Pınar Kür’ün öyküleri

"Pınar Kür’ün öykülerinin dikkat çekici bir başka özelliğini de olayların kurgulanışında görürüz. Hikâyesi anlatılan, hayli sönük, solgun bir 'yaşamama' hali de olsa, öykü ilerledikçe çözüleceğini umduğumuz, kapalı, merak uyandıran bir şeyler vardır ortada."

21 Ekim 2021 19:00

Pınar Kür’ün Akışı Olmayan Sular’dan[1] yirmi yıl sonra yayımladığı öykü kitabı Hayalet Hikâyeleri,[2]ismiyle şaşkınlık yaratmıştı. Tarz ya da tür (alt-tür) değişikliğini işaret eden bir isim gibi görülmüştü. Oysa ilk öykü kitabı Bir Deli Ağaç’ın[3] ilk öyküsü “Yaz Gecelerinde Keman” da pekâlâ bir “hayalet” öyküsü sayılabilir. Öykünün anlatıcısı bir gece balkona çıktığında duyduğu Brahms’ın keman konçertosunu yıllar önce ölen keman virtüözü sevgilisi İlhan’ın çaldığını zanneder ilk başlarda. Kimselerin klasik müzik dinlemediği bir yer ve zamanda karşısına bir “Brahms bilmecesi” çıkmıştır, yanı sıra bir de kuşku: “Dördüncü kata taşınan kişinin İlhan olduğundan daha o zaman kuşkulanmış mıydım?” Öyküyü özetleyecek değilim, bu öyküden başta böyle biraz ayrıntıyla söz etmemin başka bir nedeni var. Pınar Kür’ün öykülerinin genel çerçevesini oluşturduğunu düşündüğüm kimi noktaları görmek mümkün burada: Başta “hayalet” meselesi; peşinden “dördüncü kat” ibaresiyle gözümüzün önüne gelen apartman ve gizem-merak.

“Hayalet Hikâyeleri” başlığı tabii ki korku edebiyatı ya da gotik edebiyat anlamına gelmiyor – Casper yahut benzerleri çıkmaz karşımıza. Pınar Kür’ün öykülerinde hikâyesini anlattığı kişilerinin büyük bölümü bir tür “yaşamasızlıktan” mustariptirler – nefes alıp verseler, yaşamsal fonksiyonlarını sürdürseler de onların yaşadıklarından söz etmek kolay değildir. Hayaletleri andırırlar. Akışı Olmayan Sular’da yer alan “Bitmiş Zamana Dair” öyküsünün girişinde anlatıcı, hikâyelerini aktaracağı insanları hatırladığında içinin sızlaması üzerine, “içimde canlanan bütün bir yaşamaydı o sızıyı salan” der. İtalik vurgulu “yaşama”, bir yanıyla hiç kuşkusuz bir hayat tarzını, bir yaşama biçimini imliyor, ama bunu “yaşamama” (ya da “yaşayamama”) olarak da okumak mümkün bence.

Hayaletler ölü müdürler? Hem evet hem hayır. Ölmüşlerse bile ayaktadırlar, aramızda dolaşıyor, birilerine musallat oluyorlardır. İşte, Pınar Kür’ün öykü kişilerinin hali onlara çok yakın, belki de hayaletin bir farklı versiyonu, bir anlamda transpozesi: Hayaletler yaşamadıkları halde yakınımızdayken, onlar yaşıyorlar, ama aramızda oldukları söylenemez! Hayaletler iki dünya arasında sıkışıp kalmış gibidir; Kür’ün bu öykü kişileri de iki zamanın ya da iki yaşamanın (italik değil) arasında sıkışıp kalmışlardır. Onların da kendilerine musallat oldukları söylenebilir, yahut şimdi’lerine musallat olan gençlikleri ya da gerçekleşmemiş arzularıdır, bunun sonucunda şimdiki zamanları iptal olmuştur. Özetle, yaşamadıkları, hayalet bir varoluştur sürdürdükleri, süründürdükleri. “Bitmiş zaman”la sahneden büsbütün çekilmemiş ama sürmekte olan zamana da dahil olmamışlardır.

Onları hayalete dönüştüren farklı nedenler var; kimi için yaşanan toplumsal değişim başat nedendir; yeni düzene, yeni değerlere uyum sağlayamayınca “yaşama”dan düşmüşlerdir; kimisi içinse kayıplardır neden; ölen bir sevgilinin ardından eski diri hayatlarından dönmemecesine ayrılmış, ama bir başka “yaşama”ya varmamışlardır. “Yaşama”yı böyle bir şey zannetmiş, böyle öğrenmiş olmaktan ya da böyle bir hayatı yaşamak zorunda kalmaktan da söz edilebilir. “Gibi yapmak”larla dolu bir hayatın insanı hayalete çevirdiğinden de…

“Yaz Gecelerinde Keman”ın anlatıcısı sevgilisinin ölümünün ardından yaşamamayı seçmiştir. “Bir aşk sahnesi… Ya da aşkın kendisi… Yaşamımda yer vermediğim – bile bile yer vermediğim, bilinçli olarak yadsıdığım şeylerdi bunlar.” Ne ki, bir yaz gecesi kulağına çalınan keman sesiyle birlikte ölen sevgilinin “anısı eti kemikten sıyıran bir gerçeklikle geri gel[ir]”. Çıkıp gelen “hayalet” ve bu vesileyle vâkıf olacağı bir başka aşk hikâyesi onu hayaletimsi varoluşundan da sıyıracaktır. Gelgelelim öykünün sonunda uzaktan takip ettiği öbür aşk hikâyesinin kahramanları için de “sonsuza kadar mutlu yaşadılar” demek mümkün olmaz. O hikâyenin kadın kahramanının gözlerini bize şöyle aktarır anlatıcı: “Ölümden söz etmeyen, ama insanın içine ölüm acısı gibi çöken bir öyküyü anlatıyordu bakışı.” Anlarız ki, bu kadın için de hayaletimsi bir yaşama söz konusudur artık. Beri yandan öykünün anlatıcısı bir kez hayalet olup o araftan dönmüş, yaşamamayı (hayalet olmayı) seçmekle umutsuz da olsa yaşamayı sürdürmek arasındaki ince nüansı ayırt etmiştir.

“Bir Deli Ağaç” öyküsünde hayaletimsi varoluş açık biçimde ifadesini bulur. “Oysa o kız yıllarca önce yaşadı – ya da yaşar gibi yaptı.” Pınar Kür’ün öyküleri salt kişilerin “yaşama”larının sekteye uğradığı, kırıldığı, eksik kaldığı anlardan ve bu anların öncesi ve sonrasının hikâyelerinden ibaret değil; uzunca sayılabilecek öykülerinde anlatıcıların değindiği, aktardığı başka anlar, diyaloglar öykünün odağındaki meseleyi saçaklandırıp derinleştirir, farklı boyutlarını sezdirir. “Bir Deli Ağaç”taki kızın yaşlı ressamla diyaloglarından bir kesit: Kızın, “Ben siz olmak istiyorum” demesi üzerine “adamın yüzüne çok derin, çok ulaşılmaz bir acı yayıl[ır]”. “‘O resimleri yaptıran… içimdeki cehennem. Sen hiç tanıma onu’” diyerek yanıtlar kızı. Adamın içine cehennem ne zaman, nasıl düşmüştür; kızı adama çeken bunu sezmiş olması mıdır temelde? Bunların yanıtını bilmeyiz, ama öykünün bütünü içerisinde gerek bir başkası olmak istemenin gerekse insanın içine cehennem düşmesinin insanı hayalet yaşamalara çekebilecek kırılmalar olduğunu ileri sürebiliriz sanırım. Adamı ilk tanıdığımız sahnede onunla ilgili sadece resim yapmak istediği söylenir; belli ki bilmediğimiz, bize anlatılmayan, öykünün dışında bırakılıp bizim sezgimize bırakılan hikâyesinde o da bir zamanlar bir nevi hayalet varoluşa çekilmiştir ve buna karşı tutunacak dalı resim olmuştur. Kızın hikâyesini daha yakından, içeriden tanırız; onun bir dalı olmamıştır, olmasını istememiştir, artık hayalet gibi yaşayacağını sezdiğinde “bir başka gerçek” dışında seçenek kalmadığını düşünmüştür, ne ki o seçenek de elinden alınmıştır!

“Bir Deli Ağaç”taki ressamın kıza “Sen hiç tanıma onu” demesi de boşuna değildir. Mutluluğun, mutsuzluğun, hayalet varoluşların bulaşıcılığının da farkındadır adam – Peki, kaçınılmazlığının? Bundan emin olamayız! “Yaz Gecelerinde Keman”ın anlatıcısını hatırlayalım; uzaktan takip ettiği hikâyeyle bile sıyrılmıştı yıllar süren hayalet “yaşama”dan. Bu olumlu bir örnek, ama karşıtı da var: “Taksim-Maçka” öyküsünde genç bir çiftin her sabah karşılaştıkları ve Vildan adını yakıştırdıkları genç kadının hal tavır, giyim kuşamıyla onlara anlattığı hikâye zaman içinde tatsızlaştığında öykünün anlatıcısı şöyle diyecektir: “Vildan’dan korktuğunu biliyordum. Onun mutsuzluğunun bizim mutluluğumuza süreceği lekeden ya da bizim mutluluğumuzun onun mutsuzluğuna yükleyeceği ağırlıktan…”

Hayalet varoluşun bulaşıcılığının bir örneği de “Bir Ayrılık Şarkısı” öyküsünde çıkar karşımıza. Bu öykünün anlatıcısı anne babasının hayatlarıyla ilgili kendisinden saklanan bir gerçeği öğrenir. Hikâyenin bütününü ona annesinin şu cümlesi izah eder: “‘Baban daha on dört yıl yaşadı sanıyorsun sen, değil mi? Yanlış! Ben biliyorum, hep biliyordum, onunla birlikte öldüğünü.’” Vurgulamak istediğim bulaşıcılık, babasının bir başkasının ölümüyle birlikte ölmesi, hayalet bir varoluşu yeğlemesi (ya da buna mecbur kalması) değil. On dört yıl boyunca o hayaletle birlikte yaşayan karısının da hayaletleşmiş olması.

“Babamın gerçek ölümünden çok önce öldüğünü ayrımsamadığım gibi, annemin onca yıl bir ölüye eşlik ettiğini de bilememişim. Kimse bilemedi. O hemen herkesin gözünde hep duygusuz, anlayışsız, gereksiz gevezeliklerle iç sıkan, zor çekilen bir kadın olarak kaldı.” (s. 198)

Anlatıcının annesi de, evet, hayaletin yanında ona benzemiştir, ama onun hikâyesi sadece bundan ibaret değildir. Çok önce başlayan bir hayaletleşmeden söz etmek mümkündür belki de. İyi kötü mutlu bir hayat sürdüğü taşra şehirlerinden kocasının İstanbul’a tayiniyle başlayan bir hikâyedir bu. Alışageldiği “yaşama”nın dışında kalmıştır, belki yeni bir “yaşama”ya zamanla az çok girebilecektir, kocası yaşayan bir ölüye, hayalete dönüşmese. Anlatıcının, babasının son on dört yılına ilişkin sözü de yazının başından beri vurguladığım hayalet varoluşun bir başka ifadesi. “Bitmek bilmeyen bir ölüm.” Ne yaşamak ne ölmek, Araf’ta kalmak. Öbür taraftaki de “bu ölümü her an [yaşayan ama] yaşadığını belli etmeyen” annenin sıkışıp kaldığı bir başka Araf.

Akışı Olmayan Sular’daki “Biraz Daha Ölmek” öyküsü ise daha başlığıyla böyle bir hayalet varoluşu işaret eder. Bu öykünün anlatıcısının kimi cümlelerine dikkat çekmek isterim.

“Gerçekler üstünde fazla düşünmemeyi de çocukluğum babamın ölümüyle sona erdiğinde öğrenmiştim herhalde. O gün bugündür, gerçek olanı didiklemeyi gereksiz bularak gerçekleşmeyeceğini bildiğim düşler kurmayı yeğledim. Korkusuz, tehlikesiz, rahat bir yaşam.” (s. 37)

“Ancak başkalarıyla yakın ilişkiye girişmemekle koruyabiliyor insan kişiliğini, kötü durumlara düşmekten kurtulabiliyor. Sevip sayılıyor çevresinde – benim gibi.” (s. 38)

“İyi niyetli ve içten davranmak, ama mesafeyi korumak. Hayatta başarının sırrı işte bu!” (s. 39)

Böyle yaşamak nasıl bir “yaşama”dır? Diriliğinden söz edilebilir mi, her zaman ve her yerde bu denli korunaklı hayat süren birinin? (Bir yerde de, “Herkesle iyi geçinirim ben” der!) Bu sorunun yanıtı ona malum olacaktır; önemli bir sağlık sorununun ardından bütün bir hayatını ölçüp tartacak, vardığı sonuçsa, “Daha önce yaşıyor muydum?” olacaktır. Bir hayalet varoluş daha!

“Hiçbir gerçeği sorguya çekmeden, gerçek olamayacaklarla oyalanarak geçirdiğim bunca yılın yaşamak olup olmadığını sormak ilk kez aklıma geliyor. (s. 53)

En çarpıcı tespitiyse şudur: “Yaşamadım çünkü. Yalnızca eskidim.” Şu iç içe geçmiş iki soruyu da anmak lazım. “Yapmak istediğim –yapmak istemeyi göze aldığım– herhangi bir şey var mıydı? Neden yoktu?” İkiz sorulardır bunlar, siyam ikizi, ayrılmaz.

Benzer bir öykü kişisi de “Kısa Yol Yolcusu”nun anlatıcısıdır. İstanbul’u bir uçtan öbürüne katettiği belediye otobüsünde tanırız onu. Her sabah ve akşam otobüsün penceresinden dışarıdaki hayatı seyretmektedir.

“Hepsini, hepsini görüyorum her gün. Hepsi geçip gidiyor yanı başımdan. Bütün bir yaşam o dışarıdaki. Geçip gidiyor. Ya da ben geçip gidiyorum. Birbirimize değmiyoruz.” (s. 65)

Dışarıda yaşama değmemek. Demek dışarıdaki hayatın dışında. Bir başka Araf değil mi onun durduğu yer de, bu adam da bir hayalet sayılmaz mı? Beri yandan, dışarıdaki hayata değmiyor da, içeride bir hayatı var mıdır, diye sorulabilir. (“Neden yok?” sorusu burada da gizli soru!)

“Oyalanmak benimkisi. Bir sürü şeyle oyalanırım. Ama hep dışarıdakilerle… Otobüsün içinde insanlara hemen hemen hiç bakmam da, meraklı günlerimde dışarıdakileri incelerim. İçeridekiler benim gibi zaten, ilginç bir yanları yok.” (s. 71)

Bu cümlelerden anlarız ki, kendi içi, içerideki hayatı da (varsa eğer, var sayılırsa) üzerinde durmaya değecek kadar ilginç değildir, demek ki yoktur, yok gibidir, bir hayalet varoluştur olsa olsa.

“Leylâ İçin Şiir”in anlatıcısı da farklı değildir. Bu öykü, bir yandan hayat dolu bir genç kadının, Leylâ’nın hayalete dönüşmesinin hikâyesidir, ama öbür yandan da mahallenin bu güzel, farklı, sıra dışı ablasına uzaktan âşık olan anlatıcının kaderinin Leylâ’nınkine benzemesinin. Kuşkusuz, genç kadının hikâyesi gibi keskin değildir onunki; uzatılmış, yayılmış, pörsümüş, belki de –bir başka öyküyü hatırlayarak– ölmeyip eskimiş denebilecek bir hikâyedir. Öykü iki ayrı zamanda paralel ilerler; anlatıcının şimdiki zamanı ve Leylâ’ya dair hatırladıkları. Şu satırlar şimdiki zamandan – daha doğru bir deyişle, başka pek çok şey gibi şimdiki zamanın dışına düşmüşlükten:

“Her şeyin dışında kaldım. Her şeyin içinde olmaktan iyi belki ama, neye yarar? Küçük küçük, kötü kötü şiirler yazmakla bile avunamıyorum. Neden dergilerde çıkanlardan kötü benim yazdıklarım bilmiyorum ama, öyle işte, onlardan da kötü. Neden? Şiirlerim hep bir yakalanma korkusu yarattı içimde. Neden? Kime yakalanacağım? Kimilerinin tutulduğu hastalık kuruntusu gibi bir şiir kuruntusuyla yaşadım hep. Hiçbir ölümcül şiire rastlamadım oysa.” (s. 125-126)

Birdenbire olmuyordur, olmamıştır, ansızın gelmemiştir bulunduğu noktaya. Bir anda hayalet olunmuyordur! Onların da geçmişlerinde çok zaman daha yaşamaklı zamanları olmuştur.

“Bir başkasının yaşamını sürdürüyormuşum duygusu sık sık uyanmazdı içimde. Belki arada bir… şimdiki gibi her ânına egemen değildi. İçimde arada bir uyansa bile, bugünküne benzeyen ama değişik bir duyguydu. Asıl yaşamımı yaşamadığımı ama aradığımı duyardım; hiç bulamayacağımı aklıma getirmeyip, hemen o sırada bulamadığım, yakalayamadığım için sabırsızlanır, kimi kez hırçınlaşırdım. Şimdiki gibi, asıl yaşamımı yitirdiğimin, hiç yakalayamadan yitirdiğimin, bir başkasının hayatını sürdürmenin bilinciyle bunalmazdım.” (s. 128)

Yazının başında kısacık değindiğim “Bitmiş Zamana Dair”de birden çok hayalet bulunuyor, dense yeridir – hayaletler ailesi. Öykünün anlatıcısı, bu aileyle aynı apartmanda, çok daha küçük bir dairede oturan komşu kızlarıdır. Öbürlerinin evine –köşk hayatından apartmanın koskocaman dairesine taşınmış, sıkışmıştır bu aile– gire çıka onlarla yakınlaşmış, adeta o evin kızı olmuştur. Öyküyü bunların yaşanmasının çok sonrasında, o aileye ait eşyanın haraç mezat satılacağını öğrendikten sonra anlatır – hatırlar. Bu ailenin fertleri için şu tespiti yapar:

“Zamanla daha iyi anladım: Çevremdeki çoğu kişinin bilmediği ya da unuttuğu değerler dizisi içinde yetişmişler, başka türlüsünü anlayamadıkları için yerine yenilerini koymayı düşünmeyerek, sanki hep aynı değerler geçerliymiş gibi sürdürüyorlardı yaşamlarını.” (s. 173)

Öbür hayalet öykü kişileri gibi sevdiklerini kaybetmemiş ya da baştan kendilerine hayalet bir varoluş örmemişlerdir. Onlar değerlerin değişmesine uyum gösteremedikleri için iki farklı zamanın arafında kalmışlardır. Kuşkusuz bu ailenin fertleri topyekûn birebir aynı hayatı sürmemişlerdir, her birinin kendi “yaşama”larında farklı kırılmalar, incinmeler olmuştur, ama anlatıcının tespit ettiği gibi dış dünyayla ilişkilerinde (ilişkisizliklerinde) benzeşiyorlardır. Beri yandan, bu öyküde arafta olmanın, ne o ne bu dünyada (zamanda) bulunmanın farklı bir görünümü daha çıkar karşımıza. Araf’taki hayaletimsi hayatlarının, birçok eksikliğin, yaşamasızlığın yanında, onlara sağladığı bir şey de vardır: “Herhangi bir koruma önlemi almaya gerek görmeyecek kadar korunakta[dırlar.]” Anlatıcı, onların “dış dünyadan kopuklukların[ın]” “bir tür savunma yöntemi olduğuna” tanık olmuştur beraber geçirdikleri yıllar içinde.

Hayalet Hikâyeleri’ne gelirsek… Bu kitaptaki öykülerde hayalet olgusu daha az metaforiktir – ama “metaforik değildir” diyemeyiz kesinlikle. Kesin bir şeyler söylemeye izin vermeyen bir belirsizlik alanı içinde öykülerini kurgulamıştır Pınar Kür. Net biçimde öykü kişilerinden biri de bunu işaret eder zaten: “Hayalet mi? Benim hayalim mi?”

“Lanetli Ev”deki aile bir yanıyla “Bitmiş Zamana Dair”deki aileyi andırır. Öykü kişilerinden biri, o da ailenin fertlerindendir, öyle sayılır, ama kendisini azıcık dışarıda tutarak, öbürleri için, “Onlar bu evin dışında yaşamayı beceremezler ki…” der. Bu da öykü kişilerinin “yaşama” yoksunluklarına işaret eden bir ifade, beri yandan bu öykünün olay örgüsü, barındırdığı gizem ve merak öğesinin adım adım kışkırtılıp sona doğru gizemin gene adım adım çözülüşü tipik hayalet öykülerinin yapısını oldukça andırır.

Gerçekle hayalin iç içe geçtiği belirsizlik alanı “Düşman” ve “Gece Görüşmesi” öykülerinde de mevcuttur. Özellikle “Düşman”ın kurgusu hiç öyle değilmiş gibi ilerlerken bir anda bir belirsizlik kancası atar okuyana. “Düşman”daki belirsizlik kancası Pınar Kür’ün başka öykülerinde de karşılaştığımız şu sorunsalı da derinleştirir:

“O benim korunaklı yaşamımı, her şeye rağmen korumakta direndiğim, anlamsız değilse bile ne anlama geldiğini pek kestiremediğim bu yaşamı her an elimden alacak cesarete sahip.” (s. 71)

“Korunaklı yaşamı” korumaya çalışırken insan “yaşama”nın dışına mı düşer? Hiç değilse, böyle bir risk yok mudur?

“Edebiyat Neye Yarar”ın anlatıcısındaysa hayalet oluşun farklı bir görünüşü belirir. Bu öykünün anlatıcısı da, benzerleri gibi, kendisini “yaşama”nın dışına çekmiş bir kadındır; koşullar, başına gelenler tamam ama onun mağduriyetine sımsıkı sarılmış olması da çok etkindir bunda. Mağduriyet, öfke alaşımı bir yapısı vardır onun hayaletliğinin ve ona bu hayalet oluş halinden sıyrılabileceğinin işaretini kelimenin sözlük anlamıyla “hayalet” diyebileceğimiz bir şey gösterecektir – gösterme ihtimali belirir demek daha doğru. Öyküde sonrası anlatılmaz, kadının öykünün zamanının ertesinde ne yapacağını, aynı alaşımın içinde kalıp kalmayacağını bilemeyiz, ama bir aydınlanma ânını andırırcasına bir “hayalet” belirip yok olur. Anlatıcı öyküde bu belirip yok olmanın farkına varmaz, ama bir değişimin ilk adımları hayli belirgindir onun için.

“Ses” öyküsündeyse, anlatıcıyla beraber gaipten gelen bir sesi işitiriz. Bu sesle birlikte anlatıcı “yıllar önce bile bile kapattığı kapı[nın] yeniden açılaca[ğını]” umar, “belki” diyerek düşer yola. (Düşer mi? Uçar mı? İkisi de değil mi yoksa? Belirsizlik!)

“O kapı durduğu yerde duruyor mudur? Hayır, hayır, ne geçmiş ne gelecek var. Başka bir zamana doğru uçuyorum ben. […] Yolun yarısında geri dönmenin imkânsızlığı ile hiçbir yere varamayabileceğin korkusunu aynı anda yaşıyorsun.” (s. 123-124)

Beri yandan, anlatıcının bu “yolculuğu” “yaşamın dışına kayış” olarak adlandırdığı da eklenmeli. Kim bilir, belki de belleğin, hatırlamanın da hayaletleri var kılabileceğinden söz etmek gerekir. Öykü anlatıcının hatırladıkları ve kurduklarıyla sürer. İki ayrı zaman, iki ayrı yolculuk: Hatırlanan ve kurulan. Her durumda şimdiki zamanda değildir kadın. Yakın, çakışan ve çelişen zihin halleri. Her durumda yaşamın (şimdiki zamanın) dışında, bir tür hayalet oluştan bir kez daha söz edemez miyiz, gaipten (hayalden) gelen bir sesle başlayan yahut içine düşülen?

Yazının başında Pınar Kür’ün öykülerinin genel çerçevesini kurma çabasında değinilmesi gerekenlerden birinin “apartman” olduğunu belirtmiştim. Özellikle Bir Deli Ağaç’ta, ama Akışı Olmayan Sular’da daki bazı öykülerde de, apartman öyküleri birbirine bağlar. Birçok öykünün aynı eski apartmanın farklı dairelerinde geçtiğini düşünmek pekâlâ mümkündür. Bir öyküdeki komşu kadının hikâyesi bir başka öyküde çıkar karşımıza, ya da binadaki dairelerin kiralanma işlerini takip eden aynı adamdır. Taksim civarında, “İstanbul’da ilk yapılan ‘apartman’lardan biri[dir]” bu.

“Çok ışıklı, çok parıltılı, bolluk simgesi bir ana caddeye yüz metre uzaklıkta olmasına karşın, artık ‘kenar mahalle’liği benimsemiş bir İstanbul parçasının hemen hemen sekiz yüz metrekarelik bir alanına, çevredeki bozulmanın ayırtına varmayan bir kendini beğenmişlikle yayılmıştı.” (“Yaz Geceleri Keman”, BDA, s. 21, 22)

“Kara yüzlü bir ‘heyulâ’ydı ama hiçbir çağdaş binanın erişemeyeceği bir heybeti vardı dar sokağın bir ucundan öte ucuna uzanan bağdaş kurmuş oturuşunda. […] Demir ana kapıdan girildiğinde bir saraya –eskimiş, bakımsızca, ama parlaklığını hâlâ yitirmemiş bir saray– adım attığını sanabilirdi kişi. Geniş, mermer merdivenler, çinili duvarlar, nakışlı tavanlar, kafesli asansör… Evet, artık var olmayan bir İstanbul’a dikilmiş bir anıttı bu yapı.” (“Taksim-Maçka”, BDA, s. 140-141)

“[Apartmanın] yüzü iyice kararmış. Koyulaşmış daha doğrusu. Beyazdan siyaha giden yolun son aşamalarından birinde, cansız, adı konulmamış bir renk. Benim burada büyüdüğüm yıllarda belirli bir rengi var mıydı? Aklığını daha o zamandan yitirmişti kuşkusuz, ama tanımlamak isteyen biri sözcük aramaya zorlanmazdı. […] Pencerelerse korkutmazdı dışarıdan bakanı. […] Hiç de güzel bir görünüm değil. İncileri dökülmüş bir yapı bu. İncileri dökülmüş – tıpkı benim gibi.” (“Bir Ayrılık Şarkısı”, BDA, s. 204)

“Taksim yakınlarında, ağaçlıklı sessiz bir sokağın en büyük yapısı bizimki. Hattâ İstanbul’un –gerçek saraylarını saymazsak– en büyük yapılarından biri.” (“Biraz Daha Ölmek”, AOS, s. 7)

“İçinde oturduğum yüz yıllık yapının eskidiğini; yapının bulunduğu, çocukluğumdaki ağaçlı güzelliğini, sessizliğini çoktan yitirmiş, kamyonlarla tamirhanelerle dolmuş sokağın, hattâ kaldırım taşlarının eskidiğini görüyordum.” (“Biraz Daha Ölmek”, AOS, s. 55)

“Bir bahçeyi üç yanından çevreleyen, yüzyılın başından kalma koca binada büyük daireler vardı, çok büyük daireler vardı, küçük daireler vardı.” (“Leylâ İçin Şiir”, AOS, s. 95)

Akışı Olmayan Sular’ın son öyküsü “Bitmiş Zamana Dair”deki apartman da aynısıdır. “Kara suratlı yapı” diye anılır, “mimari güzelliği”nden dem vurulur. Yüksek tavanlardan, bazı dairelerin devasa boyutlarından söz edilir. Bu apartman da bir hayalet gibi görülmüyor mu? Öykülerin şimdiki zamanında. “Biraz Daha Ölmek”in anlatıcısı binanın İkinci Dünya Savaşı öncesindeki halini hatırlayarak binanın o zamandaki ihtişamından söz eder, ama hatırlanan bu bölüm dışında, bu öykülerin şimdiki zamanını yetmişlerin sonu seksenlerin başı olarak belirlemek mümkündür. Şehirdeki, muhitteki değişiminden yola çıkarak, binanın alt katına tamirhaneler açılması gibi izleri sürerek…

Yapıldığı yıllar da, ihtişamının, albenisinin sürdüğü yıllar da geçip gitmiş, bütün bu zamanların İstanbul’u yerini başka yaşamalardan oluşan, adeta bir başka şehre bırakmıştır. Değerler de değişmiştir hiç kuşkusuz, bunca değişirken her şey. Öykü kişilerinden söz ederken değindiğim üzere, yaşamalar boşlukta, askıda, arafta kalmış, kimininki yaşamamaya dönüşmüş, hayaletleşmiştir. Bu “saray”, bu “anıt” hepsinin hikâyesinin tanığı olmuştur, “yaşama”nın dışına düşene, eskiyene. Kararması belki de bundandır, rengini ifade edecek sözcük kalmaması.

Pınar Kür’ün bu öykülerinde apartman sadece bir dekor değildir, öyküyü tamamlayan bir figürdür, yahut öykünün atmosferini kuran en önce odur. Öykülerde anlatılan birbirinden farklı “yaşamama”ları birbirine bağlayan, görünmeyen bir iptir. Bu apartmanın, bütün eskimişliğine rağmen görkemini sürdürmesiyle bir aydınlanma ânına vesile olduğunu da görürüz. Binanın karanlığı, daha doğrusu karanlığına rağmen (incilerinin dökülmesine rağmen) baki kalan görkemi öykü kişisini ezer – dünyasında görkemli hiçbir şey olmadığını fark etmesini sağlar. Bazen de bir işaret taşı işi görür apartman, kapladığından çok daha geniş bir alanı işaret ettiği olur. “Biraz Daha Ölmek”te anlatıcının annesine gıyabında veryansın ettiği sırada söylediği, “Bu bizim kişisel suçumuz değil anne, Türkiye’nin öyküsü!” cümlesindeki gibi, apartman üzerinden anlatılan da Türkiye’nin öyküsüdür. Bir değişim dönüşüm kavşağının öykü gibi bir edebi türün imkân ve sınırları dahilinde dile getirilişidir.

Pınar Kür’ün öykülerinin dikkat çekici bir başka özelliğini de olayların kurgulanışında görürüz. Hikâyesi anlatılan, hayli sönük, solgun bir “yaşamama” hali de olsa, öykü ilerledikçe çözüleceğini umduğumuz, kapalı, merak uyandıran bir şeyler vardır ortada. Hiç değilse neden ve nasıl solgun hale gelindiği merak uyandırır, ama salt bundan ibaret değildir. Metin ilerlerken ne olduğunu tam olarak daha sonra anlayacağımız bir şeylerden söz edilir satır aralarında. Bir ipucudur bunlar bir yanıyla, ama nereye bağlı olduğunu ya da bağlanacağını kestiremeyiz; anlatıcı iyi kötü kronolojik olarak bir şeyleri anlatırken (ya da hatırlarken) bir anlığına ileri sarar sanki, sonrasına dair bir şeyi geçiriverir, peşinden kaldığı önceki zamandan sürdürür anlatmayı. Okuyucunun dikkatini çeker, tam olarak anlamını çözemediği için merakını kışkırtır bu sıçrama; gerçek anlamıysa, dediğim gibi, sayfalar sonra anlaşılacaktır.

Bir örnek, “Yaz Gecelerinde Keman”dan. “Bilmediğim başka beklentilere de hazırlanıyormuşum meğer.” Araya girivermiş bir cümledir bu. Bir başka örnek “Taksim-Maçka”dan. “Vildan’ın mutluluğunun yalnızca sevmekte kalıp geleneksel, toplumsal uzantılara varamayacağını duyumsamış mıydım?” Yahut küçücük bir ayrıntı “Bitmiş Zamana Dair”den. “Zamanla halıdaki bu yırtığa dikkat etmeyi öğrenecektim.” Bu öyküde her şeyin olup bittiği anlatma ânı ile öykünün yazılma ânı da bitişir. “Bütün bunları ta o zaman bilmiyordum elbette. Dedim ya, zamanla anladım. Ya da, en doğrusu, şimdi, yazarken çözüyorum birçok şeyi.” Böyle söyler söylemesine, ama o anda hemen söylemez neler çözdüğünü, bunu bizimle paylaşmaz. Ama çözülmesi, anlaşılması gereken bir şeyler olduğuna dikkatimizi çeker.

Daha önce söz ettiğim gibi, Hayalet Hikâyeleri’ndeki öykülerin yapısında gizem-merak oldukça önde. Daha baştan bir lanetli ev öyküsüyle ya da olmadık bir ziyaretçi yahut gaipten gelen ses gibi olağandışı, doğal olmayan, yolunda gitmeyen bir şeylerle karşılaşacağımız açıkça ortaya konur; bu da merak duygusunu alabildiğine kışkırtır. Beri yandan, Pınar Kür, okurun dikkatini korumasını da istemiş olsa gerek bu öykülerde. Merakın kışkırtıldığı, ne oluyor sorusunun belirdiği yerde bir yandan da işaretler bırakır. Küçük ayrıntılar… Başka zaman çakmayan çakmağın teklemeden her seferinde çalışması, her zaman kalem kâğıt bulunan çantadan bunların çıkmaması, yanlamasına uzamış ağaçlar, ansızın beliren biri… Öyküler bittikten sonra gerçek anlamını bulur bu ayrıntılar. Küçük oyunlardır belki, ama okumakta olduğumuz öyküye yoğunlaşmamızı sağlar. Daha gizemli, merak uyandırıcı kurgularına karşın, başta da değindim, bu öykülerde de Pınar Kür’ün önceki kitaplarından aşina olduğumuz kimi sorunsallar öyküleştirilmiştir. Hayaletler, bu öykülerde belki sözlük anlamına daha yakındır, ama şu ya da bu nedenle (çok zaman aşk kırgınlığı) bize yaşamama, arafta kalmışlık hikâyeleri de anlatırlar. Benzer biçimde, değer çatışması ya da değerlerdeki değişimin neden olduğu sorunlar bu öykülerde de karşımıza çıkar.

 

NOTLAR: 


[1] Pınar Kür, Akışı Olmayan Sular, Can Yayınları, 1983

[2] Pınar Kür, Hayalet Hikâyeleri, Can Yayınları, 2017

[3] Pınar Kür, Bir Deli Ağaç, Can Yayınları, 1984