Posta kutusundaki edebiyat

Kimse başkasının mektubunu yazamaz. Mektup bir bakıma yazarın edası, yürüyüşü, bakışıdır. Mektup kişinin ta kendisidir, ya diridir ya ölü...

01 Eylül 2016 16:33

Bütün edebiyat özünde mektuptur, demek hiç zor değil. Kutsal metinlerin, düşün yapıtlarının, mitolojilerin, yani tarih içinde klasik dil ve yazın ürünlerinin çoğunun biçimi olmuştur mektup. Modern, postmodern romanlar da yazılmıştır mektup biçiminde. Bundan sonra da mektup bir form olarak edebiyatın hep içinde kalacaktır kuşkusuz.

Eli kalem tutan herkes mektup yazmıştır, yazıyor. Peki, mektup nerede, nasıl edebiyatın alanına girer? Benim yanıtım çok basit: İçeriği ne olursa olsun, bir mektubu, yazışmayı edebiyat katına çıkaran yazanın Yazar olmasıdır. Gerçek bir yazarın mektubu da bir yapıttır.

Mektubun yazınsal değeri ile tarihsel değeri ayrı konulardır ama. Bazı mektupların hem yazınsal hem tarihsel değeri vardır. Bazıları hiçbir tarihsel değeri olmamasına rağmen dili ve yazınsal nitelikleriyle kalıcıdır. Burada yazınsal değeri sanatsal üslupla düşünsel ufuk, tarihsel değeri içerdiği konular belirler.

Bir mektuba o mektubu alan da değer katar. Zaten mektubun telif sahibi mektubu alandır. Yani kişi kendisine yazılmış mektupları yayımlayıp yayımlamama kararını hukuki açıdan tek başına verebilir. Mektubun muhatabı kimse, kime yazıldıysa sahibi de odur. Burada yazarın/yazanın herhangi bir hakkı yoktur.

Yazdığım ilk mektubu anımsıyorum. On yedi yaşımda bir yazar adayıydım. Deneme ve şiir yazıyordum. Şiirleri kendime saklıyordum ama denemede iddialıymışım ki yazdıklarımdan birkaçını Rasim Özdenören’e gönderip fikrini sormuştum. Kendimi tanıtan, niçin yazdığımı belirten bir sayfalık mektubu kapak yapmıştım değerli (!) yazılarıma. Kısa bir süre sonra bir kitap fuarında yanına gidip kendimi hatırlattım. Rasim Bey, belli ki bir genci kırmamak adına bardağın dolu tarafına bakarak, yazılarımın üstünde durmamış ama mektubumu sevdiğini, orada samimiyetimi gördüğünü, mektubun da bir edebi tür olduğunu, mektup yazarı olabileceğimi söylemişti.

O günden beri düşünür dururum, sırf mektup yazan bir yazar var mıdır diye? Bilmiyorum, belki vardır. Ama ben ne yazarsam yazayım, hep bir mektubun başındaymışım gibi yazmayı sürdürüyorum.

Mektup merakım büyük bir tutkuya dönüştü zamanla. Türkçede yayımlanmış edebiyatçı mektuplarının birçoğunu okumuşumdur. Hatta çok daha fazlasını da mesleğim gereği yayımlanmadan okumuşumdur. Okuduğum mektuplar, edebiyatıyla uzun yıllar haşir neşir olduğum, sevdiğim yazarların mektupları olunca bazen bu mektuplara zihnim bir kitap muamelesi yapar. Bir yazarla ilgili konuşurken “hangi kitabında okumuştum” derken, okuduğumun o yazarın bir kitabı değil de bir vesileyle okuduğum mektupları olduğunu sonradan fark ederim.

Şunu tekrarlamak istiyorum, iyi bir yazarın kaleminden çıkan her şey onun yazınsal yapıtıdır. Bu anlamda mektup çok değerli bir yapıttır. Hatta özel ve nadide olması dolayısıyla kültür-sanat piyasasında ticari işlem gören bir mezat malıdır bazen.

Gerçek ve iyi bir yazar, kime yazarsa yazsın, her zaman iyi mektup yazar. Tersine bugüne dek rastlamadım. Buradan yola çıktığımızda konuya mesleğimle ilgili bir boyut katmak isterim. Kitap-lık dergisine gönderilen ürünlerin eskiden ilk sayfasına, elektronik postada ileti gövdesine yazılanlar editöre irili ufaklı mektuplardır. Bu mektuplar editörün ön yargısını oluşturmakta oldukça etkilidir. Her sabah derginin posta kutusunu açtığımda farkında olmadan kendimi bir oyunun içinde bulurum: İleti gövdesindeki ya da ekteki kişisel bilgilerden oluşan mektup acaba gönderilen şiirin, öykünün, yazının akıbetinde ne ölçüde etkili olacaktır? Çoğunlukla birbirinin ölçütü olduğunu hemen söyleyeyim. Yani ekte iyi bir şiir varsa bu daha mektuptan anlaşılır, kötü bir öykü varsa bu daha gönderenin kendini tanıtışından belli olur. Bu yazışmalardan hareketle, türlü yanlış anlamalara neden olan ve halen kınamalar aldığım, kurmaca bir kitap yazmıştım: İçimde Oğuz Atay’la Orhan Gencebay İkizi Yaşıyor.

Elbette şiir yazan kişiyle, mektubu yazan kişi aynıdır ama bazen bambaşka kişiler gibi de gelir bana. Mektupta acemi, kendinden bahsetmekte tutuk ama öyküde, şiirde gayet rahat olabilir kişi. Ya da tam tersi, kendinden söz ederken kişiliğini gösterir, kendisi olur da şiirde başkası olur.

Diyeceğim, özellikle genç bir yazar başkasının şiirini, öyküsünü yazabilir ama kimse başkasının mektubunu yazamaz. Mektup bir bakıma yazarın edası, yürüyüşü, bakışıdır. Kişinin ta kendisidir.

Edebiyatçı mektupları genel olarak iki çeşittir. Ya genç bir yazarla usta bir yazar ya da aynı kuşaktan iki yazar yazışmaktadır. Usta bir yazarın başka ustalarla yazışmaları başka, okurlarıyla ya da genç yazarlarla yazışmaları bambaşkadır çoğu zaman. Çoğu zaman, diyorum istisnalara tanık oldum çünkü. Söz gelimi 21 yaşımdayken 61 yaşındaki Bilge Karasu ile yazışmalarımızda usta-çırak ilişkisinden çok aynı kuşaktan iki dostun eşit ilişkisi vardı.

Kuşkusuz, iyi yazarların mektuplarıyla yapıtları arasında yazınsal değer açısından bir fark yoktur derken, mektuplarını da okuduğum ya da yayıncı olarak yazıştığım yazarlara bakarak söylüyorum. Yazarın yayıncısıyla yaptığı iş yazışmaları bazen yazınsal bir değer taşımaz ama edebiyat tarihi açısından önemlidir. Söz gelimi Yusuf Atılgan’ın Anavatan Oteli romanının adını Bilgi Yayınevi sahibi Ahmet Küflü’nün hangi gerekçelerle Anayurt Oteli yaptığı eleştirmenler için önemli bir bilgidir. Bazen yayıncının yazara, yapıta bakışını gösteren bir mektup bir kitabın yayımlanma gerekçesini ya da bir yazarın ortaya çıkışını anlatır bize.

Mektubun gerçekliğinin ölçüsü nedir? Gerçek bir kişiye yazılmış olması mı? Gönderilmiş olması mı? Yani hayali bir kişiye yazılıp çekmecede biriktirilmiş mektuplara bakışımızla gerçek bir kişiye yazılmış ama gönderilmemiş mektuplara bakışımızdaki farklar nelerdir? Ya da bir kişinin kalkıp hayali bir kişiden “aldığı” mektupları yazması ya da düpedüz kendine mektup yazması ne demektir? İşte bunlara kafa yorduğum günlerde bir yazarın artık hayatta olmayan bir yazara yazacağı mektubu düşleyerek bir kitap tasarladım ve 2013 yılında Yeraltına Mektuplar adıyla yayımladım. Bu kitapta 59 yazar sevip saydığı, tanışıp dostluk kurduğu, hatta mektuplaştığı ya da başka çağlarda yaşamış, tanışmadığı ama hayranlık duyduğu yazarlara mektuplar yazdı. Tasarının ikinci kitabı da Yeraltından Mektuplar ya da Ölüler Evinden Mektuplar olacaktı. Olmadı. Ama bu tasarımdan habersiz bir biçimde, Ferit Edgü, 2009’da yitirdiğimiz “Orhan Duru’dan aldığı bir mektubu” yayımlamam için gönderince hiç şaşırmadım geçen yıl.

İşin içinde mektup varsa her zaman hem okur hem yayıncı olarak bir coşkuya kapılırım. Bilgisayarımda Vüs’at O. Bener’in eşine yazdığı mektuplar, Mehmet H. Doğan’a gelmiş yazar-şair mektupları, Bilge Karasu’nun onlarca kişiye yazdığı ve İsmail Pelit’in derleyip kucağıma bıraktığı bir tomar mektup var. Hepsi yayımlanmayı bekliyor. Çekmecemde Feyyaz Kayacan’ın Demir Özlü’ye müthiş argolu, alaylı mektupları durup duruyor. Kayacan mektupları da derlenip yayımlanmayı hak eder nitelikte.

Yayımlamak deyince, mektup yayıncılığı gerçekten de belalı, netameli bir iştir. Derlenmesinin güçlükleri bir yana, yayına hazırlama sürecinin kendine özgü incelikleri vardır. Başta belirttiğim gibi, telif hukuku açısından mektubu elinde tutanın yayımlama kararı vermesi, nasıl yayımlanacağına da karar vermesi demekse editörün çok işi var demektir. Ki zaten editör, hem yazanın hem yazılanın, hem de mektupta adı geçen üçüncü şahısların hukukunu gözetirken bir yandan hem genel hem de edebiyat kamusunun hukukunu gözetmekle yükümlüdür. Bütün bu hukuklar arasında okurun beğenisini, edebiyat ortamının ilgilerini, kitabın ticari değerini de göz önünde tutar. Öte yandan notlamalarda ukalalığa kaçmaması, şu ya da bu nedenle bazı ifadeleri sansürleme zorunluluğu da cabası.

Kuşkusuz mektup yayıncılığında bazı sözleri, sözcükleri örtme, kapatma işini bazen hiçbir yasal ve mantıki gereği/gerekçesi olmadan, son derece kişisel nedenlerle, mektubun sahibi yapar, yayıncıya da bunu şart koşar. Bazen de yasal zorunluluklarla yayıncı yapar. Her durumda da mektubun tadı kaçar. Mektup öyle sahici bir metindir ki kılına zarar verilmeden yayımlanması her zaman zordur. Nabokov’u salt bu merakı yüzünden sevmem ama benzetmek gerekirse kelebek koleksiyonculuğuna benzetilebilir.

Hadi diyelim bir sözcüğünü gizleyerek edepli bir yazarın kaleminden kaçmış bir küfrü örttünüz ve onu kurtardınız, ya argoyu diline yedirmiş bir yazarın mektubuna müdahale etmek ne demek? Yazarı temizlemektir bu. Öldürmektir. O yüzden ciddi bir karar vermek zorunda yayıncı: Ya her şeyi göze alarak olduğu gibi yayımlamalı ya da vazgeçmeli. Böyle düşünmeyenler var ama ben böyle düşünüyorum.

Mektup kişinin ta kendisidir, ya diridir ya ölü.