boşuna dilde yer tutmuyor.

"İnsanlık Aklı"

Soyluluk ve bunun neticesinde elde edilen ayrıcalığın derecesi tahta yakınlıkla doğru orantılıdır. Bu yakınlığın (karikatürize ama gerçek) bir sembolü de orada oturanı taklit etmektir. Fransa kralı Louis’lerden birinin kıyafet veya bıyık şeklinin hemen saraydaki soylular tarafından kendi bedenleri üzerinde uygulanması gibi, bu eski gelenek bir ülkenin başbakanının ceket deseninin ve onu düğmeleme şeklinin hemen yakınındakiler tarafından uygulanması olarak devam etmektedir.

Sarayda bunlar olurken, saray dışında, sarayı halktan ayıran parmaklıklar arasından onlara bakan ve soyluluğu kutsayanlar tahta oturanın geçmişine bakmazlar. “Kral öldü, yaşasın yeni kral” düsturu geçerlidir. Çünkü her yeni kral onlara (asla olamayacakları) soylu (yeni kelime ile yandaş) olma imkânı verir...

Örneklemeye diziden başladım, çizgi roman ve filmle devam edeyim: Conan gibi serseri, paralı asker, hırsız, korsan olsa bile, o tahta oturan, oturduğu andan itibaren kraldır. Soyluların en soylusu olmuştur. Veya bir bilim-kurgu film serisi olan Riddick karakterinde olduğu gibi...

Ama konumuz bu olmadığı için, bir yönetim biçimi olarak uzunca bir dönem tarihte yer tutan monarşiyi bir kenara bırakıp soyluluk iktidarının temsili olarak özdeşleştirilen nezaket ve inceliğe bakmak gerekiyor biraz.

Nedir bu özenilen soyluluk iktidarı?

“Soyluluk iktidarı, bizce ‘ince insan’ olarak bilinen tipi yaratmıştır. Bu bir bakıma, reislerin sihirli özelliklerinden tutun, kralların yüceliğiyle, soylu şövalyelere ve katı ahlaklı aristokratlara kadar tarihin içinde uzanımı büyük olan, çarpık bir kavram şeklidir.”[1]

Günlük hayat pratiğinde yeri olmayan ve o sistem tarafından üretilmiş şatafatlı mekânlar, nesneler ve kıyafetler içinde ortaya konan tuhaf davranışlar silsilesi, yaşama temas etmeyen ve “kibarlık, incelik” olarak tanımlanan steril bir ritüel meydana getirdi. Ve bu tuhaflık saygı gören bir davranış olarak yerini aldı değerler silsilesi içinde.

Russell kibar kişiye saygının nereden kaynaklandığını şöyle söylüyor, alttan gelen bir çıkar ilişkisini izah ederek:

“... Kibar kişiye saygı soydan gelen zenginliğe bağlıdır ve babadan oğula geçen politik ve ekonomik iktidar birden kesildiğinde ortadan kalkar.”

Politik ve ekonomik iktidar ortadan kalktığında soyluluk da geçersiz olacağından, buna duyulan saygı da ortadan kalkacaktır. Yani o kadar övünülen “bilmem ne soyundan gelmiş olma”nın geçmişi hemen sıfırlanabilecek bir haldir.

Adorno da bu yüksek sisteme katılmak isteyenlerin motivasyonunu izah eder. (Çok zengin yani üst sınıftan olmasına rağmen bununla yetinmeyip daha da üstte gördüğü soyluluk unvanını para vererek alan çok insan var -üstte bahsettiğim haberden bağımsız olarak.)

“...Yüksek yaşam aynı zamanda güzel yaşam da olmaya özenir. Katılanlara ideolojik bir haz payı sağlar. Yaşamın biçimselleşmesi kurallara bağlı kalmayı gerektiren bir göreve dönüştüğü, bir üslubun yapay olarak sürdürülmesini, doğru davranışla bağımsızlık arasında hassas bir dengenin korunmasını zorunlu kıldığı için varoluşun kendisi de anlamla yüklüymüş gibi görünüyor ve böylece toplumsal olarak gereksiz bir grubun vicdanını rahatlatıyordur.”[2]

Kibarlık ve buna bağlı olarak “gereksiz bir grubun vicdan rahatlığı” menkul veya gayrimenkul gibi somut bir varlık olarak miras alınabilir mi? Adorno evet diyor buna, ama Russell’ın da dediği servet şartını koyarak:

“Hümanistlerin modern topluma bir estetik-ahlaki ahenk modeli olarak sunduğu kalokagathia’da [güzel-iyi] her zaman mülkiyetin özel bir ağırlığı olmuştur ve Aristo’nun Poetika metni de soyluluğu ‘miras alınan servet artı mükemmellik’ olarak tanımlamakla içsel değerin toplumsal statüyle kaynaşmasını açıkça onaylamaktadır.”[3]

"Macro cosmos"

Mirasla geçen veya parayla satın alınan yüksek yaşamın alameti olan kibarlık ya da nezaket bir erdem midir?

“Nezaket ilk erdemdir, belki de tüm erdemlerin kökenidir. Aynı zamanda en yoksul, en yapay, en tartışma götürür erdemdir. Hatta erdem olup olmadığı bile sorulabilir. Ona küçük erdem denebilir; aynı addaki bayanlar için dendiği gibi. Nezaket ahlakla, ahlak da nezaketle alay eder. Nazik bir Nazi, Nazizmin neyini değiştirir? Dehşet değişir mi? Hiçbir şey değiştirmez elbette ve bu hiçbir şey nezaketi gayet iyi niteler. Tamamen biçimsel erdem, etiket erdemi, şatafat erdemi! Demek ki bir erdem görüntüsü ve yalnızca görüntü!”[4]

Bir görüntüye neden bir erdem gibi yaklaşırız ve takdir ederiz?

“Zarif kişileri cazip kılan şey kendi üstünlüklerini kişisel ilişkilerinde kullanmaya kalkmayacaklarına ve kısıtlayıcı koşulların ürünü olan o dar görüşlülükten uzak kalacaklarına dair beklenti uyandırmalarıdır. Düşünsel serüvenlerden çekinmeyen, kendi çıkarlarını umursamayan ve hep incelmiş tepkiler gösteren kişiler olarak hayal ederiz onları; zulmün kurbanları kendilerini bu hale düşüren şeyi algılama imkânından bile yoksunken, onların, duyarlılıkları sayesinde, hiç değilse düşünce düzeyinde, kendi ayrıcalıklarının da temelini oluşturan bu zulme şiddetli bir tepki göstereceğine inanırız.”[5]

Bu tasvir edilen iyi niyetli bakışın çoğu kişiyi tuzağa düşüren güzel bir kapan olduğunu da görürüz... Çünkü çoğu zaman nezaketle iyilik, hatta doğruluk birbirine karıştırılmıştır. Ayrıca soyluluğu takdir etmek soylu olma isteğini, soyluluk da iktidar nimetlerini getirir. Bu nimetlerden medet umanlar da çoğu zaman gerçek veya sahte soyluların kurbanı olmuşlardır.

Kullandığınız arama motoruna sahte prens, prenses, kont yazarsanız şöyle haber başlıklarıyla karşılaşırsınız:

“1909’da Selanik’te Bir Dolandırıcılık Vakası: Abdülaziz’in Düzmece Torunu Sahte Prens Şahabeddin...”

“İtalya’da yıllardır kendisini ‘Karadağ ve Makedonya Prensi Stefan Cernetic’ olarak tanıtan bir kişi ile onun kendini ‘Makedonya Büyükelçisi’ olarak tanıtan arkadaşı yakalandı!”

“30 yıl boyunca ‘Suudi Prensi’ olduğunu söyleyerek dolandırıcılık yaptı; domuz eti yemek isteyince yakalandı.”

“Japonya’da asıl işi fedailik olan, ancak kendini imparatorluk ailesinden “Prens Arisugava” ismiyle tanıtan Yasuyuki Kitano (44) ve sahte prenses eşi 26 ay hapis cezası aldı.”

“ABD’de kendisini Suudi Arabistan prensesi olarak tanıtıp sigorta şirketlerini ve kredi kartı firmalarını dolandıran Antoinette Millard (43) 1 yıl hapisle cezalandırıldı.”

“Sahte prenses 1 milyon dolar dolandırdı.”

“Qing Hanedanlığı’na mensup bir prenses olduğunu söyleyerek Çin’de dolandırıcılık yapan 48 yaşındaki bir kadın tutuklandı.”

“Bursa’da ‘Peygamber soyundan geliyoruz’ diyerek aralarında Uludağ Üniversitesi’nden profesörler, işadamları ve doktorların bulunduğu çok sayıda kişiyi dolandıran 5’i kadın 12 kişi piyasayı 5 milyon dolandırdı.”

“Kendisini Hz. Süleyman’ın kızı olarak tanıtan bir kadın, ‘kanım şifalı, içen şifa bulur’ dedi. Onlarca kişiyi kandırdı. Mallarını mülklerini ellerinden alıp tam 13 milyon liralık vurgun yaptı!”

(Burada ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü, sahte unvanların en çok kullanıldığı alan din. Sahte şeyh, pir, efendi, hoca, hazret, imam, aziz vb. unvanların hemencecik yaratılıp kendine mürit bulduğu bir coğrafyadayız. Ayrıntılı bilgi için İsmail Saymaz’ın mahkeme tutanaklarından derlediği Şehvetiye Tarikatı kitabına bakmak yeterli olur. Hatta en mübarek unvanlardan biri olan “Seyyid’in parayla satıldığını da öğrendik. Satan da din temsilcileri. 

Hatta sahtesine gerek yok:

“İspanyollar, hakkındaki yolsuzluk iddiaları nedeniyle sırra kadem basan eski Kral Carlos’u arıyor.”

Bütün beklentilerine, arzularına, kandırılmalarına rağmen o “güzel yaşamın” dışında bırakılanlar ne yapar?

“Güzel yaşam en son evresinde düpedüz gösterişe, sadece seçkin olmaya indirgenmiştir –ki Vebien’e göre başından beri böyleydi– ve parkın sunduğu tek tatmin de dışarıda kalanların burnunu dayadıkları parmaklıklardır.”[6]

İnsan neden soylu olmak ister? Galiba o parka girerek “burnunu dayayarak” izlediği “gereksiz bir grubun” parçası olmak için. Ama bu geçiş bileti için öncelikli şart, parktakileri kendinin yarattığını unutmaktır.

Aylar öncesinde bir kültür sanat kanalında akademik rütbeye sahip iki kişi sosyolojik olarak “sembolik” olsa da monarşinin olması gerektiğini söylüyorlardı. Yani sosyolojik açıdan sembolik olsa da birtakım kişilerin soylu olduklarını kabul ediyorlardı. Birisinin soylu olduğunu kabul etmek, aynı zamanda kişinin kendisinin soysuz olduğunu kabul etmesi anlamına gelmiyor mu?

Bu sorunun cevabını yazının başından beri alıntılarıyla ilerlediğim iki düşünüre, Russell ve Adorno’ya bırakayım.

“Çoğu insan politikanın zor olduğunu sanır ve bir lideri izlemenin daha iyi olduğuna karar verir. Bunu köpeklerin efendilerine olan davranışları gibi içgüdüsel ve bilinçsiz bir şekilde uygularlar.”[7]

“Sahiden kötüdür köle ahlakı: Efendi ahlakının sona ermeyişidir.”[8]

Son sözü Sex Pistols’a bırakalım: God save the queen!

• 

NOTLAR


[1] Bertrand Russell, İktidar, çev.: Ero Esençay, 1983, Deniz Kitaplar Yayınevi, s. 32.

[2] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev.: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2000, s. 194.

[3] A.g.e., s. 190.

[4] André Comte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, çev.: Işık Ergüden, İletişim Yayınları, 2012, s. 23.

[5] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev.: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2000, s. 192.

[6] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev.: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2000, s. 195.

[7] Bertrand Russell, İktidar, çev.: Ero Esençay, 1983, Deniz Kitaplar Yayınevi, s. 18.

[8] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev.: Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2000, s. 192.

 

GİRİŞ RESMİ:

"Siyasal Sistem", Turgut Yüksel, Dünyada konumlanmış olmaya dair 100 ÇİZGİ, Ağaçkakan Yayınları, 2017. (Diğer iki resim de aynı kitaptandır.)