Putin’siz dünya

"Wood’un en önemli tespiti, Rusya’daki otoriter siyasetin müsebbibinin Putin’in diktatör kişiliği değil, onun Rusya’da kapitalizmin yerleşmesi sürecinin mirasçısı olması. Wood kitap boyunca kapitalizmin otoriter siyasetler çerçevesinde yerleşmesini Rusya’nın özel şartlarıyla izah ediyor."

03 Mart 2022 19:30

 

İngilizce kitap tanıtımı yapmaktan mümkün mertebe kaçınıyorum, ama sorumluluk yayıncıların, bu vesileyle dikkat çekmiş olurum; umarım Tony Wood’un, Putin Rusyası üzerine şahane kitabı en kısa zamanda tercüme edilir: Russia Without Putin: Money, Power and the Myths of the New Cold War, Verso, 2018.

Wood bu kitabında çok önemli bir uyarıda bulunuyor, Rusya’ya ilişkin analiz ve yorumların ağırlıklı biçimde Putin’in kişiliği etrafında şekillenmesinin ne anlama geldiğini sorguluyor. Putin vurgusunun, bizi Rusya’nın son döneminin şekillenmesinde çok daha geniş yapısal etkenleri göz ardı edecek biçimde yanılttığını iddia ediyor. Aslında bu sorun Rusya ve Putin’le sınırlı değil, genel olarak siyaset yorumları giderek daha fazla kişiler üzerinden yapılıyor. Arap Baharı Arap diktatörleri üzerinden, Amerikan demokrasisi Trump ile, Türkiye’nin siyasi krizi Erdoğan üzerinden değerlendiriliyor. Wood bu yaklaşımdaki Rusya muhalefetinin ‘Putin’siz bir Rusya’ dışında bir ufku olmamasına dikkat çekiyor, biz bu uyarıyı daha genel bir çerçeveye taşıyabiliriz. Dahası, Wood’un ileri sürdüğü gibi, kişiler üzerinden yapılan değerlendirmeler, sorunların derinliğini gölgeliyor. Son olarak, Ukrayna Savaşı yorumları da benzer bir çerçeveye oturuyor. Böylece, birincisi, bu krizin derinlemesine analizine gerek duyulmamış oluyor. İkincisi, ABD’nin Ukrayna krizini vesile ederek kurduğu ‘Putin’siz bir dünya’ stratejisi hesap dışı bırakılıyor. Dünyada olup bitenlere ABD dış politikalarının bakış açısından bakanlar, bu klişeler dışında söylenen her şeye, Putin’in ne menem bir adam olduğunu hatırlatarak cevap verip konuyu kapatma çabasındalar.

Putin’in bir diktatör olduğu ve barışçı bir dünya hedeflemediği elbette tartışma götürür bir konu değil, ancak son Ukrayna krizi çerçevesinde kurcalanması gereken daha pek çok husus var. Öncelikle, mesele kimin haklı, iyi, doğru olduğu değil, içinde yaşadığımız dünyanın nasıl bir dünya olduğu. 21. yüzyılda dünya halen küresel iktidar mücadelelerinin kanlı çatışmalara yol verdiği bir dünya. 20. yüzyılın başlarında, Birinci Dünya Savaşı ertesinde ‘barışçı bir dünya’ kurma çabaları Milletler Cemiyeti’nin kurulmasının gerekçesiydi, olmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler aynı iddiayla kuruldu, olmadı. Tam tersine, Soğuk Savaş sürecinden dünyanın dört bir yanı vekâlet savaşlarına sahne oldu, dünya savaşlarıyla yarışan can kaybı yaşandı. Son olarak, detant siyaseti çerçevesinde silahlanma yarışının bitmesi, uzlaşma siyasetlerine yöneliş hedefinin benimsendiği ilan edildi, Sovyetler Birliği bu çerçevede çözüldü, Soğuk Savaş’ın bittiği ilan edildi, yine olmadı. Bu gelişmenin tek sonucu, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Varşova Paktı’nın dağılması oldu. ABD ve müttefikleri, Sovyetler Birliği’nin rakip olmaktan çıkmasıyla iyice gemi azıya aldı, küresel hegemonya siyasetine girişti. Üstelik tek kutuplu dünyada da savaşlar, çatışmalar bitmedi. Soğuk Savaş bitti derken Irak Kuveyt’i işgal etti, ABD Irak’a askerî müdahalede bulundu, Avrupa’nın göbeğinde Balkanlar savaş meydanına dönüştü. Diğer kıtalarda, özellikle Afrika’da yaşananlar zaten tarih dışına itilmiş vaziyette, halen kimse buralarda ne oluyor diye merak etmiyor. 11 Eylül saldırılarıyla başlayan 21. yüzyılın en başında ‘terörle küresel savaş’ konsepti çerçevesinde askerî müdahale, operasyonlar, işkence, hukuk dışı yargılama meşru hale geldi. Bu süreçte öne çıkan militarizmin en bilinen örnekleri, önce Afganistan’a müdahale, sonra Irak işgaliydi, ancak bunlarla sınırlı değildi. 2006’da İsrail Lübnan’a saldırdı, Hizbullah’ı ortadan kaldırmak için bu ülke 33 gün bombalandı. Son olarak 2011’de ‘Arap Baharı’ sonrası, Suriye, Libya ve Yemen’e askerî müdahalede bulunuldu. Bu ülkeler halen kanlı iç savaş ve sonuçlarıyla perişan vaziyette.

Yok, bunların hiçbiri, Rusya’nın işgalini meşrulaştırmıyor, ama ne meşruiyeti Allah aşkına? Uluslararası kurumlar ve kuralların meşruiyeti bunca yıpratılmışken kimin kime ne demek hakkı var? ‘Gücü gücüne yetenin’ düzenini kurduktan sonra savaş ve çatışma kaçınılmaz oluyor. Üstelik bu düzen üzerinde karşılıklı anlaşmanın olduğu olaylar da yaşandı. 2008’de Batı ittifakı Kosova’nın bağımsızlığını tanıdı. Rusya’nın karşı hamlesi Gürcistan’a askerî müdahaleyle Osetya ve Abhazya’nın otonomisinin tanınması oldu. Suriye’de başlangıçta isyancıları silahlandıran ABD/Batı ittifakı, sonra IŞİD’e karşı mücadele adına doğrudan askerî müdahalede bulundu. Rusya’nın cevabı mukabil müdahale oldu.

Sadede gelelim… Şu anda en önemlisi Ukrayna krizinin diplomatik yollarla, kansız biçimde çözülmesi. Nitekim başta Almanya ve Fransa gibi Batı Avrupa ülkeleri bu yönde çaba gösterdiler. Sonuç bu çabaların ABD tarafından engellenmesi oldu; zira öyle görünüyor ki, ABD’nin dış siyaset stratejisi Ukrayna’da Rusya’nın bataklığa saplanması ve Putin’in gücünün kırılması, nihayetinde Putin’siz bir dünya. Bu hedef doğrultusunda can kaybının, bir ülkenin daha mahvolmasının iki taraf açısından da hiçbir önemi yok. Nitekim NATO’nun doğrudan müdahaleden kaçınması, Batıdan Ukrayna’ya silah yardımı, sivil halkın silahlanması ve bu ülkenin dışardan gönüllü savaşçılara açılması tam bir felaket senaryosu.

Wood’un altını çizdiği gibi Rusya’nın sorununun en önemli nedeni Putin ve çözümü ‘Putin’siz Rusya’ olmadığı gibi, yaşadığımız dünyanın sorunu da Rusya’nın başında Putin’in olması ve bu sorunun çözümü ‘Putin’siz bir dünya’ değil. Sorun otoriter veya demokratik yönetimler altındaki büyük güçlerin küresel ölçekte kanlı bir rekabet yürütmeye devam ettiği bir dünyada yaşıyor olmamız. En kötüsü, demokratik iddialı yönetimlerin yapıp ettikleri ve rekabet savaşlarını ‘demokrasi’ adına meşrulaştırma çabası sonucu, başta demokrasi olmak üzere barış, insan hakları gibi kavramların da kirletilmesi, otoriter rejimlerin ‘demokrasi’ kuşkusunun meşrulaşması.

Tam da bu nedenle Ukrayna krizi bana Wood’un kitabının önemini hatırlattı. O halde size kitaptan biraz daha bahsedeyim. Wood’un en önemli tespiti, Rusya’daki otoriter siyasetin müsebbibinin Putin’in diktatör kişiliği değil, onun Rusya’da kapitalizmin yerleşmesi sürecinin mirasçısı olması. Wood kitap boyunca kapitalizmin otoriter siyasetler çerçevesinde yerleşmesini Rusya’nın özel şartlarıyla izah ediyor. Ancak ben bir adım daha giderek Rusya veya benzer pek çok güncel örnek vesilesiyle daha genel bir değerlendirme yapmamız gerektiğini düşünüyorum.[1] Liberal tarih yazımcılığı ve sosyal teoriler ‘demokrasinin serbest piyasa ekonomisi’nin doğal sonucu olduğunu’ iddia eder, neo-liberal yaklaşımlar aynı hikâyeyi farklı terimlerle anlatıyor.[2] Oysa bu yaklaşım ‘kapitalizme güzelleme’ mahiyetinde tarihsel ve siyasal bir karartmadan başka bir şey değil. Kapitalizmin inşa ve gelişme sürecinin yolu sıklıkla kölelik gibi modern öncesi yapılarla, kolonyalizmle ve otoriter siyasetlerle buluşmuştur. Şimdilerde bu buluşmaların sadece Batı dışı coğrafyaların özel koşullarından kaynaklandığı fikri hâkim. Diğer taraftan otoriter siyasetler de kapitalizm dışı gelişmeler olarak kabul görüyor.

Wood tam bu noktada, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından neo-liberal siyasetlerin yol açtığı yapısal sorunlara işaret ediyor. Dahası, Putin döneminin liberal ekonomiden geri dönüş, devletçi modelin geri gelmesi olarak tanımlanmasının son derece yanıltıcı olduğunu, Putin’in devraldığı Rusya’yı kapitalistleştirme sürecini devam ettirdiğini, özelleştirmeleri desteklediğini vurguluyor. Putin’in iktidara gelmesinin ardından yirmi bir oligark ile buluşup oyunun yeni kurallarını belirlediğini hatırlatıyor. Oyunun yeni koşulları, siyasi iktidar tartışması dışında kalmak şartıyla, Rusya’nın talanı ile zenginleşenlerin işlerine rahatça devam etmesi olarak şekilleniyor. Putin’e farklı bir anlam yüklemenin ve bu çerçevede Stalin’e benzetilmesinin bu tabloyu çarpıttığını ileri sürüyor. Gerçekten de, şimdilerde Stalin benzetmesinin öne çıkması da aslında Soğuk Savaş sembolizminin tekrar işlevselleştirilmesi gayretinden başka bir şey değil.

Gerçi Putin, Stalin’i hayırla yâd ediyor, ancak Stalin’e yüklediği anlam güçlü bir Rusya tahayyülü çerçevesinde şekilleniyor, zira Putin’in iktidarını meşrulaştıran, Rus milliyetçiliği. Diğer taraftan, Batı dünyasında ‘demokratik muhalif’ diye takdim edilenlerin aslında neyi temsil ettiği de karartılan noktalardan biri. Bunlardan adı sıklıkla geçen ve Nobel Ödülü alması umulan Navalny’nin 2007’de sloganı ‘Rusya etnik Ruslarındır’ olan bir çıkışın önderi olup aşırı sağ müttefiklerle eylem yaptığını hatırlatıyor Wood. 2008’de Navalny’nin Gürcistan’ı baştan başa bombalamayı savunduğuna, göçmen karşıtlığına dikkat çekiyor.

Son olarak, Wood kısa ve özlü kitabında önemi açısından Ukrayna’ya ilişkin uzun bir değerlendirmeye yer veriyor. [3] En önemlisi, Wood’un kitabının, tarih ve siyaset değerlendirmelerinde eleştirel yaklaşımların geriye düştüğü, kendini solda tanımlayanların bu çerçevede büyük bir kafa karışıklığı içinde olduğu şu dönemde ilaç gibi gelmesi.

 

NOTLAR: 


[1] Birikim’deki 21 Şubat 2022 tarihli, “Otoriter/Demokratik Siyaset Tartışmalarının Arka Planı” başlıklı yazımda, Türkiye üzerinden bu konuyu tartışmaya açmaya çalıştım.

[2] Daron Acemoğlu üzerine yazımda bu konunun altını çizmeye çalıştım: "Best-seller teoriler: Ulusların zenginliği ve düşüşü", K24

[3] Ukrayna konusunda Pazar Politik’te (Politikyol) “Kim Haklı?” başlığı altında daha genel bir değerlendirme yapmaya çalıştım.