Plastik çöp ticareti: Değerin çöpe dönüşümü

Türkiye plastik çöp ithalatına hâlâ devam ediyor. Henüz kendi çöpünü bile toplayamayan bir ülke neden başkalarının çöpünü ithal eder?

Ticaret, eşyanın devletler, şirketler ya da bireyler arasındaki alış-verişini tanımlamada kullanılan terim. Terimsel anlamı her ne kadar iki taraf arasındaki bir eylemi ifade etse de etkisi ve sonuçları birçok başka tarafı da doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendirebilmektedir. Nitekim sağlık, beslenme ve benzeri nitelikteki eşyanın ticareti tam olarak bu bahsettiğimiz başka tarafları etkileme potansiyelinin en açık şekilde gözlemlenebildiği alanlardır. Ancak bu etkilenme, ticaretin yolunda yani iyi işlediği durumlarda genel olarak pozitifken, kötü işlediği durumlarda ancak negatiftir. Genel olarak politik problemler ve küresel paylaşımın konusu olan durumlar, ambargolar, savaşlar, beklenmedik doğal afetler, vb. dışında pek de negatif duruma evrildiği söylenemez. Bu sebeple, ticaret, konu olan eşyanın, -tüketim kültürünün çeşitliliği göz ardı edildiğinde- gerekli olana tekabül ettiği durumlarda, faydalıdır. Bahsettiğimiz bu faydalı ve iyi olanın ticaretine dair olan kavramsal çerçeve, sadece insan merkezli yani antroposentrik düşünceye aittir denilebilir. Böyle olması aslında oldukça doğal. Çünkü ticaretin kendisi, orijin itibariyle, doğanın insan ihtiyaçlarına göre sömürülmesi sonucu üretilen metanın, belli bir değer karşılığında yine insan ihtiyaçları için transferini konu edinmektedir. En azından çıkışı buna dayanmaktadır.

O zaman ortaya şöyle bir durum çıkıyor: Ticaret her ne kadar faydalı olanı konu edinse de, doğanın sömürülmesinden elde edilen eşyanın hem üretilmesinde hem de taşınımında bir çevresel etki yaratmaktadır. İşte bu durumda, ticaretin el değiştiren metadan bağımsız olsun ya da olmasın çevre açısından ne derece tehlikeli olabileceği meselesi ortaya çıkmaktadır. Yani eşyanın, üretiminde ve dünyanın herhangi bir A noktasından B noktasına taşınımı esnasında, sera gazı salınımı başta olmak üzere, operasyonel problemler sonucu meydana gelen kaza, kayıp vb. olaylar ile ciddi çevresel etkiye neden olduğunu söyleyebiliriz. Burada, ticaretin ekserisinin deniz yoluyla gerçekleştiği varsayımı altında konuştuğumuzu da belirtmekte fayda var. Sonuç olarak, ister tıbbî ister gıda isterse de başka anlamda “iyi” eşyanın ticareti, üretimi esnasındaki etkisi göz ardı edilse bile, çevre için sonuçlarının negatif bir anlama sahip olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse, ihtiyaca konu eşyanın ticaretinin çevre açısından bu denli negatif sonucu olduğu gerçeğinden hareket edersek, ticaret yapmanın doğasında bir çevre tahribatı yapma potansiyeli olduğunu da görmüş oluruz. Bu nedenle, çevre düzenlemelerinin sıkılaşmaya başladığı 1970’lerin sonları, bir nevi ticaret için de ciddi bir kırılma noktasına tekabül etmektedir.

Çöpün değere dönüşümü

Peki, ticarete konu olan eşyanın, bir atık statüsünde olması durumunda çerçeveyi nasıl çizmemiz gerekiyor? Mutfağınızda tükettiğiniz süt, peynir ya da sebze-meyve ambalajlarının çöp olma özelliğinin bir anda kâr edilebilen bir eşyaya dönüştüğünü düşünürsek, klasik ticaret anlayışının çok ötesinde olan bu “kirli ticareti” tartışırken nasıl bir bakış açısını benimsemeliyiz? Benzer şekilde, nükleer ya da termik santrallerin istenmeyen atıklarının el değiştirmesini hangi ticarî yaklaşımla okumamız gerekecek? Bunları cevaplayabilmek için çöpün neden değere dönüştürülme arzusuyla el değiştirdiğini bilmemiz gerekiyor. Doğrudan kamu sağlığını ilgilendiren ve konu edindiği metanın sadece taşınımı esnasında değil, tüm işlenme süreçlerinde, çevre ve insan için tehdit oluşturduğu bir ticaretin elbette ki tartışılması da muhteviyatına paralel olarak kirli olacaktır. Çöp ticaretinin her türlü kirli ticaret ile birlikte yürütülmesi, aslında çöpün, iyi eşyanın ticaretiyle birlikte değerlendirilemeyeceğinin ipuçlarını vermektedir. Örneğin IPS (Inter Press Service) tarafından 2001 yılında yayınlanan bir yazıda, özellikle radyoaktif ve toksik atıkların ticaretinin, silah kaçakçılığı ve kara para ticaretiyle birlikte yapıldığı ifade edilmektedir. Aynı yazıda, 20 Mart 1994’te Somali’de öldürülen Ilaria Alpi isimli gazetecinin bu kirli ilişkiler ağını ortaya koyan ciddi kanıtlara ulaştığı için öldürüldüğü de belirtmektedir. Yani, hem kirli hem de kanlı bir ticaret söz konusu.

Çöpün değere evrilmesinin neden ve niçin arzulandığını gösteren bir diğer emare ise 1992 yılında Jornal do Brasil isimli bir gazete tarafından yayımlanan bir yazıda mevcut. Summers Memo olarak isimlendirilen olay Dünya Bankası'nın bir iç yazışmasına ait. Yazışmada dönemin Dünya Bankası baş ekonomisti Lawrence Summers, gelişmiş ülkelerin çöplerini üçüncü dünya ülkelerine göndermesinin arzu ettikleri bir ticaret biçimi olduğunu alaycı bir dille anlatıyor. Gelişmiş ülkelerin sahip oldukları çevrenin temiz ve iyi olması gerektiğini sınıfsal bir yaklaşımla anlatan Summers, anlaşılan o ki az gelişmiş ülkelerin iyi bir çevrede yaşamalarının çok da gerekli olmadığını düşünüyor. Yani, çöp ticaretinin yönünün aslında sınıfsal bir karaktere sahip olduğunu söylüyor.

Khian Sea vakası

Çöp ticaretinin sınıfsal karakterin 1985’lerden sonra ortaya çıktığını belirtmekte fayda var. 1985 yılına ait OECD verilerine bakıldığında, bu durum daha iyi anlaşılıyor. Çünkü 1985 yılındaki veriler, çöp ticaretinin %80’inin gelişmiş ülkeler arasında gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Ancak bir kırılma yaşandığı kesin çünkü 80’lerin sonuna doğru çöp ticaretinin az gelişmişe doğru yön değiştirdiğini söylersek hata yapmış olmayız. 1980’lerde sessizce başlayan çöp ticaretinin gürültü koparması ise ancak 1980’lerin sonuna denk geliyor.

31 Ağustos 1986’da Khian Sea isimli bir kargo gemisi, ABD’nin Pensilvanya eyaletinden aldığı 14 bin tonluk toksik külleri boşaltacak bir liman bulmak üzere demir alıyor ve iki yıl boyunca 20’den fazla ülke dolaşıyor. Bu süre zarfında kargosundaki zehirli atığın 4000 tonunu gübre maskesi altında Haiti’ye boşaltan gemi, kalan atık için yeni limanlar aramaya devam ediyor. Bu olay sonunda, Haiti atık ticaretini yasaklıyor. Gemi atık boşaltacak ülke bulamayınca, çareyi eski bir doğu bloku ülkesi olan Yugoslavya’ya yanaşmakta buluyor. Burada taşıdığı atığın orijini anlaşılmasın diye ismini değiştirse de izini kaybettirmeyi başaramıyor. Nihayet, Kasım 1988’de yanaştığı ancak boşaltamadığı atığı, Singapur’dan Sri Lanka’ya taşırken Hint Okyanusu'na boşaltarak bu dertten kurtuluyor.

Bu olay ufak tefek cezalar ve yargılamalarla sonuçlansa da hafızalardaki yerini hâlâ korumaktadır. Gerçek mânâda atıktan ticarî değer yaratılma çabasının denizel ekosistemi nasıl da tehdit edebileceğinin bilinen ilk örneği Khian Sea vakasıdır. Öyle ki, bu olay, uluslararası camiada Basel Konvansiyonu adıyla, tehlikeli atıkların ticaretini düzenleyen anlaşmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak ne Khian Sea vakası son olmuş ne de Basel Konvansiyonu atık ticaretini düzenleyebilmiştir. Khian Sea vakasına benzer birçok vakanın bilinçli olarak yapıldığını IPS’nin yayınladığı yazıda görebiliyoruz. Hatta bunlardan birinin hemen yanı başımızda İskenderun Körfezi'nde, içerisindeki 5000 tona yakın zehirli kül ile batırılan MV Ulla olduğunu hatırlayalım.

İşte tüm bunlar, çöpün değere evirilmesinin, hem devletlerin hem kaçakçıların hem de baronların neden özellikle arzu ettikleri bir mesele olduğunu ve çöpten bahsederken özellikle tercih edilen “değerli atık” tanımlamasının da kimin için değer taşıdığını açıkça gösteriyor. Summers vakası ve Khian Sea vakası da bu kavramların arkasında yatan gerçeğin ne olduğunu anlatıyor.

Sürdürülebilirlikten döngüsel ekonomiye kavramsallaştırmanın çöküşü

Çöp ticaretine dair tüm kavramların, son zamanlarda “Döngüsel ekonomi” (Circular economy) isimli çatı kavramı altında toplandığını görebiliriz. Tam olarak ne anlama geldiği bile belli olmayan bu kavramın sunuluş tarzı ise kafa karışıklığı yaratacak bir çerçeveye sahip. Tüketim kültürüne çok az değinip üretim ve tüketim halkalarını birbirine bağlamayı ve bunun üzerinden yeni ekonomik değer yaratma alanları açmayı hedeflediğini kabaca söyleyebiliriz. Üretim hedefine konulan artışların hangi döngüye girdiğinden ise hiç bahsetmiyor. Hatırlayalım, 2000’lerin başının mucizevi fiyaskosu olan “sürdürülebilirlik” kavramının da sunuluş tarzı tam olarak böyleydi. Hem tüketip hem büyüyüp hem de sürdürülebilir olmak neredeyse her toplantı ve zirvenin en popüler konusuydu. Döngüsel ekonomi yaklaşımı da sürdürülebilirlik yaklaşımının yeni bir versiyonu olarak görülebilir. Döngünün hep Batı'dan ve gelişmiş olandan yana ağır basması ise tesadüf değil. Nitekim, çöp ticaretinin de yönünün batıdan doğuya doğru olması bu döngünün alametifarikası. Aynı şekilde, batıdan doğuya doğru gerçekleşen plastik atık ticareti de tam olarak bu yeni nesil kavramsallaştırmanın sürdürülebilirlikten devraldığı mirasın devamı niteliğinde. Hedefine koyduğu da başka bir yanılsama. Geri dönüşüm. Çöpü, geri dönüşüme uğrasın diye bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya yollayan gelişmiş ülkeler, bir yandan da istatistik tablolarının en geri dönüşümcüler kısmında yer almayı ihmal etmiyorlar. En kirliler ve en az geri dönüştürenler ise ne tesadüftür ki ticaretin varış noktasında olan ülkeler. 

Plastik çöp ticareti ve geri dönüşüm miti

Plastik kirliliğini konu edinen neredeyse tüm işlerin bir yerinde çözüm olarak sunulan geri dönüşümün, böylesine kirli bir ticaretin motivasyon noktası olmasına şaşırmamak gerekiyor. Çünkü bugüne kadar üretilen plastik çöpün neredeyse %90’ı hiç geri dönüştürülmemiş. Üstelik, bu süre zarfında plastik, geri dönüştürülebildiği iddiasıyla satılmış. Peki, böylesine büyük bir yanılsamayı yaratmanın altında yatan ne olabilir? Dahası, göz göre göre söylenen bu yalanın hâlen sürdürülüyor olması ve başka birtakım “çözüm” önerilerine dayanak olarak konulması nasıl okunmalı? Nasıl ki küresel iklim krizinin ana sorumlusu belliyken ve bunun sürmesine neden olan şey insanın bitmek tükenmek bilmez tüketim ve kazanma iştahıyken, hâlâ tüketim kültürü ve bunu besleyecek üretim hırsı pompalanabiliyorsa, geri dönüşüm için de benzer bir durum söz konusudur diyebiliriz. Çünkü ticarete konu edilecek bir eşyanın, nitelikli bir özelliği barındırması ve bu özelliğinin de en azından kolektif bilinçaltına yerleştirilmiş ve “iyi” olarak algılanan bir aksa tekabül etmesi gerekmektedir. Salt kâr etme amacıyla yapıldığında, vicdanlarda mahkûm edilmesi daha kolay olacakken, böyle olduğunda en azından meşruiyetini uzun süre koruyabilecektir. Bir nevi rızanın imalatı! İşin aslının anlaşılmasına kadar geçen süre zarfında gerekli kârlar edilmiş, toksik çöplerin taşınımı da büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Ayrıca bu ticaretin kâr dağıtımında kurulması gereken ilişkiler ağı ve dağıtılması gereken parsa da dağıtılmış olacak ve böylelikle rızanın daha fazla imal edilmesine de gerek kalmayacaktır. Bu şartlar altında gerçekleştirilecek plastik çöp ticaretinin makul ya da kabul edilebilir ya da çevre için tehlikeli olmama ihtimali söz konusu bile değildir.

Yeri gelmişken, plastik çöp ticaretinin seyrine ve Türkiye’nin bu ticaretteki serüvenine de değinmekte fayda var.

Temiz Batı, kirli Doğu

Plastik çöp ticareti, 2017 yılına kadar, ayrıştırma ve çöp toplama konusunda uzmanlaşmış ve sofistike sistemler geliştirmiş Batılı devletlerden Çin’e doğru gerçekleşmekteydi. Ana motivasyonu ise, tabii ki yine Batı tarafından bir mucize olarak gösterilen geri dönüşüm. ABD, İngiltere, Almanya, Kanada, Hollanda, Belçika vb. ülkeler, kendi vatandaşlarının ürettiği çöpü ayrıştırmakta kazandıkları uzmanlığı geri dönüştürmenin mucizeviliğiyle taçlandırmak yerine çevre yasalarının daha gevşek olduğu az gelişmiş ülkelere doğru göndermektedir. 1980’lere kadar, neredeyse tüm bu “gelişmiş” ülkelerde varolan çöp depolama alanları bu ticaret ile birlikte birer birer ortadan kalkmış ve bir nevi artık sınır ötesi çöp depolama kolonilerine taşınmıştır. Yani bir yanda, çöp depolama alanı sorunundan kurtulan ve temiz çevresi ve ayrıştırmada dünya şampiyonu olan Batılı devletler yani “temiz Batı” varken, diğer yanda da ucuz plastik eşya üretiminde patlama yapan kalitesiz ürün cenneti Çin var. Uzun süre boyunca, milyonlarca tonluk plastik atık, gemiler yoluyla, okyanus aşırı ticaretin konusu olarak Çin’e aktı. Aynı zamanda, aynı çöplerin bir kısmından üretilen ve üzerine yeni ham maddenin de eklenmesiyle şekillendirilen “yeni” plastik eşyalar da gerisin geriye dünyanın diğer ülkelerine doğru Çin’den yola çıkıyordu.

Bu süreç, 2013 yılına kadar ekseriyetle Çin ve birkaç büyük devlet (ABD, İngiltere, Almanya ve Kanada) tarafından domine ediliyordu. Daha sonra, birçok başka ülke de bu ticaretin öznesi olmaya başladı. Ortaya devasa bir ekonomik toplamın çıktığı bu milyar dolarlık ticaretin ana kırılma noktası ise 2013 yılında Çin tarafından gerçekleştirilen kısıtlama ile oldu. Çünkü 2013 yılında Çin, “Green Fence” olarak adlandırılan bir düzenleme ile artan ve yönetimi neredeyse imkânsız hâle gelen plastik atıkların kalitesini arttırmayı ve plastik atık miktarını da azaltmayı hedefledi. Ancak bu durum, çöp ticaretinin doğasındaki kirlilikten kaynaklı mıdır bilinmez, ama yasa dışı çöp ticareti olgusunun da ortaya çıkmasına neden oldu. Yani Çin aslında yasal düzenlemeyle, kontrol altında tuttuğu bir ticaretin önemli bir bölümünün yasa dışı hâle gelmesine de istemeden neden oldu. İşte bu hengameden tam dört yıl sonra 2017 yılında Çin endüstriyel olmayan tüm plastik çöp ithalatını yasaklama kararı aldı. Çin böylelikle yönetimi imkânsız olan bu kirli ticaretin ekseninin de kaymasına neden oldu (Ana rota yine çok gelişmişten az gelişmişe doğru). Tüm bu ticaretin olduğu süre zarfında, Çin ve Hong Kong, toplam plastik çöpün %72.4’ünü ithal etmişti. Bu durumun bir sonucu olarak 1.3 – 3.5 milyon ton plastik çöp yıllık olarak Çin kıyılarından okyanusa dökülmüştü.

Çin yasağının ardından plastik atık hareketliliğinin ana varış noktalarından biri de Türkiye oluverdi. 2013 yılından sonra yavaş yavaş plastik çöp almanın nimetlerinin farkına varan kimi firmalar, sessizce yeni bir ekonomi inşa ediyordu. 2017 yılındaki Çin yasağından önce (Aralık 2016), Greenpeace’in yayınladığı verilere göre, Türkiye ekserisi ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, Belçika ve Hollanda’dan gelen toplam 3.616 ton plastik çöp ithal etmişti. 2017 Aralık ayında bu miktar 19.322 tona yükselirken, Aralık 2018’de 24.831 tona yükselmişti. 2018 yılının sonuna gelindiğinde, toplam 418.000 ton plastik çöp Türkiye tarafından ithal edilmişti.

 

 (Türkiye’ye 2016-2018 yılları arasında çöp gönderen ülkeler ve miktarları. Kaynak: Greenpeace)

Çöp ithalatında durum bu. Peki, çöp ayrıştırmada durum nedir? Bu konuda TÜİK tarafından 2016 yılında yayınlanan resmî istatistikler dışında kayda değer herhangi bir sayı yok. Basın bültenleri ya da gazetelere verilen demeçlerdeki ne olduğu belli olmayan rakamlar ise ciddiye bile alınmayacak kadar manipülatif!

TÜİK'in yayınladığı veriye göre, 2016 yılında çöplerin %61’i düzenli depolama alanlarına gönderilmiş. %28’i de belediye çöplüğüne gönderilmiş. İkisinin toplamı %89. O da yaklaşık 28 milyon ton çöpe tekabül ediyor. Geri kazanım tesislerine gittiği belirtilen çöp miktarı ise %9.3. Kendi çöpünün henüz sadece %9,3’ünü geri dönüştüren bir ülke. Henüz kendi çöpünü bile toplayamayan bir ülke neden başkalarının çöpünü ithal eder? Sıfır atık gibi bir “strateji planı” oluşturan bir ülkenin başka ülkelerin çöplerini ithal etmesinin altında nasıl bir gerekçe yatabilir? Bu kadar çelişkili bir durum nasıl olur da yasa koyucu ve uygulayıcılar tarafından engellenmez?

Bu konuda SATDER (Sokak Atıkları Toplayıcıları Derneği) Başkanı Recep Karaman oldukça zihin açıcı bir cevap veriyor: “Firmalar yurt dışından ne kadar plastik çöp getirirlerse getirsinler, yani tonlarca da getirseler gümrükte sadece 1400 lira ödüyor. Yurt içindeki atık toplayıcılardan almak istediklerinde ise ton başına ortalama 1000 TL ödüyorlar”.

Hâl böyle olunca, atık ithal eden ve sayıları 12 olduğu söylenen şirketler başkasının çöpüyle daha fazla ilgileniyor. Adı üstünde şirket ve kâr etmekle ilgileniyor. Paranın söz sahibi olma özelliğinin bu konuda bakanlığın yaptığı girişimlerin engellenmesine bile neden olduğunu yine Recep Karaman’ın açıklamalarından anlıyoruz. Recep Karaman, uzun çabaları sonucunda çöp ithalatında ton başına 300 TL ithalat vergisi getirilmesini öngören bir düzenlemenin çıkmasını sağlıyor. Ancak bu sefer, çöp ithalatçıları bir anda sanayici olduklarını hatırlatıyor ve olaya müdahale ediyor. Recep Karaman bundan sonrasını: “Hükümet yurt dışından getirilen atıklar için ton başına 300 lira vergi getirdi. Ancak bir gün sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu kararı erteledi. Karar, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın itirazı üzerine geri çekildi” diyerek özetliyor. Karaman’a göre, olması gereken bir uygulama, bir anda çöp lobisinin baskıları sonucu geri çekilmiş. Yani sıfır atık üretme iddiasında olan bir bakanlık (Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı) yine sıfır atık üretme iddiasındaki başka bir bakanlığın (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı) konu ile ilgili bir yasal düzenleme yapmasının önüne geçti. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bu konuda yoğun toplantılar yaptığını biliyoruz. Recep Karaman’ın girişimlerinin ve kamuoyu baskısının bu çöp ticaretini engelleyip engellemeyeceğini zaman gösterecek. Bu esnada da toplanmayan çöpler de çevre kirliliği yaratmaya devam edecek.

Çin’in çöp ithalatına son vermesindeki ana motivasyonlarından biri olan plastik kirliliğinin ürkütücü boyutuna neredeyse bizim ülkemiz de yaklaşmış vaziyette. Yapılan birçok çalışma Türkiye’nin ciddi anlamda plastik kirliliğine sahip olduğunu ortaya koyuyor (www.mikroplastik.org). Karadeniz’de, Marmara’da, Ege ve Akdeniz’deki kıyılarımızda, diğer ülkelerin kıyılarına oranla, daha fazla plastik kirliliği söz konusu. İtalya’da gerçekleştirilen bir çalışmaya göre, Türkiye’nin Kilikya baseni (Antalya, Mersin ve İskenderun körfezlerini de içine alan bölge) kıyıları, Akdeniz’in en kirli bölgesi. Çalışmaya göre, yıllık 5.109 ton ile Ceyhan Nehri, 3.465 ton ile Seyhan Nehri, 2.406 ton ile Büyük Menderes Nehri Akdeniz’e en fazla plastik atık taşıyan nehirler! Yani Akdeniz’deki yıllık plastik girişinin 10.880 tonluk kısmını sadece bu üç büyük nehir ile Türkiye sağlıyor. Bu durum da Akdeniz’i plastiğe boğan en büyük ülkelerden biri olduğumuzun göstergesi. Bunun yanında, daha ne durumda olduğunu bilmediğimiz kara ve iç su bölgelerimiz var ki onların da durumu pek iç açıcı değil gibi. Tüm bu başkasının çöpüne değerli atık muamelesi yapılması meselesini bu kirlilikle birlikte düşünmemiz gerekiyor.

Sonuç olarak, Türkiye plastik çöp ithalatına hâlâ devam ediyor. Bu konuda herhangi bir sınırlama ya da kısıtlama henüz söz konusu değil. Gelen bu plastik atığın akıbeti konusunda bilgimiz olmadığı için bir şey söyleyemiyoruz. Kendi çöpünün çoğunluğunu çöp depolama alanlarına ayrıştırmadan depolayan ve atık ayrıştırma işinin ekserisinin çöp toplayıcılar tarafından gerçekleştirildiği bir ülkeyiz ve buna rağmen başkalarının çöpünü almak gibi bir de ticaret ağımız gelişiyor. Tüccarların başkasından çöp alma konusunda gösterdikleri ilgi ve alakayı elbette ki çevre konusunda göstermelerini beklemiyoruz. Çünkü devlet aygıtının tam da böyle durumları, şirketlerin ya da çıkar çevrelerinin insafına bırakmamak için varolduğunu savunuyoruz. Yapılması gereken, yeni çağın bu kirli ticaretinin, kendi ürettiği kavramları da tüketerek, Malezya’da, Endonezya’da vb. ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de çöp depolama alanlarında yükselerek büyümesine izin vermemektir. Bunun gerçekleşmemesi durumunda, çöp tenekesine ya da geri dönüşüm kutularına atılan plastik çöpler, balığa, kuşa, kaplumbağaya ve daha nice canlıya kalan son yaşam alanlarını da yok edecektir. İnsanın doğaya olan bağımlılığını düşündüğümüzde, topluma olan etkisini tahmin etmek zor olmayacaktır.

 

Sedat Gündoğdu, Doç. Dr. Deniz Biyoloğu. 1984 İstanbul doğumlu. 2006 Yılında Van YYÜ Biyoloji bölümü mezunu. Çoğunlukla plastik kirliliği ve özellikle de mikroplastiklerle ilgili çalışmaları mevcut.