Oda ya da kendine ait bir dünya

Bir kadın ve bir şair olarak Duygu Kankaytsın’a “kendine ait bir oda” dar gelir; ondan çok daha fazlasını, kadının çok daha özgür olduğu, çok daha rahat nefes alabildiği geniş bir dünya ister o...

Bir tek şiir dahi yazmamış Ayfer Tunç, onca başarılı öykü ve romanlarıyla edebiyatımızın son dönemine damgasını vurmuş olmasına rağmen, “Şiir, söz sanatlarının anasıdır” dediğinde, ilk azarı da doğal olarak, şair olmayan yazarlardan işitmiş; ama bu düşüncesinden bir kalem boyu geri adım atmamıştır. Bu nedenledir ki, çocukluğundan, ilk genç kızlığından başlayarak bir kadının içsel trajedisini gözler önüne serdiği son derece etkileyici romanı Yeşil Peri Gecesi, bir yazar tarafından, şiire saygı duruşu olarak da okunabilir. Çünkü roman boyunca, hikâyeyle ilerleyen şiirin ruhunu da duyumsar okur. Şiirin ruhu derken, şiirsel söyleyişlerin romana yaptığı katkılar anlaşılmasın yalnızca, bizzat şiirin kendisi vardır dize dize sayfalar boyunca. Romanın kahramanı –belki de yazar- günlük dilin alışıldık anlamalarına, yüzeysel tuzaklarına düşmemek adına, insanın içindeki o anlaşılmaz olanı, derinlemesine işleme arzusuyla, hayatın diliyle değil de sanatın diliyle görünür kılmayı yeğlediği yerde, şiirin büyülü söylemine sığınır, uzun paragrafların arasına dizeler yerleştirir.

Üstelik yalnızca bu yazarla sınırlı değildir, anlatımda şiirin etkili söylemine başvuranlar. Onun kadar başarılı bir diğer romancımız Latife Tekin de, erkek egemen toplumun, kendi şeyinin –bu şey sözcüğünü bedeninde taşıdığı bir organa da indirgeyebilirsiniz, ruhunda taşıdığı egoya da- keyfine göre kurduğu toplum düzeninde soluk almakta güçlük çektiği için deliren, kim bilir belki de kendine gelen Dirmit adlı bir kız çocuğunun, ilk gençlik dönemine kadar olan yaşam serüvenini anlattığı Sevgili Arsız Ölüm’de roman boyunca şiirsel söyleyişin elinden tutarak ilerler. Orada konuşulan dil, günlük hayatın, sokağın dili değildir asla. Ve zaten bu roman, tam da bu nedenle dil ucuyla değil, dilin derinlikleriyle okunur.

Ama bu yazının konusu roman değil, bir şiir kitabı. Bütün bunlardan söz etmemin nedeniyse, tür olarak değilse de birkaç yönden, bu şiir kitabıyla ortak kaygı ve derinliğe sahip olmaları. Daha önce Hayatçağıran adlı ilk kitabıyla şiir dünyasında görünen Duygu Kankaytsın, bu kez de Rağmen’le karşımızda. Kitapta yer alan şiirler, farklı başlıklar taşısa da bütünlüklü bir legonun parçaları gibi birbirine eklenerek okumaya müsait: derdi ve dil işçiliği ortak şiirler. Ya da başka bir benzetmeyle söylersem, karanlık bir iç odayı aydınlatan, büyük bir avizenin göz alıcı ve parlak taşlarını oluşturuyor her şiir. Yazımı açarken tamamen şiirden farklı bir tür olan günümüz romanından, bu türün iki özgün ve nitelikli örneğinden ve yazarlarından söz etmemin başka nedenleri de var elbette. Birincisi, bir şiir kitabıyla ilgili de olsa şu an bu yazıyı kaleme alan bir insan olarak ve bir parça buna hakkım olduğunu düşünerek bu iki romanın bende bıraktığı aynı derin izler; ikincisi, bu iki romanın yazarı ve bu yazının konusu olan Rağmen adlı şiir kitabının şairi, erkeğin hüküm sürdüğü bir toplumda, şiddetin çoktandır çuvala sığmaz hâlini ve despotizmin baskısını ortalığa dökerken, haklılıklarını yalnızca kadının ezilmiş olmasına dayandırarak, ezberlendik feminist bir tavırla edebiyat dünyasında geçici bir etki elde etmeyi amaçlamıyor; yazı sanatındaki özenli dil işçiliğinden ödün vermeden raflarımızdaki ve hayatlarımızdaki boşluğa, oldukça nitelikli birer sanat eseri bırakıyorlar. Bu etkilenme ve nedenlerle, Kankaytsın’ın Rağmen adlı kitabındaki şiirleri okurken, özellikle Latife Tekin’in romanındaki, geleneksel ve töresel çürümüşlüğün ortasında, ergenliğe adım adım sürüklenen –ilerleyen diyemiyorum- küçük bir kız çocuğunun, Dirmit’in de sesini duydum. Duygu Kankaytsın’ın kitabını bitirdiğimde, genellikle şiirin o soyut ve uçucu dünyasında kayboluveren öznelerin aksine, etkileyici bir roman kahramanı gibi ete kemiğe büründü Leyla; günlerce hayatımın içinde benimle yürüdü Jiyan. Bunda elbette Kankaytsın’ın, kahramanları anlatma değil, gösterme sanatı olan tiyatro yazarlığı eğitimi almış olmasının da büyük katkısı var. Belki de bu yüzden yazdığı şiir kitabı da olsa, bölüm adlarını, kadın kahramanlarından ödünç almış şair: Birinci sahneyi, çokça duyduğumuz Leyla’ya; ikinci sahneyi, daha az duyulan, sanki karanlık bir coğrafyaya sıkışmış çocuk gelinlerin sembolü Jiyan’a bırakır şair… Kim bilir belki de kitap boyunca okuduklarımız, bu coğrafyanın tüm kız çocuklarının, kadınlarının ortak Duygu’sudur.

Dirmit de romanın başlarında, sıkıştığı Doğu coğrafyasından, Batı’ya göç etse de, aynı egemen güçlerin değişmeyen düzenin baskısını iliklerinde hisseder. İsimler ve coğrafyalar değişse de değişmeyen tek şey, âdil olmayan düzendir. Tıpkı dünya gibi çürüyen ve eskiyen zihniyet de yuvarlaktır, git git aynı noktaya çıkarır insanı. Hayatı yazdığı şiire dâhilse, şair sayfa sayfa ilerlediği, yol aldığı bu dünyada kâh Leyla’dır kâh Jiyan, aynı kapalı kapılara çıkar yolu, aynı duvarlara çarpar. Adının ne olduğu fark etmez, zulmün, eşitsizliğin, adaletsizliğin bitmek bilmediği bütün coğrafyalarda her kadın sığınmacıdır. Ki kitap bu iki bölümden bağımsız olarak –aynı zamanda sözünü ettiğim nedenlerle, tam da diğerlerinden bağımsız olmayarak- “Sığınmacı” adlı şiirle açılır:

          “Sana yakışırdı başlattığın pervasızlık

          Yüzünde çevik atlar, eteklerinde deniz

          Bir de karanfil, yalandı demek

……………………………….

Gene yağmur yağacak, gene kan

Pencereyi aç, içeri al insanları

Hohla, ısınsın çocukların sevinci

Kalbin tarasın saçlarını” (syf. 7)

 

Başta vurguladığım gibi, bir romancıya bile “Bütün söz sanatlarının anası şiirdir” dedirten bu türün, düzyazıya göre en önemli avantajı –buna ayrıcalık da denebilir- ve gücü, sözün kalabalıklığından, uzunluğundan ziyade, eksiltili yapısından kaynaklanan yoğunluğu –ki şiirin eksiltili söyleyişe dayanması, her an okuru da uyanık olmaya, şairin sözünü tamamlamaya zorunlu kılar- ve düzyazıdan daha yüksek bir etkiye sahip olmasıdır. Düzyazıda kurmaca yeteneğini konuşturan yazar söz konusuyken; şiirde, söyleyiş gücünü zirvede tutmaya çalışan şair sahnededir. Bir roman yazarı kadar alanı, yani sayfası olmayan şairden -benzetmem mazur görülsün lütfen- âdeta ipin, sözün inceliği üzerinde, yere çakılmadan bütün yeteneğini sergilemesi beklenir.

Şiir sanatının bu zorluğunu ve aynı zamanda diğer söz sanatlarına göre ayrıcalığını çok iyi bilen bir şair Duygu Kankaytsın. İlk kitabından bu yana, epeyce yol almış; ilk kitapların çoğuna mahsus olan yanlış adım atmama, hatasız yazma telaşını, ilerlemekten çok ipin üzerinde kalabilme heyecanından kaynaklanan ve bilinçli hiçbir okurun gözünden kaçmayan tedirginliğini, ikinci kitabıyla üzerinden atmış, ayağının altındaki değilse de kaleminin ucundaki bu ince yola, yüreğini çok daha sağlam koyarak, sözün ve yaşamın bütün tehlikelerine, tuzaklarına “rağmen” sayfalar boyunca –şiir denen o ince ipten ya da birilerinin gözünden düşme korkusu duymadan-  kitabın sonuna kadar kendinden emin bir şekilde, dilini sakınmadan ve dilini parlatarak yürümüştür.  

Elbette, bütün bunları söylediğimizde, yanlış anlaşılmasın; bir şairin en önemli özelliği ve tek derdi söz sanatını icra ederken düşmemek, yalnızca söz cambazlığı yapmak değildir; zaten tek derdi bu olan da kanımca bir şair, bir sanatçı değildir. Sanatçı dediğimiz insan, kendi içinden dış dünyaya kapılar açan; kendi bireysel serüveniyle, kişisel sorunlarıyla, dışındaki insanların hikâyesi ve sorunları arasındaki kalın duvarları yıkarak onların dünyasına dâhil olabilendir. Ki böyle bir pencereden bakarsak, Duygu Kankaytsın’ın feminist tavrı belirgin olan ve kadının sesinin çok daha gür çıktığı bu kitabı, geleneksel kalıplar içinde, altı kalın ve kaba çizilmiş erk ve erkek sözcüklerine estetik bir başkaldırı; eğer haklıysa, altını kalın ve kabaca çizme, bağırma gereği duymadan da sözün etkili olabileceğini kanıtlayan ve bunu dert edinen, kendi türü içinde, şimdiden öne çıkmış başarılı bir yapıt. Belki de şair, ironik tavrını, sayfanın boşluklarına gizleyerek –en ulaşılmaz derinlik, yoksa boşluklarda mı saklıdır- “Kitsch” başlığı altında, tek dizelik şiiriyle, daha kitabının başında, adına dünya ya da düzen dediğimiz “mesele”ye yaklaşımını okura duyurmaktadır:

“Ben Duygu Kankaytsın” (syf.13)

Nokta.

(Lütfen bu işareti, yukarıdaki dizenin sonuna siz koyun; çünkü kitaptaki dizede bu imlâ işaret var. Ben bunu özellikle şunu vurgulamak için siz okura bıraktım: Kitap boyunca hemen hemen hiçbir şiirinin sonuna nokta koyma gereği duymayan Kankaytsın, bu kısacık şiirine, noktayı âdeta bir sözcük gibi özenle yerleştirmiş.) Burada kendi macerasını, çocuk ruhunun yanı sıra ezilen ruhunu da sırtlanmış hem tekil-kadın-özne; hem kitap boyunca, onlar adına da konuşacağı, yaşları ellerinden alınmış çoğul-kadın-özne bilgisi saklıdır. Kitap boyunca dizelerinin izini sürdükçe, derin ve zengin okumalar yaptıkça anlıyoruz ki Kankaytsın, “çocuk” ve “kadın” sözcüklerinin “sahip olunan” ve ayrıca “erkek” sözcüğününse “sahip olan” anlamlarına karşı çıkarak, bunu kanıksamış toplumun ezberini bozmak, bunu destekleyen geleneğin ve kanunların, neredeyse bir doğa kanunuymuş gibi algılanmasını kırmak, aslında feodal aile yapısını sağlamlaştırmaktan öte gidemeyen ve kadına kişisel de kişiliksel de haklar kazandıramamış, yalnızca adı medenî olan kanunu da derinden sarsmak istiyor:

“Kızım Duygu, unuttun mu

Evleneceğin gün babanı doğurdun” (syf.16)

Batı’da, İzmir’de doğup büyümüş olan Kankaytsın, yaşadığı coğrafyanın avantajlarına rağmen, terazisinin kefeleri dengede durmayan adalete ve bu adaletin tarttığı düzene karşı, şair ve aydın sorumluluğu taşıdığı için huzursuzdur. Bölgesel kurtuluşa inanmadığı için de; çoğul -ama ben’cil- erkek egemen topluma karşı bir tiksinti ve usanç duyarak, yaşadığı coğrafyanın, Leylâ ya da Jiyan olan adının, dilinin, teninin ve yaralı ruhunun renginin farklılığına aldırmaksızın, kadının tek bir özne –ama öz’gür- olmasını ister:

III

Kızım Jiyan, sen kuş musun

Yoksa erkek mi

Kuşlar ve erkekler uçar Jiyan

Kuşlar ve erkekler uçar

IV

Bak, Jiyan yok kadın

bir doğrunun içinde eski yalanlar takılı

tak takıştır saçlarına

cenaze bizim değildir artık (syf.44)

Bir tarafta erkekler ve bu cinsiyetin doğadan gelen fiziksel gücünü avantaja dönüştürmeyi temsil eden kuşlar; diğer taraftaysa, tek bir özne gibi hareket etmenin gerekliliği ve özlemiyle -yukarıdaki son dizede kullandığı “biz” vurgusunda olduğu gibi- kadınları bir safta toplamak isteyen “Ben Duygu Kankaytsın.” iletisinde saklı, boş sayfanın kadimliğine gönderme yaparak dünyanın ve belki de kitapların yeniden yazılması gerektiğini işaret eden bir şair portresi var karşımızda.

Şiiri, romanının en önemli kahramanı yapan Ayfer Tunç’tan; ayarı kaçmış erkek egemen toplumun çürümüş geleneklerine karşı, sayfalarda geçen zaman boyunca çocukça da olsa kararlı ve güçlü bir direniş sergileyen Dirmit’in eline kalem verip şiirler yazdıran Latife Tekin’den söz etmiş olmam rastgele değildi. Yazımın başında bu iki roman ve yazarlarıyla, bir şiir kitabı ve o kitabın şairi Duygu Kankaytsın arasında kendimce bir paralellik kurmam da… Dirmit de erkek dünyasının çıldırtıcı baskısına karşı şiirler yazarak, boğazında düğümlenen haykırışı, koynunda sakladığı defterin boş sayfalarına dökerek ayakta ve hayatta kalmanın yolunu buluyordu çünkü. Ki öyleyse Latife Tekin’in Dirmit’i, Duygu Kankaytsın’ın Jiyan’ı, Leyla’sı ve hatta bizzat şairin ezilen o çocuk ruhudur biraz da.

Dirmit’e sonra ne mi olur? Abileri ve babası, yazdığı şiirleri bulur; toplumun ve ailenin huzuru adına o şiirlerdeki tehlikeyi fark ederek yırtıp parçalar her bir sayfayı. Ne edepsizliktir bir kız çocuğunun kalkıp şiir yazması! Şu soruyla aynı zamanda Dirmit’e şiir yazmasının hesabını da sormuş olurlar: Sen delirdin mi; yoksa âşık mı oldun?

Öyle ya söz ve şiir, erkeğindir. Bir kız çocuğu şiir yazıyorsa, ya delidir ya da âşık. Ki bir kadının delisi de âşık olanı da düzene karşı büyük bir tehdittir ve tehlikelidir.

Ama sevgili de olsa, düzenin sürdürücüsü erkeğe vereceği kötü bir haber vardır, adı Leyla ya da Jiyan ya da Dirmit olan örselenmiş kadınlar adına da konuşan şairin:

“İsyana övgü kalbindedir sağanak

Başlayan günün akşamı bu közü alıp evine götür

Ayaklandık, geliyoruz sevgilim” (syf.27)

Yıllar önce yazdığı –siz attığı olarak okuyun- çığlık, kâğıt üzerinde kalmamış, sesini dünyanın duyduğu başka bir feminist yazar Virginia Woolf’un bir yapıtının adından mülhem bitireyim sözümü: Bir kadın ve bir şair olarak Duygu Kankaytsın’a “kendine ait bir oda” dar gelir; ondan çok daha fazlasını, kadının çok daha özgür olduğu, çok daha rahat nefes alabildiği geniş bir dünya ister o. Ve şiirinin çatısını kurmaya, içindeki bu güçlü dürtüden başlar ve yalnızca şiiri değil, birçok başarılı çalışmalarının olduğu tiyatroyu da ve diğer sanatları da bu dünyanın adaletini tartan -bir kadının elinde tuttuğu- terazi olarak görür.