Sahnede muhtar bilakis

"Bir Zamanlar Anadolu'daki muhtar sahnesi her şeyin, filmin, hikâyenin, kurgunun, Komiser Naci’nin zanlıyı bu sefer gerçekten sorgulamasının, Savcı’nın kasıntılı devlet adamıyken Muhtarın köyüne sığınmasıyla dert dinleyen devlet görevlisi haline dönmesinin, Muhtar’ın siyasi emelleri için kulis çalışmalarının, Doktor’un zanlıyı kollamasının, Cemile gibi bir güzelliğin o köyde sıkışıp, orada yitecek olmasının ve bunlar gibi neredeyse filmde geçen her şeyin ortasında... Yani tam Anadolu’nun ortasında geçiyor bu sahne.

Her seferinde farklı detaylar bulabildiğim Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki sadece Muhtar Sahnesi’ni dikkate alan bir çözümleme yapma ihtiyacı duydum. Nedeni basit. Çünkü sahne çok sade ama sadeliği ölçüsünde anlattığı çok şey var. Sinema filmi kritiği yapılır da sadece bir sahne ele alınabilir mi? Evet, alınır. Mesela siz de bir aydır evdesiniz, şaşıracak başka şey bulamadınız mı?

Muhtar sahnesi hakkında sürprizbozan (spoiler) uyarısı! Lütfen daha önce seyretmediyseniz Bir Zamanlar Anadolu’yu seyrediniz.

Filmin hikâyesinin üzerinden hızla geçelim. Garip bir cinayet davasında zanlı bir itirafta bulunmuş. Dosyayı kapatmak için cesedi bulmak gerek. İtirafçı bir türlü cesedin yerini söyle(ye)miyor. Top ağaç var diyor, çeşme var diyor. Düşünüyorlar, taşınıyorlar, beyefendi yediği haltı kanıtlayabilsin diye yakındaki, uzaktaki, ağaçlı mağaçlı çeşmeli alanlar buluyorlar, oralara kadar gidiyorlar, araçtan indirip, sağda solda yürütüyorlar, elleri kelepçeli şekilde etrafı gösteriyorlar, cesedin yerini tarif etmesini istiyorlar. Oysa bön bön bakıyor, adamı öldürüp o gömmemiş gibi sanki ona birileri gömüyü yarım yamalak tarif etmiş gibi davranıyor.

Zaten konuşmayı beceremeyen bir tip. Jandarma, savcı, komiser, şoförler ve kazı yapacak olan ameleler perişan olmuşlar, sıkışık nizam iki binek otomobil bir de askeri ciple o çeşme senin, bu top ağaç benim geziyorlar. Bu gezmelere katılanların her birinin çok keskin ve ilginç bir hikâyesi var. Bu hikayeler davranışlara ve konuşmalara yansıyor. Tertemiz görünseler bile üstleri lekeli oluveriyor. Böyle böyle “Bir zamanlar Anadolu’yu” tarif etmiş oluyorlar.

Zanlı da lanet olasıca cesedi yani iki gün önce rakı sofrası kadeh tokuşturduğu Yaşar Abinin cansız bedenini gösterip bu işkenceden kurtulmak istiyor gibi. Uzatmaya onun da pek niyeti yok galiba. İş öyle bir uzuyor ki sanki itirafından döndüğü, cesedi göstermeyip suçtan kurtulmak istiyormuş gibi kalıveriyor gün sonunda. Komiser zaten yüksek makamı karşısında ezilip büzüldüğü ve biraz da imrendiği, kasım kasım kasıldığı için kıl olduğu savcıya karşı mahcup durumda. Komiser Naci, zanlının bu kadar kişiyi bilerek oyaladığını zannediyor, herkesin önünde hırpalayıp konuşturmak istiyor onu.

İşte bir şekilde, mecbur kaldıklarından, zaten geri dönemeyecek kadar uzakta olduklarından, itiraf edilmiş cinayetin cesedini bulmadan yani dosyayı kapatmadan da dönmek istemediklerinden, (biraz da Komiser Naci’nin de zanlıyla başka dilde konuşması gerektiğinden), muhtarın köyüne sığınmak zorunda kalıyorlar. Rüzgârlı, zevksiz bir gece. Köpekler havlıyor, zoraki bir misafirlik söz konusu.

Köy evinde yemek sahnesi…

Benim gibi misfonik biri için bu sahne kâbus aslında (biliyorsunuz, misfonikler, ağız şapırdatması, sakız cakcaklanması, burun çekilmesi, hörtleterek çay içilmesi gibi vücuttan çıkan seslere dayanamazlar), ama nasıl zevkle defalarca seyredebiliyorum, onu da bilmiyorum.

İki ayrı yer sofrası kurulmuş. Mekândaki iki ayrı hiyerarşik düzeni de iyi gösteriyor. İlk çember çok dikkatli oluşturulmuş. Muhtar Savcıyı hemen yanında tutmuş, tam saha pres, derdini anlatacak. Savcının yanında doktor olması gerekir diyordum başta, böylece zanlıyı iki polis memuru kıskaca almış olurdu. Fakat sonra düşündüm ki, İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerden bile vazgeçtiği düşünülürse, doktorun taşrada zaten bir ağırlığı ve değeri var. Bebeleri aşılayan, çağrılmadan gelen ve köyde değer verilen biri. Kendini çok ön planda tutmuyor. Bu durumda araçta da arkada, zanlının yanında seyahat etmesinin sebebi ortaya çıkıyor, hayli alçakgönüllü. Arap Ali “Size fazla mesai veriyorlar mı?” dediğinde “Bilmem, veriyorlardır” diye dünya işlerini çok önemsemediğini gösteriyor. Doktor belli ki biraz hırstan, mevkiden kopmuş.

 

Bir mimar olarak size odayı, kamera açılarından göründüğü kadarıyla böyle tarif edebilirim.

Zaten zanlıyı anlayan bir tek o var. Savcının yanına oturarak elde edeceği bir mevki yok ki tercih etmemiş olmalı. Hiç söze karışmaması da önemli. Kıdemli polis memuru da savcının hemen yanında bulunuyor ki, ağırlığa yakın olsun. Devleti temsil eden savcı (yargı) ve polis (kolluk kuvveti) yerel yöneticiyle bir şekilde temas içinde kalmış durumdalar. Bu çemberde en münasebetsiz kişi kıdemsiz polis memuru İzzet. Muhtara gözlerini boş boş dikmesinden belli… Sofrada en dik duran da o. Sanki sofra onun, misafir değil de evin oğlu gibi rahat. Zanlının itiraf edip etmemesi de onu ilgilendirmiyor, ne savcıya dert anlatma sıkıntısı var ne de jandarmalara. Diğer çembere atsalar olmaz onu, üniformasına göre hafif kalır; o yüzden Muhtarın bulunduğu birincil yer sofrasına dahil edilmiş gibi. Saçlar da dökülmüş.

Savcı “geldik ve yemeğe yumulduk ama yine de benim bir makamım var, ağırlığım var” demek ister gibi mesafeli. Hem mecburen ilgili hem de ilgisiz kalmak ister gibi. Muhtarsa ânı yakalama derdinde. Naci, köye geldik ama köyün de başka değerleri var, örneğin gece vakti kurulan yer sofrasındaki etin lezizliğine bakın demek ister gibi. Anadolu’daki yemek, dünyanın en iyi yemeği sohnbetini açmak, Anadolu kökenli biri için milli spordan sayılır.

Naci ayrıca nüktedan. Doktorun repliği bile yok. Zanlı orada o kadar kişinin kendisi için köyde kalmak zorunda olduğunu bildiğinden çok suskun. Muhtar onun yemediğini anlıyor (ki kimin neyi ne kadar yediğini ve ne kadar sevdiğini bile takip ediyor) “dürüm yapın ona” diyor. Güzel detay.

İkinci yer sofrasındaki çember ise emekçi kesimden müteşekkil Arap (şoför) sırtını Naci’ye dayamış, belli ki muhtara ve köyüne biraz küs. İleride bu konuda teessüf cümlesi de kuracak.  Hani şu eşekçi meselesi. Gelin görün ki, TRT bu bölümü sansürlemişti. Evet, çok komik! Vallahi de billahi de sansürlemişti.

Hiyerarşik olarak daha alt sınıfı temsil eden ikinci yer sofrasında bir şey konuşulduğu yok. İkinci sofrada zanlının zekâsı kıt şişko kardeşi Ramazan da var. Pek bir münasebetsizce sesini yükseltip “Kola var mı” diye soracak. Muhtarın evinde kola yok. Ayran verin diyerek elinden gelen misafirperverliği yapıyor. Sonrası daha sürprizli.


Öğrencilerime temel tasarım derslerinde bir grafik kompozisyon yaptırırken, "bütünü oluşturan parçaları şöyle havadan bir yere bırakın, oluşacak rastgeleliği ufak düzeltmelerle final kompozisyon haline getirebilirsiniz" derdim. Bu kompozisyon ise armut piş ağzıma düş zaten; kendi rastgele haliyle, kendiliğinden bir estetik sunuyor. Bundan daha iyisi nerede bulunacak?

 Serzeniş ve gülüş

Muhtar önce serzenişle başlıyor.

– Yaaa demek biri ölmeden bizim köye geleceğiniz yoktu Savcı Bey ha…

Bu serzeniş sonrası Arap Ali’nin köyden kız aldığı halde o köye uğramak dahi istememesi, dedesi ile ilgili yakıştırmalar konuyu dağıtıyor.

Artık Muhtarın kendi işleri için ayağına kadar gelen devlet erkânına bazı beyanlarda bulunmasının vakit gelmiş.

– Savcı Bey, şu bizim mezarlığın ihalesini hâlâ yaptıramadık.

Sonra doğrudan konuya girdiğini ve biraz da emir verir gibi konuştuğunu düşünür düşünmezdiyor ki:

– Başını ağrıtacağım da kusura bakma…

Savcı hemen estağfurullah deyiveriyor otomatik.

Bu “başını ağrıtacağım” lafı alttan alma gibi görülse de “Madem bu sofraya oturdun, hapır hupur yiyorsun, madem ayağıma kadar geldin, bu konu artık senin de sorunun. Dinle bakalım, biraz sürecek hem de…” anlamına geliyor sanki.

Savcının “estağfurullah”ı hemen yapıştırması da haklısın, gönder gelsin manasına.

– Mezarlığın duvarını yaptıracağız. Ödenek çıkartamıyoruz bir türlü…. Mal, davar giriyor. Pisliyor affedersin. Mevtaya eziyet tabii. Köylü taciz oluyor.

Ondan sonra elindeki tespihini ceketinin sağ cebine koyuyor ve eliyle anlatmaya başlıyor. Plan proje işleri giriyor muhabbete ve tabii, sözle anlatmak yeterli olmaz, tarif marif var diye eliyle kutu yapıyor.

Yani o çoktan kafasında planlamış, işi büyütmüş bile.


Muhtar Bey planı projeyi yapmış, duvarı eliyle de gösteriyor.

– Bizim asıl derdimiz, girişteki müştemilatı diyorum yıkalım…

Sonra bu fikrin kendisinin olmadığını, toplu bir karar verme süreci sonrası çıktığını belirtmek için:

– …. Ihtiyar heyetiyle konuştuk. Azayla…

Ve elini kavuşturup,

– Oraya şöyle güzel bir morg yaptıralım…

diyor ve “Projesi hazır” diye ekliyor. Hemen akabinde Komiser Naci repliğe geç girmiş gibi aceleyle araya dalıyor:

– Ney ney yapalım?

– … Morg yaptıralım. Gasilhaneyle birlikte amma. Gasilhaneli, gasilhaneyle birlikte bir morg…


Muhtarın yüzünde “Aman komserim destekle beni, gasilhane detayını da aktarayım sen de buna destek ver” gibi bir bakış var. Muhtar, Savcıyı ikna etmek için adeta üniversite bitirme projesi sunuyor. Fakat basit bir duvarla başlayan kalkınma hamlesi, morg (hem de gasilhaneli bir morg) ile asrın projesine dönüşüyor. O sırada kıdemsiz polis İzzet tıkınıp olanları dinliyor. Suratında çirkinleşsin diye siyah lekeler yapılmış (çirkinleşememiş bence) savcının gözleri ise tepside, anlatılanları lalettayin dinliyor.

Yeniden hedefine yani savcıya dönüyor Muhtar:

– … Projesini hazırladık. Her türlü dosyası tamam. (Mideden bir ufak gaz daha çıkıyor) Ödenek ihale çıkmadığı için bir türlü yola sokamadık.

Sonra yeniden Naci’ye dönüp yandaş aramaya devam ediyor.


Savcının nadiren Muhtara baktığı sahnelerden biri. Komiser Naci dikkatlice dinliyor. Arka çemberdeki zanlının kardeşi Ramazan, aslında ceza ehliyeti olmayan suç ortağı, şoförler ve diğer zevat görülüyor. Jandarma komutanını seçemedim. Ya odada üçüncü bir sofra daha var –ki zannetmem, sığmaz– ya da başka bir yerde ona ve etrafındakilere yemek vermişler.

– Naci Bey, çok önemli bu bilakis komserim. Bunu da eğer yapar çıkartırsak, bu işin üstesinden gelebilirsek, köyle büyük bir eser kazandırmış olacağız. Yazın bilakis, ölülerimizi biz ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Vallahi billahi.

Bilakis aslında tersiyle, tersine olarak demek. Ar bi'l-ˁaks بال عكس yani tersi ile, tersine. Burada “bilhassa” anlamında kullanıyor sayın muhtar. Besbelli. Nişanyan Sözlük’te bile “Bilhassa” anlamında kullanılması galat-ı fahiştir yazıyor. Çok görülen bir yanlış ve muhtar da o yanlışı yapan tayfadan. Bilmiyorsan kullanma, değil mi? (Bu yanlışı Öztürk Serengil herkesin ağzına pelesenk etmişti, komiklik olsun diye mi yoksa gerçekten bilmediğinden mi, onu bilmiyoruz.)


Doktorun zanlıyı kontrol ettiğini hem de ne yiyip yemediğine dikkatle baktığını görüyoruz. Doktor onda garip bir masumiyet olduğunu anlamış ve zanlıya dikkat eden, onu takip eden tek şahıs.

– Mecburen bekleteceksin. Tabii adam gitmiş köyden. Var, on yıl gelmemiş. Şimdi ana baba burada yaşlı insanlar kalmışlar. Biri ölecek de, onların köy aklına gelecek.

Herkes muhtara hak verirken bir anda muhabbetin seyrini değiştiriveriyor muhtar.

– Asıl derdim benim, bunları söyleyince de dedikodu hazır.

Komiser Naci eli çenesinde dikkatli dinliyor ve soruyor.

– Ne diyorlar?

Dedikodu lafı geçer geçmez, o köyden kız almış Şoför Arap bir arkasını dönüyor. O köyün damadı olduğu halde bilerek diğer yer sofrasına oturmuş ve bilerek arkası tam muhtara dönük. Zaten o köye gelmemek için bin dereden su getirmemiş miydi? Filmi iyi seyredenler hatırlayacaktır. Arap dönmeye yatkın olsa bile lafa karışmıyor, bu arada dedikoduları anlatmaya devam ediyor küçümseyerek muhtar:

– Köy sandığının paralarını yiyecek, morg yaptıracak. Filan falan. Ortada para varmış gibi.

İşte köyün ödenek bekleyen, projesi hazır Gasilhaneli Morgu. Yıkık duvar biraz az olabilir ama köye büyük bir eser kazandırmak bilakis önemli.

Devam ediyor.

– Dedikodu tabii. Allah saklasın. Herkesi nazardan, dedikodudan.


Dedikodular hakkında konuşurken, muhtarın suratı değişiyor. Kimsenin yüzüne bakmıyor. Yakın çekim yapılmış.


Ancak bu sırada, yani dedikodu ve köy sandığı meselesi geçtiğinde ona çooookkk dikkatli bakan Komiser Naci, hafiften gülüyor sonra o da başını eğiyor.

Muhtar, sanki köy sandığının parasına ihtiyacı olmadığını, olmayacağını belli eder gibi kimse sormadan kendi durumunu beyan etmeye başlıyor.

– Şükür Allah’a. Bizim, benim uşakların durumu iyi. Ben Allah’a şükür yetiştirdim, büyüttüm, gönderdim. Büyük oğlan şimdi Kırıkkale MKE’de…

Bunu sanki Savcı’ya bildirir gibi anlattığından o da “heaa” diyerek onaylıyor.


Muhtar kendi durumunu anlatırken, geriye çekiliyor biraz. Tespihi ile oynarken ailesini özet geçiyor. Yandaki kıdemsiz polis, turşuya uzanıyor, çatalla alıp, salatalığın arkasındaki kalmış sapı bertaraf edip, “kıtırt” götürüyor. Ne kadar ilgisini çektiyse artık muhtarın dibinde onu dinleyecek.

Yemek kültürü

– Yalnız bir şey söyleyeyim, et on numara.

Diye araya giriyor Komiser Naci. Muhtar “De mi?” diye övünüyor. Ve “kuzu eti mi bu?” diye soran Komisere “Guzu” diyor. Sonra:


Muhtarın gerçekten keyiflendiği ve övündüğü an geldi.

– Biz başka bir şey yemeyiz komiserim. Kuzudan başka bir şey bizim evde yenmez. Bazıları bunu yemiyor. Bunun koktuğunu söylüyorlar.

– Kokar derler diyor Naci.

– Kokar derler ama et, kuzu etidir. Yani yenecek et de kuzu etidir.

Savcı ziyade olsun diyor, yemek faslını bitirdiğini beyan ediyor.

O sırada muhtar doktora balın karakovan balı olduğunu ve ona "mutlaka ekmeğinin üzerine sür" dediğini görüyoruz. Aslında bu ikramı doktora yapmışken, savcı da balı övüyor ve üstüne biraz istiyor.


Muhtar “Sinan yavrum, şöyle bir kavanoz” derken şekille de tarifliyor, çıkarken alınacak balı. Halana söyle diyor. Demek ki Sinan, Yengenin erkek kardeşinin oğlu. Köyde muhtarın evinde kalıyor.

Sonra arkada gülüşmeler olunca, Komiser Naci arkaya dönüp bir bakışla disiplini sağlıyor.

Muhtar “Allah aşkına çekinmeyin” diye zaten pek çekinmeyen misafirlerine izzeti ikramı bol tutarken, içeriden diğer sofrada lavaş bittiğini görüp sipariş ediyor veeee elektrikler kesiliyor. Karanlıkta kalıveriyorlar.

Daha kimse şaşkınlığını atamadan, Muhtar suçluyu buldu.

– Rüzgâr, rüzgâr, rüzgârdandır. Savcım bu dün de oldu aynısı, bu on beş dakikaya varmadan gelir.

Naci,

– Muhtar, sen morg filan bırak daha köyün elektriğini düzelt. Nedir o ayranı o içmeye, neyse…

Morg ne için var, ölüleri belirli bir soğuklukta tutmak için. Eh böyle zırt pırt elektrik gider de günlerce gelmezse, morgun anlamı kalmıyor. Sonra bir de jeneratör almak için ihale isteyecek, ödenek filan. Sonra istekler bitmeyecek, bu sefer o jeneratöre devamlı yakıt alınması lazım. Muhtar yine alttan alıyor. “Allah can sağlığı versin, elektrik de gelir su da gelir, bir şey yok” dedikten sonra uzun bir besmele sonrası ufaktan bir dua okuyup, “Allah’ın işine karışılmaz, bak dua da ettik daha ne edelim” dermiş gibi “bu hafta da amma esti” diyerek suçu bir kere daha rüzgâra atıyor.


Bence morg, hem de gasilhaneli morg hak edildi. Hakkında ne kadar dedikodu yapılırsa yapılsın, muhtar gerçekten akıllı. Bir takipçim şöyle bir yorum yaptı: “Köyde, öyle teneke kutu kola alınmaz. Litrelik alınır, alınacaksa. Kutu kola pahalı.” Hakkı var. Güneydoğu Anadolu’dan gelen bir ailenin genç yaşlı tüm erkeklerinin amelelik yaptığı inşaatta, kocaman bir tencereye önceki günden kalma bayat ekmeği doğrayıp, 2.5 litrelik kolayı o ekmek yığınına döküp, öğle yemeği niyetine yediklerini gördüm. Evet, köy yerinde kutu kola alınmaz, en az litrelik alınır ki herkes içsin, fiyatı uygun olsun. Fakat burada özel bir durum var. Zanlının kardeşi o aklıyla densizlik edip “kola var mı?” diye sorunca, kola ikram edemeyip ayran öneren Muhtar, bunu unutmamış ve gece vakti bakkalı açtırıp kola aldırmış. Herkes içmeyeceği için litrelik alınmamış, sadece Ramazan’a özel bir hizmet belli ki.

Yorumlar

1- Adli bir meseleyle Anadolu’yu göstermek soğansa –teşbihte hata olmaz– muhtar sahnesi o soğanın cücüğü gibi: Filmin bir başrolü varsa aynı şekilde bir de başhanesi de var.


Zanlı arabadan iniyor, çeşmeye bakıp ona tarif edilen şekilde olduğundan belli ki “burası” diyor. Sonra çok da emin olmayarak çevreyi tarıyor. Ne zaman ki uzaktan köpeği görüyor işte o zaman bir iki adım geri çekiliyor ve kafasıyla mahcup şekilde Komiser Naci’ye işaret ediyor.

2- Zanlının, katil olmadığı şuradan bile belli ediliyor. Beşinci çeşmede ancak köpek sayesinde cesedin yerine yöneliyor. Gömüldüğü yeri bilemediğine göre ve Yaşar canlı canlı gömüldüğüne göre…

 
Cesedin bulunduğu yerde bir ateş yakılmış, küller duruyor. Bu detay ne keşif raporuna giriyor ne de dikkat çekiyor. Demek ki Maktul oraya sabah getirildikten sonra tüm gün orada tutulmuş. O tarlada bir şeyler olmuş, Yaşar ölmeden önce orada işkence görmüş de olabilir.

3- Komiser Naci’nin hiperaktif oğlu ve ona bakmak zorunda olan karısı için hayat çok güzel geçmiyor. “Bir yerde karışıklık varsa kadına bakacaksın” lafı da önemli.

4- Savcıya karısının verdiği ceza belli. Çocuğu doğurup onu yalnız bırakmak. Taner Birsel çok yakışıklı, çirkinleştirmek zor olmuş. Clark Gable yakıştırması çok normal.

5- Doktor’un da gizemli bir hayatı var. Bu kasabaya mecburi hizmet için değil kendini tecrit etmek için gelmiş ve sıkışmış.

6- Doktor, tahmin ettiğim kadarıyla zanlının itirafnamesini biliyor ve aslında daha az ceza almasın ya da cinayeti üstlendiği ortaya çıkmasın diye soluk borusu içindeki toprak parçalarını otopsi raporuna yazdırmıyor.

7- Anadolu’daki sıkışmışlık oldukça önemli gösterge. Genel olarak film, özelindeyse Muhtar sahnesi için. Devamlı olarak “Büyüttüm gönderdim”, “o burada kaldı tekne kazıntısı”, “ölü olmasa geleceğiniz yok” ve sonra tabii morg meselesi. Bunların hepsi birer sıkışmışlık ifadesi.

Tam ortası

Bir Zamanlar Anadolu'daki muhtar sahnesi her şeyin, filmin, hikâyenin, kurgunun, Komiser Naci’nin zanlıyı bu sefer gerçekten sorgulamasının, Savcı’nın kasıntılı devlet adamıyken Muhtarın köyüne sığınmasıyla dert dinleyen devlet görevlisi haline dönmesinin, Muhtar’ın siyasi emelleri için kulis çalışmalarının, Doktor’un zanlıyı kollamasının, Cemile gibi bir güzelliğin o köyde sıkışıp, orada yitecek olmasının ve bunlar gibi neredeyse filmde geçen her şeyin ortasında... Yani tam Anadolu’nun ortasında geçiyor bu sahne.

Madde bağımlısı olduğumuzdan Muhtar sahnesinin neden tam ortada olduğunu maddeli şekilde açıklayalım.

1- Tüm hikâyeyi yolda geçen sıkıcı tekrarlara boğmaktan kurtarıyor.

2- Oyunculuğun ve onların eylemlerinin tekdüzeliklerini bozuyor. Daha da çeşme çeşme, top ağaç filan gezip dursalar, herkes görevini yapıyor olacak ama belli ki kimse bir sonuca ulaşamayacak. Muhtar’da yemek yemek ve konaklamak her bakımdan herkes için iyi. Film için de...

3- Hikâye ilk kez bir durağan mekâna odaklanıyor. Filmin başından beri gezip duruyorlar çünkü. Bu durağanlık rüzgârlı tatsız bir gecede, dışarısı zifiri karanlıkken ve sonra elektrik kesintisiyle iç mekânlarda da hâkim olan karanlıkla devam ediyor. İşte bu az ışıkta dahi mekânları kavramanın ayrı bir tadı ortaya çıkıyor. Las Vegas gibi ışıklandırılmış bir yer olmayacağı malum köy sahnesinin, fakat o karanlığın içinden ölümden başka bir konu çıkmaması ve tabii ona inat Cemile’deki o güzellik... 

4- Pek de gizli saklı olmadan cereyan eden bir sürü çekişmenin, hesaplaşmanın, arzunun ve mücadelenin defalarca karılmış bir desteden, her oyuncuya rastgele dağıtılmış kartlarla ortaya konmuş oyunu: “Muhtarın durumu iyi de köylü perişan!”

Çehov etkisi

NBC’nin bir notu var: “Bu senaryonun bazı bölümleri Anton Çehov’un “Güzeller” ve “Sorgu Yargıcı” hikayelerinden faydalanarak yazılmıştır.”

Her iki hikâyeyi de BZA’yı seyretmeden önce okumuştum. “Güzeller” isimli hikâyede Ermeni kızı Maşa’nın güzelliğinden bahsedilir. Yine aynı hikâyede bu sefer bir üniversite öğrencisiyken peronda gördüğü kızın güzelliğini ifade eder Çehov.

Belli ki NBC bir kızın güzelliğinin, bu Çehov hikâyesindeki gibi farklı “uyanmalara” sebep olacağına kani olmuş. O kıza âşık olmak, evlenmek, peşinden gitmek, onun ilgisini çekmek, etraftaki rakiplere onu kaptırmamak ya da meşke ulaşamamak gibi olaylarla dolu aşk hikâyeleri gibi parlatmak peşine düşmeden…

Çehov’un diğer hikâyesi “Sorgu Yargıcı” ise, bir otopsiye giden sorgu yargıcı ve doktoru anlatır. Orijinal adı “Perpetium Mobile” (Sonsuz Devinim) olan bu hikâyede otopsiye giderken konuk oldukları evdeki ufak tartışmaları sonunda ertesi günkü işlerini bitiremeyen doktor ve savcının sonra bir kere daha, bu kez başka bir sebepten işi rtelemeleri yani bir türlü sonuca varamamalarını anlatır.

Ölüm ve hatırlanmak

Ölmek hatırlanmak için bir vesile midir sadece? Bu kadar da çaresizlik biraz fazla değil midir?

Ölünün zorla şerle sıkıştırıldığı bagajda hemen ensesine konan kavun lezzetli değil midir, kuzu eti on numara değil midir, Cemile güzel değil midir, çocuk annesiyle otopsiden çıktıktan sonra okuldan önüne düşen topa vurduğunda özgür değil midir?

Bal da lezzetlidir, kuzu eti de… Ayrıca Cemile de güzeldir ve sadece çocuk değil annesi de özgürdür artık.

Ölümün kalanlara verilmiş bir ceza olduğu Savcının kafasına dank eder, Muhtarsa sıkışmışlığın getirdiği unutulmuşluğun sadece ölümle hatırlandığını düşünür.

Sıkışmışlık + unutulmuşluk = Ölümle yad edilme.

Savcı ancak bir ölüm olduğunda bu değersiz adamların peşinde gece gündüz koşuyor. Komiser ancak böyle bir olayda, başrolde o olduğu halde, o kadar fazla o uğraştığı halde, tüm krediyi kendine toplayan Savcının mevkii için bir laf edebiliyor. Jandarma olaya hâkim olmak için bileniyor. Sonra Muhtar, ancak bu sayede derdini söyleyebiliyor. Hem de ziyafet vermek zorunda kalarak.

Muhtarın asıl derdi ne? Ancak biz ölünce hatırlanıyoruz, daha iyi hatırlanalım, bunu bir turistik faaliyet haline getirelim. Bari bunda modernleşelim. Morg istiyor, hem de “bilakis” gasilhaneli.

Morgunu, gasilhanesini, ölme şeklini, otopsi aletlerinin “şarzlı” olmasını, başkasına ceza vermek için hayatına son vermeyi ve hatırlanmayı…

Anadolu insanı ölüme anlam yüklemeyi de becerir. Bunu da Nuri Bilge Ceylan filmleştirmiş işte.

Çünkü insan, öleceğini bilen ve buna göre hareket eden tek canlıdır.

 

EDİTÖRÜN NOTU:

 

Okuduğunuz metin, yazarın Bilakis: Bir Zamanlar Anadolu'da Muhtar Sahnesi adlı, yakında yayına açılacak olan e-kitabından alınmıştır. Elektronik kitaba, 25 Nisan 2020 tarihinden itibaren ücretsiz olarak Google Play üzerinden erişebilirsiniz.