Penelope, Jekyll, Dalloway ve dahası: Edebiyatın baştan yarattıkları

Yazarlar, başka yazarların büyüsüne kapılıp peşine düşerler; bazen bir papağandan bazen bir göz renginden yola çıkarak yazarı, yazarın metnini kovalarlar

18 Nisan 2019 11:00

Bundan böyle gerçekte başka romanlar hakkında olan romanlar olmayacak. “Modern versiyon”lar, yeniden kaleme almalar, romanın devamını getirmeler ya da öncesini yazmalar olmayacak. Yazarların ölümleri üzerine bitirilemeden yarıda kalmış yapıtlar hayalgücü kullanılarak tamamlanamayacak. Bunun yerine her yazara, şöminesinin üzerine asması için renkli yünlerden yapılma bir kanaviçe verilecek ve bunun üzerinde şu yazılı olacak: “Kendi kanaviçenizi kendiniz işleyin.”
Julian Barnes, Flaubert’in Papağanı[1]

Yazarlık, yalnız bir iş. Edebiyatı diğer tüm sanat dallarından ayıran bir özelliği de ıssızlığı. Bir filmin var olabilmesi için onlarca, yüzlerce insan birbirine muhtaç. Bir kişi filmin senaristliğini, yönetmenliğini, yapımcılığını, oyunculuğunu aynı anda üstlense bile başka oyunculara, kameramana, teknik ekibe ihtiyaç duyar. Bir albüm tüm enstrümanları tek bir kişinin çalması, tüm şarkıları tek bir kişinin söylemesi, bir de üstüne aranjörlük yapmasıyla pekâlâ çıkarılabilir belki ama nadir rastlanan bir deli işi olarak algılanır. Daha da önemlisi, müzik doğası itibariyle insanları bir araya getirir. Ses çıkarmak için iki şey arasında bir etkileşim gerekmesi gibi, müzik yapmak için de insanların birbiriyle etkileşime girmesi gerekir. Görsel sanatçılar stüdyoya kapanarak da çalışabilir ama onları kalabalığın arasına karışarak çalışmaktan alıkoyan bir durum da yoktur.

Ressamın, fotoğrafçının, heykeltıraşın, sinemacının, müzisyenin ve diğer sanatçıların teknik öğrenmesi gerekir. Fırçalar, lensler, ışıklar, sanatı zanaatla buluşturur. Yazı da teknik içerir elbette. Yaratıcı yazarlık programları kısmen bununla ilgilidir. Ama müzik yapabilmek için nota okuyup bir enstrüman çalabilme zorunluluğu gibi bir mecburiyeti yoktur yazma eyleminin. Yazma eylemi için hızına yetişilemeyen teknolojiyi bilmek bile gerekli değildir. Yazmak için okuma yazma bilmek, yani “elinin kalem tutması” yeterlidir.

İşte, bu sebeplerden yazar icra ânında yalnızdır. Ona yol gösterecek büyükleri yine tek başına okuduğu kitaplardır. Öykülerini yayımlanmadan başkalarıyla paylaşır belki ama üretirken tek başına üretir. Mesai biçimine bakıldığında, çevirmen de yazarınkine benzer bir ıssızlık içinde üretir ama çevirmen, bir yazarın yazdığı metinle, yani hep kulağına fısıldayan biriyle birliktedir. Oysa yazar, dijital olsun matbu olsun, boş sayfanın karşısında kendi fikirleri, kendi yaratıcılığı, kendi sessizliği ve kendi karanlığıyla baş başadır. Bu durumda ortak bir çalışma üretmek isteyen yazar ne yapabilir? Yalnız başına kalmamak, bir başkasıyla fikir alışverişinde bulunmak, ortak bir işe imza atmak ya da diğer türden sanatçıların sık sık yaptığı gibi, beğendiği bir işi yeniden yorumlamak isteyen yazarın ne gibi seçenekleri vardır?

Yazar bu durumda bir çevirmen misali önüne başka bir yazarın metnini açabilir. “Gerçekte başka romanlar hakkında olan romanlar”, “modern versiyonlar” yazabilir, bir metni “yeniden kaleme al[abilir], romanın devamını getir[ebilir] ya da öncesini yaz[abilir]”, “yazarların ölümleri üzerine bitirilemeden yarıda kalmış yapıtlar[ı] hayalgücü”yle tamamlayabilir. Bazen kaynağına sıkı sıkıya sadık kalarak, bazen yakaladığı küçük bir ayrıntıyı bambaşka bir dünyaya sürükleyerek bir eseri yeniden yazabilir. Yazarı yazarla buluşturan, işte, bu yeniden yazımlardır.

Yeniden anlatımlar

Alessandro Barrico Homeros, İlyada’da, Peter Ackroyd Canterbury Hikâyeleri’nde edebiyatın iki eski şiirini düzyazıya döküyor. Ackroyd, Orta İngilizceyle yazılan şiiri çağdaş okurun anlayabileceği bir dile uyarlıyor. “Çeviri bir tür özgürleştirme olabilir, eski yapıtı çağdaş dünyaya salıvermek ve böylelikle ona yeni bir yaşam aşılamak,”[2] diyor Ackroyd. (Bizim “sadeleştirme” olarak andığımız uygulamaya, İngilizcede genelde “çeviri” deniyor.) Bu doğrultuda Chaucer’ın metnini, hikâyelerin tamamını ve kitabın özünü koruyarak, türlerarası geçişe rağmen, üslûbu da koruyarak yeniden yorumluyor. Baricco ise İlyada’yı bir topluluk karşısında okunabilir kılma hedefiyle ele alıyor. “Çağdaş seyircinin sabrına uygun düşebilmesi için bazı kısaltmalar”[3] yapıyor, kitabı katiyen özetlemiyor ama yinelemeleri çıkarıp yeniden düzenliyor. Bu şekilde, tuğlaları Homeros’a ait olan yeni bir duvar örüyor.[4]

Ackroyd kelimelere güncel karşılıklar bulurken, Baricco anlatıyı yeniden düzenlerken ve her iki yazar şiiri düzyazıya dönüştürürken, metinlere kendi özlerinden de bir şeyler katıyorlar elbette. Yine de Baricco’nun kitabında Baricco’yu değil de Homeros’u, Ackroyd’da Ackroyd’u değil de Chaucer’ı okuduğumuzu hissediyoruz. Kaynak metni koruyarak sadece yorumlayan bu yeniden yazımlara edebiyatın cover şarkıları diyebiliriz. Temposu, ritmi, aralığı değişse de melodisini duyduğumuzda özgün eseri tanırız.

Modernleştirmeler

Steven Moffat’la Mark Gatiss’in 2010 yapımı Sherlock dizisi, edebiyat tarihinin en ünlü dedektifini 21. yüzyıl Londra’sına taşıyarak bir modaya öncülük etti. Eskiyi modernize etmek yeni bir iş değildi ama aynı yıl çıkan Instagram’ın filtrelerini andıran görüntüleri ve film uzunluğunda bölümleriyle Sherlock yeniliğe yenilik getirmişti. Karakterler Conan Doyle’ın karakterleriydi, temel özelliklerini de koruyorlardı. Maceraların bir kısmı Doyle’ın yazdığı maceralardı. Güncellenmiş olanlar bile eskilere şapka çıkarıyordu. “Bu karakterler bu olayları günümüzde yaşasa neler olurdu” sorusunun yanıtını arıyordu dizi.

Will Self de Dorian: An Imitation (Dorian: Bir Taklit) romanında benzer bir sorunun yanıtını arıyor. Self, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’ni 20. yüzyıl Londra’sına taşıyor. Başta Dorian olmak üzere, romandaki tüm karakterleri ve aralarındaki dinamikleri koruyor ama onları kültürel ve siyasî dinamiklerin değiştiği, kimliklerin daha az gizlendiği bir döneme taşıyor. Basil’ın portresi burada dokuz ekranlık bir video enstalasyonuna dönüşüyor. Videolar yaşlanmakla, Dorian’ın ruhundaki kötülükleri yansıtmakla kalmıyor, onun HIV’sini de taşıyorlar. Uyuşturucunun, Londra ve New York’taki yeraltı dünyasının, hızlı arabaların, moda dergilerinin dünyasında artık Wilde’ın Dorian Gray’inin bir cover’ını okuyormuş gibi hissetmiyoruz. Bu, Dorian’ı “taklit eden” bir Will Self romanı.

Susan Sontag “Doktor Jekyll”da Robert Louis Stevenson’ın romanını parçalara ayırıp kendine has bir biçimde yeniden birleştiriyor. Ben, Vesaire’deki öyküde Jekyll ile Hyde, yine tek bir benliğinin zıt yönlerini temsil eden iki ayrı bireye, naif Utterson ise bir kült lidere dönüşüyor. Utterson’ın kuzeni Jekyll’ın eşinin –romanda olmayan bir karakter– kuzeni, Jekyll’ın sadık hizmetçisi Utterson’ın müridi oluyor. Bu yeni düzenlemeler, 1980’lerin New York’u, zamanda sıçramalar yapan anlatı; Sontag bu özelliklerle “taklit”ten bir adım daha uzaklaşıyor. Yine de kaynak metinden tamamen kopmuyor, yeni bir çatı altında da olsa Doktor Jekyll ve Bay Hyde’ın meselelerini sorguluyor, aynı konuyu irdeliyor. Perdeden bir elbise dikiyor ama perdenin desenlerini hâlâ görebiliyoruz.

Eksiklikleri tamamlamalar

Bir kitabı okurken, bazen arka planda kalan figüran misali bir karakter gözümüze takılır. Onun hikâyesi ilgimizi cezbeder; hakkında daha fazla şey öğrenmek ister, yazarın onu üstünkörü geçiştirmesine içerleriz. Tanık olduğumuz ânın öncesinde neler yaşamıştır, neler düşünür, neler hisseder? Okuru hayallere sürükleyen bu merak, yazarları yanıt arayışına sürüklemiştir. Jean Rhys, Margaret Atwood ve Ursula K. Le Guin sırasıyla Jane Eyre, Odysseia ve Aeneas’ta hakkı yenilmiş, yanlış anlaşılmış ve yok sayılmış kadınlara ses veriyor.

Geniş, Geniş Bir Deniz’de, Jane Eyre’ın odaya kapatılmış “deli” kadını tavan arasından çıkıp evine, Karayipler’e dönüyor. Rhys, Charlotte Brontë’nin başyapıtında bir hayaletten ibaret olan kadına “bir ad, Antoinette Cosway, bir yüz, bir ses ve bir geçmiş”[5] veriyor, onu somut bir karaktere dönüştürüyor. Geniş, Geniş Bir Deniz, Antoinette’in çocukluğunu, gençliğini, Rochester’la evlenişini ele alıyor; yani Jane Eyre’ın öncesine, Antoinette’in geçmişine ışık tutuyor. Brontë’nin romanıyla sadece Antoinette’in evinden zorla koparılıp İngiltere’ye götürüldüğü ve bir hiçe indirgendiği son bölümde ortaklaşıyor. Yine de, sonları aynı olsa da Geniş, Geniş Bir Deniz bağımsız bir eser olarak kendi ayakları üstünde duruyor. Rhys bir hikâyeyi tepetaklak ederek kişiliksizliğe mahkûm edilmiş bir kadını var ediyor.

Atwood ise görünürde hakkı yenilmiş gibi durmayan, hatta erdemleriyle övülen bir kadının iç dünyasını keşfe çıkıyor. Homeros’un Odysseia’sına göre, Penelope kocasına sadık kalan, onu gözyaşları dökerek bekleyen, başına üşüşen talipleri zekice numaralarla oyalayan bir kadın. Atwood görünürdekiyle yetinmiyor ve Penelope’de Odysseus’un eşinin “gerçekte ne işler çevir”diğini[6] sorguluyor. Olayları değiştirmiyor, sadece Penelope ile öldürülen 12 hizmetçinin hikâyesinde yüzeyi kazıyarak gömülü hazineyi ortaya çıkarmak istiyor. Böylece, anlatı hem Odysseia’yla bağlantısını koruyor hem de kendi başına ayakta durabiliyor. Le Guin de sorguladığı kaynak metinle bağını tam koparmayan bağımsız bir eser yaratıyor. Vergilius’un Aeneas’ında, yiğit savaşçı söz verilmiş topraklara vardığında kralın kızıyla evleniyor. Şair, anlatısında kral kızına hemen hiç yer vermiyor, son anda akla gelen önemsiz bir detaymışçasına anıp geçiyor. “Varlığım yüzyıllar boyu sürecekse eğer, en azından bir kerecik ortaya çıkıp konuşmam gerekir,” diyor kral kızı Lavinia’da. “Şairim bana hiç söz hakkı tanımadı. Sözü ondan almak zorunda kaldım.”[7] Le Guin sözü Lavinia’ya bırakıyor, bilindik olayları bir de ondan dinlememizi sağlıyor. Yok sayılan bir kadına hayat veriyor, tabiri caizse bir eksikliği tamamlıyor.

Kolaj

Bu yeniden yorumlama tekniklerinin hepsi Michael Cunningham’ın Saatler’inde birleşiyor. Saatler’de bir yandan Mrs. Dalloway’in hikâyesinin doğuşuna, bir yandan onu yıllar sonra okuyan bir kadının hayatını değiştirmesine, bir yandan da kitaptaki olayların modern zamanda yeniden vuku bulmasına tanık oluyoruz. Cunningham, Virginia Woolf’un romanındaki yaşamlar ile ilişkileri 90’ların New York’una uyarlıyor. “Doktor Jekyll”daki gibi rol değişiklikleri olsa da kilit olaylar Dorian’daki gibi kaynak metni “taklit” ediyor. Aynı anda Laura Brown’ın 50’lerde bir banliyöde Mrs. Dalloway’i okumasıyla Saatler “taklit”ten uzaklaşmaya başlıyor ve Woolf’un da bir karakter olarak ortaya çıktığı bölümlerde bağımsızlığını ilan ediyor. Woolf’un romanında, ilk sayfalardan sonra “Clarissa âdeta sırra kadem basar. (...) Bu anlamıyla, karşımızda Mrs. Dalloway etrafında dönmeyen bir roman vardır.”[8] Saatler’de Woolf’un varlığı, belki de Clarissa’nın bu varla yok arası hâlini telafi etmektedir. Rhys, Le Guin ve Atwood’un söz hakkı tanınmamış kadınlara ses vermelerine benzer bir şekilde, Cunningham da sahneye yazarı alıyor; Woolf’un iç dünyasına, düşüncelerine, hislerine hayat veriyor. Roman yazarı Woolf, yazdığı romanı okuyan ve yaşayan kadınlarla iç içe geçiyor.

*

Atwood, Penelope’nin girişinde, “Mitolojik metinler başta sözlü anlatılırdı, aynı zamanda yereldi – bir mit, belli bir yerde şu şekilde anlatılıyorsa başka bir yerde bambaşka şekilde anlatılırdı,” diyor.[9] Yeniden anlatımlar, yeniden yorumlamalar gerçekten de efsanelerden başlar. İlyada, Odysseia, Aeneas, Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, bunlar ve daha niceleri sözlü olarak aktarılır önce; sonra Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi gelir, James Joyce’un Ulysses’i gelir. Masallar da vardır, farklı biçimlerde tekrar tekrar dinlediğimiz; sonra Murathan Mungan’ın Kırk Oda’sı gelir, Kurt Vonnegut’un Mavi Sakal’ı gelir. Klasik edebiyat en az mitler ve masallar kadar bereketli bir kaynaktır; Shakespeare’in oyunları tekrar tekrar anlatılmakla kalmaz, 400. yılı şerefine Atwood, Jo Nesbo, Edward St. Aubyn, Jeanette Winterson gibi yazarlara özel olarak yazdırılır; Bridget Jones’un Günlüğü’nden Aşk ve Gurur ve Zombiler’e kadar Jane Austen’ın sürüklenmediği alan kalmaz; Zadie Smith Howards End’i Güzelliğe Dair’de günceller, J.M. Coetzee Foe’da, Robinson Crusoe’daki adaya yeni bir karakter gönderir. Sonra fan fiction’lar çıkar, dijital âlemde herkes sevdiği kitapları, sevdiği karakterleri alıp yepyeni karakterler üretmeye başlar. Ve bazen öyle çeviriler yapılır ki, çevirmenin kitabı çevirmediği ama yeni bir dilde tekrar “söylediği” söylenir.

Julian Barnes’ın tüm sınıflandırmaları aşan romanı Flaubert’in Papağanı’nda anlatıcı, Flaubert’in başucunda duran papağanın peşine düşer. Av hikâyesi, ilerledikçe, Geoffrey Braithwaite’in kendi dramlarıyla iç içe geçer. Yazarı yeniden anlatıma çeken, güneşin altında yeni bir şey olmaması, yeni fikirler üretememesi ya da üretmek istememesi değil. Yazarlar, Braithwaite’inkine benzer bir şekilde, başka yazarların büyüsüne kapılıp peşine düşerler; bazen bir papağandan bazen bir göz renginden yola çıkarak yazarı, yazarın metnini kovalarlar. Ama sonuçta kendi yazar kimlikleri de kaçınılmaz olarak karışır bu kovalamacaya. Böylece bir başkasının yünlerini de kullanıyor olsalar araya yepyeni renkler katarak özgün bir kanaviçe işlerler. Böylece edebiyat kanonu oluşturan eserler biraz daha iç içe geçer, saflar sıklaşır, eserler ile yazarlar sırt sırta verir. Böylece fikir fikir üstüne dizilir ve edebiyat biraz daha yükselir.

 

 

[1] Julian Barnes, Flaubert’in Papağanı, Çeviri: Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2001.

[2] Peter Ackroyd, Canterbury Hikâyeleri, Çeviri: Berna Seden, Can Yayınları, 2017, s. 25.

[3] Alessandro Baricco, Homeros, İlyada, Çeviri: Eren Cendey, Can Yayınları, 2014, s. 11.

[4] Age.

[5] Andrea Ashworth, “Introduction”, Jean Rhys, Wide Sargasso Sea içinde, Penguin, 2000, s. ix.

[6] Margaret Atwood, The Penelopiad, Canongate, 2005.

[7] Ursula K. Le Guin, Lavinia, Çeviri: Gürol Koca, Metis Yayınları, 2010, s. 14.

[8] Ferit Burak Aydar, “Mrs. Dalloway: Modern Dünyada Atomize Olmuş Bir Birey”, Birikim, 14 Haziran 2016 (erişim tarihi 3 Nisan 2019).

[9] Atwood, The Penelopiad.