Savaş Çağman'ın ardından: Müziğe sadakat

“İsimlerini bilmediğimiz yüzlerce şair, ressam, artist, editör, çevirmen, oyuncu gibi Savaş da bu dünya için yaratılmamıştı... Müziğe olan sadakatin terbiyesi çok daha özel, daha “kutsal” bir yerde durmalıydı onun için.”

03 Kasım 2022 08:42


Zaman işe yarar bir alet-edevat kutusu bir yanıyla; insanlarla, olaylarla, nesnelerle araya koyduğunuz mesafe, bir an gelip bunları yeniden düşündüğünüzde, bir gerçeği ya da gerçeklikleri geçmişe tezat bir parlaklıkta ortaya seriveriyor.

Savaş’ı üniversite yıllarında bir arkadaşım vasıtasıyla tanıdım. Aynı mahallenin çocuklarıydık; 1+1 Express’te Ulaş Özdemir’e söylediği gibi: “Orta sınıf, kentli aileler.” Bize çok yakın bir yerde oturuyordu, omuzlarında biten kıvırcık saçlarını önden ayırırdı; döneme uygun olarak botlarımız, bizden önceki kuşağa ya da kuşaklara atfen bol paçalı pantolonlarımız, süet ceketlerimiz, büyük hırkalarımız. Bu halimizle ana babalarımıza, kardeşlerimize, etrafımızdakilere, çevremize kalın sınırlar ördüğümüzü düşünüyorduk. Ethos’umuz ufak tefek farklarla bizi birbirimizden ayırıyordu. O hardcore’la, punk’la başlamıştı serüvenine. Benimkiyse Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Pink Floyd, Dire Straits ve yakın gruplar. Beytepe servisini kaçırdığı zamanlarda otobüste karşılaşırdık, ya da hıncahınç dolu otobüsü beklerken durakta, soğuktan donan elimize yüzümüze aldırmadan. Otobüs, yolumuzun ayrıldığı Sıhhiye’ye kadarki yolculuğumuzda, Türkiye’de bugün de cereyan eden her türlü kazmalığı, salaklığı gülerek, ironilerle anlattığımız, ilk “eleştirilerimizi” yaptığımız yerdi. Genelde arka taraflara geçer, asık suratları, kavgaya hazır halleriyle “işe gittikleri” anlaşılan kalabalıktan uzakta, sohbet ederdik. Yanımızda bir iki arkadaşımız varsa gülmenin dozunu biraz kaçırır, “uyarı” da alırdık kimi zaman. Hayata aynı pencereden bakan gençler olarak ana babalarımızın bir sözü, hocalardan birinin mantıksız ısrarı, meşhur birinin gündemi işgal eden bir olayı yoğun eleştirilerimize neden olabilirdi. Yanlış hatırlamıyorsam, Savaş esprilerinin sonunu –bazen tabii ki– “…şeklinde” gibi bir sözle bitirir ve gülerdi. Sohbetin ve gülmelerimizin tadıyla, Beytepe’ye devam edip çimenlere yayıldığımız ya da Savaş’ın Dil Tarih’in kantinine demirlediği çok olmuştur… Sonsuz ve güzel gençlik, har vurup harman savrulacak saatler… Ama en önemlisi tasarılarımız, o zamanlar içimize işleyen, sonrasında vazgeçmeden devam ettirmeyi düşündüğümüz şeyler: müzik, tiyatro, yazmak, çeviri. Bir grup dil öğrencisiydik biz, İngilizceci, Rusçacı, Fransızcacı, Almancacı, İtalyancacı, Çinceci, Klasik Yunancacı, Hintçeci, daha da devam eder. 1+1 Express’teki söyleşinin bir yerinde “… Ben dil öğrenmiyorum, dil çalışıyorum. Benim için dil çalışmak, o dilin gramerini çalışmaktır” diyor Savaş. Gerçekten de bahsini ettiği dil duygusunu, bu açlığı, ne Hacettepe Fransız Dili ve Edebiyatı’nın kibirli, kendini beğenmiş “çevresi” ne de Dil Tarih’in küflenmiş, insanın ayaklarını geri geri iten donuk bakış açısı doyurabilirdi. Sartre’a başvurursak: “Bir öğrenci, ona ayrılmış iskemleye oturtulmadan önce sınırsızdır, belirsizdir. Kolaylıkla bir doktrinden diğerine kayar, hiçbiri onu uzun süre tutamaz… Bu yüzden okul müfredatlarında ‘beşeri ilimler’ diye geçen antik klasikler eğitimi, geçmişin büyük hatalarının öğretilmesinden ibarettir.” Henüz, adına “gerçek yaşam” denen tiksinç doğruların uzağındaydık, düş yönünden zengin, insani ve yalın bir zaman dilimiydi. Bizden önceki kuşağın çimdikleye çimdikleye kanattığı “gelecek mutlu günler”, bizim dönemimizde “günün birinde”ye dönmüştü. Biraz yardım görsek hiç de fena olmazdı aslında ama, ama işte…

Müzik alanında yapmak istedikleri konusunda bir süre sonra çok “özgül” durumlardan söz etmeye başladı Savaş. Biz kendi söz dağarımızı fazla kabartmamaya çalışırken, o yeni kavramları, yeni sanatçıları isimleriyle zikrediyordu. Ortaçağa ait bir yorum tekniğini dün olmuş gibi uzata uzata, ayrıntılarıyla anlatabilirdi. İlgiyle dinlemediğimizde bozulduğu oluyordu; bir de öz olana, kökene ilişkin keskin inadı; bittiğini düşündüğümüz, ya da aslında gençliğin getirdiği heyecan ve daldan dala konma arzusuyla başka birine atlamak istediğimiz bir mevzuyu –elbette “başka bir açıdan”– sürdürmekte diretmesi: “Aslında…” Sonra sözünü kesmemiz, onu unutup, aramızdan birinin anlattığı bir hikâyeye neşeyle katılmamız… Neyse ki onu güldürmek kolaydı; yaptığımız esprilere mutlaka kendisi de bir şeyler ekler, sözler ağzından ince, peltemsi bir yumuşaklıkta dökülür, bütün yüzüyle gülerdi.

Tez vakit bitsin istediğimiz üniversite hayatımız sona erdiğinde –Savaş biraz uzatmıştı yanılmıyorsam–çalışma hayatına uyum sağlamakla sanat-kültür dünyasına “bir şekilde” entegre olmak arasında bocaladık. Bir Rimbaud yazısında açıklamaya çalıştığım gibi, seçtikleri hayat yüzünden, başka bir şey yapamadıkları, yapmak da istemedikleri için yakınları tarafından, toplum tarafından, iktidarlar tarafından, hatta ne yazık ki birbirleri tarafından aşağılanan bir kesimin arasındaydık şimdi. Yetenekleri, yapabilirlikleri, deneyimlerinin değeri konusunda sürekli sorgulanan bir kesimin. İsimlerini bilmediğimiz yüzlerce şair, ressam, artist, editör, çevirmen, oyuncu gibi Savaş da bu dünya için yaratılmamıştı. Kaç tane sanatçının ağzından şu sözleri duyabiliyoruz?

“…Şan için döktüğüm gözyaşını hayatımda hiçbir şey için dökmemişimdir herhalde… Benim için müzik, hatta hayatımdaki her şey, paylaşmak ve insanların özgürlüğü üstüne kurulu. Ben böyle bir dünya görüşünden geliyorum, müziğimde de bunu yapmaya çalışıyorum… Türkiye’de kalıp standart caz şarkılarını söylemek istemiyordum. Biraz beste yapabilmek, çalabilmek istiyordum. Beraber çalışabileceğim kimse yoktu, herkesin burnu havadaydı… Alevi deyişi ya da Yunus Emre ilahisi söylediğinde bir siyasi görüştesin, Musevi şarkısı söylediğinde daha başka, Şaman ezgileri çaldığında bambaşka bir kimliktesin. Herkes üstüne bir etiket yapıştırıyor. Bütün derdim, o etiketler içinde olmadan müzik yapabilmek…” (“Savaş Çağman’a Veda-Grekoromen Şarkılar”, söyleşi: Ulaş Özdemir)

İlk gençlik yıllarımın Savaş’ı elbette anlattığım. Ama o hiçbir zaman çocukluğunu yitirmedi ki: “…Çocuklar masalları bilirler, ama yine de dinlemeyi severler. Niye? Çünkü tekrarlanmasını severler. Bundan büyük haz alırlar. Bu belki benim çocuk kalmış yanım.” Aynı Savaş, kazıdıkça kazıyan, bulayazar gibi olduğunda onu bırakıp başka bir yeri kazıyan Savaş:

“Benim şarkıcılıktaki serüvenim köke doğru gitmekti. Adını koyamadığımız şeyler var; bir şarkı dinliyoruz, hoşumuza gidiyor, peki ben onu niye seviyorum? Hep bunu analiz ettim. Sanat benim için sebeplendirme süreci: Bir şeyi ben niye söylüyorum?” (1+1 Express, söyleşi: Yücel Göktürk).

Üniversite yıllarımızda olduğu gibi, geçen zaman içinde üretim noktasındaki kaygıları azalmamış, bize kalan bu belirsiz çağda yaşamanın getirdiği “hünerlerle” bunları savuşturabilecekken içini dökmüş; nasıl derler, sosyal determinizmin yarattığı durumlardan bile kendini sorumlu tutacak kadar hassas:

“… Etnik müzik yapan insanları gördüğümde yeni bir umutsuzluk sürecine girdim. Geleneksel bir müzisyen değilim, kırsaldan gelmiyorum. Bir kent insanı olarak bazı şeylere ayrıksı bir bakışımın olması çok doğal… Çünkü benim kökenlerimle bağlantım kopartılmış, orta sınıf kentli bir aileden geliyorum, istesem de o bağlantıyı kuramam. Kendi ürettiğim şeyler olsun ki, başkalarının üzerime kurduğu şeyler azalabilsin istedim, o zaman çok özgürleşebilirdim.” (1+1 Express, söyleşi: Ulaş Özdemir)

“Bunu ben böyle söyleyebiliyorum, ayrıca önemli olan bunu söylemeyi istemek” demeyi taviz kabul ediyor güzel Savaş. Bu sıkışmışlığı gençliğimizden hatırlıyorum. O sıkıntılı, düş kırıklığıyla dolu, kısa süreli coşkunluklarla delik deşik zamanları. Genet’den örnek vermesi tesadüfi değil Savaş’ın, o da onun gibi –bizim gibi– boğulan bir ruhtu.

Bir dostun göçüp gitmesi, yaşamın mutlak bir aydınlanmasına da yol açabiliyormuş. Savaş bana bunları hatırlattı. Bizim kuşağımızı, bizden öncekini. Dünyevi eylemlerin gülünç olduğu doğruydu; ağabeyimiz ve ablalarımızdan nöbeti devraldık ve Savaş gibi eşelemeye devam ettik. Mimesis noktasında, ve Aristoteles bütün bir insan biliminin başlangıç ​​noktasının gerçekliğin taklidi olduğunu söylese de, toplumsal değerlerin belirlemediği bir gerçeklik yansıtmaktı derdi Savaş’ın, bu “taklidin” üzerine çıkmaktı, kendi çok-yetenekliliğine dayalı bir tablo oluşturmaktı. Kendi gerçeğini “aktarmak”, zihninin eğilimlerine göre onu idealize etmek. Kazıdıkça tatmin olmamasının nedeni buydu.

Sonra bağımız koptu; ender aralıklarla görür olduk birbirimizi. Kimimiz maaşlı işlerin, kimimiz benim gibi yazının, çevirinin peşinde. Müziğin hep hayatında olduğunu biliyordum, bir ara İstanbul’a gittiğini de duydum. Vazgeçmeyeceğini bildiğimden, hep iyiye yordum ondan aldığım haberleri. Sonraki zamanlarında, işinde olgunlaştığı, yapmak istediklerinden emin olduğu zamanlarda yanında olmadığım için üzülüyorum, kendimi affetmiyorum, ama adına gençlik dediğimiz o bitimsiz altın çağı onunla paylaştığım için çok mutluyum. Bazı ruhlar gelir ve geçer. Geçtikten sonra anlarsınız tanıştığınızın insan olmadığını. İnsanlar gibi yaşar, insanlar gibi ölürler. Ama aslında asla ölmezler. Savaş, sohbetin bir yerinde, Ulaş Özdemir’e kontrtenor olduğunu nasıl öğrendiğini, bu yolda karşısına çıkan güçlükleri vs. anlatırken, “… Mesela Bilkent Üniversitesi’nde bir çocuk var, benim yaşadıklarımın aynısını yaşıyor. Hocası, ‘vücudunda bir delik bulmuş, oradan çıkarıyor sesleri’ gibi çok ayıp laflar ediyor çocuğa” diyor. Bu “ayıp laflar” ifadesini başka durumlar için de kullanırdı Savaş ve bana Balzac’ın, “Güzel ruhlar kötülüğe ve nankörlüğe inanmakta güçlük çekerler, insani yozlaşmanın boyutunu anlamadan önce çetin derslere ihtiyaçları vardır” sözünü hatırlattı. Müziğe olan sadakatin terbiyesi çok daha özel, daha “kutsal” bir yerde durmalıydı onun için. Böyle güzel ruhların telafisi olduğunu düşünmüyorum; zamanın çok ötelerine ait ruhların toplamıydı Savaş. Ne bileyim, hiçbir şey söylemeyenleri yeterince dinlemiyoruz herhalde!

Defin sırasında yakın arkadaşlarını, sevenlerini gördüm; onlar da beni. Nerede olsak birbirimizi tanıyacağımız insanlardı bunlar; ortamdaki insani titreşimlerden, boğazımıza düğümlenen sevgiden hissediliyordu. Ve saygıyla uğurladık onu. Bütün yaşamı sanatında bir “en iyi” yakalamak olan bu tatlı insanı, yalnızca yeteneğiyle hayatta kalmak için mücadele eden, bunun hayalini kuran insanı. Hepsi bu kadar.

•