Osmanlı’nın İstanbulu ve Juan Goytisolo’nun İstanbul’u

Avrupalı gezginlerin İstanbul hakkında yazdıkları ve postkolonyal söylemdeki “bakış” (gaze) meselesi bir kenarda duracak olursa, Goytisolo’nun Avrupalı bir yazar olarak şehre yaklaşımının biraz farklı olduğunu görüyoruz

25 Nisan 2019 10:00

Cervantes’ten sonra eserleri İspanyolcadan en çok dile çevrilmiş yazar unvanına sahip olan Juan Goytisolo, 1931’de doğduğu Barcelona ile 2017’de öldüğü Marakeş arasındaki kısa fizikî mesafenin aksine, hayatı ve edebiyatı daimi bir sürgün hâli ve uzun mesafelerle örülmüş bir yazar. Evsizlik deneyiminin sonucunda kendine “topraksız” (sin tierra) ismini seçerek bu anlamın içinde evini bulan Goytisolo, Avrupalı olduğu hâlde Avrupa-merkezli Oryantalist bakış açısına eleştirel yaklaşmasıyla dünya edebiyatında tabiri caizse ayrıksı bir kalem olarak duruyor. Hayatının çoğunu Müslüman ülkelerde geçirerek bu coğrafyayla duygudaşlık kurmaya uğraşmış bu Nobel ödüllü anti-konvansiyonel kalemin, Orhan Pamuk’un deyişiyle, “titiz” İstanbul tasvirleri, bizim şehri nasıl ve hangi yönlerde yeniden hayal etmemizi sağlıyor?

Katalan-Bask kökenli orta sınıf bir aileye doğan, tam adıyla Juan Goytisolo Gay, İspanya İç Savaşı sırasında babasının hapse atılması ve annesinin Barselona’daki ilk Frankocu hava saldırısında öldürülmesiyle faşist rejimin yıkıcılığını hayatının erken dönemlerinden itibaren tecrübe etmeye başlar. Madrid ve Barcelona’da geçirdiği üniversite yıllarında komünizmle tanışmasıyla beraber milliyetçi-muhafazar değerler karşıtı bir politik ve edebi pozisyon benimser ve hukuk öğrenimini yarıda bırakarak yazmaya başlar. İlk romanı Juegos de manos 1954’te yayımlandıktan iki yıl sonra Mataró’da askerlik görevini tamamlar. Bu deneyim, yazarın sonraki hikâyelerinde çokça ele alacağı “erkek olma” veya “olamama” gibi sorunsallara, ya da Judith Butler’ın meşhur deyişiyle toplumsal cinsiyetin “performatifliğine” dair ilk kişisel deneyimlerini edindiği dönem olur. Hegemonik erkeklik modellerinin baskın olduğu aile ortamına ve daima sansürlü olduğu İspanya’ya kendini ait hissedemeyen yazar, 1956’da ülkesini terk ederek kendini öz-sürgüne uğratır. El País’e verdiği bir röportajda yaşadığı sürgün hakkında şu ifadeleri kullanmış: “Benim sürgünüm yalnızca politik ve fiziksel bir sürgün değil; aynı zamanda etik, sosyal, ideolojik ve cinsel bir sürgün.” Nitekim ilk yerleştiği şehir olan Paris’te hem ideolojik hem de cinsel yönelimini de facto yaşayabileceği özgür bir ortam bulur. Gallimard Yayınevi’nde çalışmaya başlamasıyla Monique Lange ile tanışır ve evlenirler. Ne var ki bu evliliğin Goytisolo açısından belki de en önemli meyvesi, hayat boyu yoldaşı olacak olan Fransalı yazar Jean Genet ile tanışması olur. Birçok konuşmasında cinselliğin akışkan bir kavram olduğuna inandığını belirten Goytisolo’nun Lange ile yaptığı heteroseksüel kontratın sınırları katı hâlde belirlenmemiştir ve evliliklerini anlaşmalı olarak açık ilişkiler sürdürerek yaşarlar.

Goytisolo 1969-75 arasında ABD’deki çeşitli üniversitelerde edebiyat dersleri verir. “Alvaro Mendioda” başlıklı meşhur triolojisine Señas de identidad (Kimlik İşaretleri, 1966) ile başlayıp başyapıtı sayılan Reivindicación del conde don Julián (Kont Don Julian’ın Haklarının Geri Kazanımı, 1970) ile devam eder ve Juan sin Tierra (Topraksız Juan, 1975) ile sonlandırır. Konuşmalarında Don Julián’ı, geleneksel İspanyol edebiyatı, Katolisizmi ve milliyetçiliğini yapısöküme uğratmak adına oluşturduğu bir edebî saldırı olarak niteler. Birçok otobiyografik öge taşıyan bu roman ve ana karakteri, Goytisolo’nun kişiliği ve yaşamının kurgusal bir yeniden düzenlemesidir denebilir aslında. Nitekim romanın protagonisti (ya da antagonisti) Kuzey Afrika’ya sürgün edilmiş ve İspanyol kimliğine dair ethos ve mithosların çöküşünü düşleyen Don Julián’dır. Bu karakter tarihte İspanya’nın kapılarını Müslümanların işgaline açmış olan kişidir de aynı zamanda. Yazar, Müslüman dünyası sempatizanı ve İspanya karşıtı bu anti-kahramanla anlatı boyunca git gide özdeşik hâle gelir. 

Nitekim çok geçmeden hayatının geri kalanını geçirmek için seçtiği Müslüman ülkeye, Fas’a yerleşir. Burada ilgi duyduğu Sufizm’e, Arap Edebiyatına ve Türkçeye yoğunlaşma şansı bulur ve yazar. 80’lerde Türkiye’ye çokça gidip gelen Goytisolo, 1989’da İspanyol televizyonu için “Alquibla” adlı, Orta Doğu’nun çeşitli şehirlerini konu alan bir belgesel serisi hazırlamaya başladığında Estambul, la ciudad Palimpsesto (İstanbul: Palimpsest Şehir) adlı bölümü hazırlamak üzere İstanbul’a da gelir. Sunumu ve metni Goytisolo’ya ait olan bu belgeselin açılış sekansında camide namaz kılan cemaat, dönen bir derviş ve hemen arkasından Türkiye’de olmadığı aşikar olan bazı çöl görüntüleri var. Fon müziği olarak da arkadan keskin bir Arap ezgisi geliyor. Sırf bu unsurlara bakarak belgeselin oryantalist bir tavrı olduğunu öne sürmek mümkün olmasa da, görsel anlatı ve kurgu vasıtasıyla Türkiye’nin Arap dünyası içinde bir yer olarak ele alındığını ya da konumlandırılmaya çalışıldığı söylenebilir.

 “Sahte Türkiye görüntüsünü silmek”

Fakat benim daha yakından bakmak istediğim Goytisolo eseri, yazarın aynı yıl kaleme aldığı Estambul Otomano (Osmanlı’nın İstanbulu, 2018) başlıklı inceleme. Avrupalı gezginlerin İstanbul hakkında yazdıkları ve postkolonyal söylemdeki “bakış” (gaze) meselesi bir kenarda duracak olursa, Goytisolo’nun Avrupalı bir yazar olarak şehre yaklaşımının biraz farklı olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi, çevirmen Neyyire Gül Işık’ın kitabın sunuşunda da belirttiği gibi, Goytisolo’nun, “Batı’daki sahte Türkiye görüntüsünü sileceğim” (2018: 11) açıklamasıyla ve bu misyonu edinmesiyle alakalı. Nitekim yazar kitapta bu misyonunu şöyle açıklamış:

“Ziyaretçiler Osmanlı’nın başkentini ve insanlarını, oraları kendilerinden önce gezmiş seyyahların çizdikleri tabloyla karşılaştırıyorlar ve o çerçeveye sığmayan ne varsa güvensizlikle bir kenara itiyorlar. Böylelikle, İstanbul salt basmakalıp görüntülerden oluşan bir koleksiyona, Türk insani da yöresel renkleri yansıtan baskı resimlere indirgeniyor.” (2018: 17)

Avrupa’nın “sözde-bakış”ını örneklendirdikten sonra, Osmanlı’nın yükselişini ve çöküşünü aynı adlı bölümde Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya, Avrupa’dan Afrika’ya geniş bir çerçeveye oturtarak yeniden anlatmaya çalışmış Goytisolo. Üç yüz yıllık bir süreci dört buçuk sayfada özetlemeye çalıştığı düşünülürse yazı göze biraz tuhaf gelebilir. Fakat alternatif tarihsel bilgilerin konuya pek aşina olmayan ya da armchair reader denen okuyucu kitlesini doyurabilecek nitelikten olduğunu söyleyebiliriz. Doğu’nun zalimliğine ilişkin Batılı klişelerin “bilincin derinliğine” -kimin bilincinin?- işlediğini belirtirken, bu klişelerin bilinçlerden silinmesinin mümkün olmadığına dair inancını da vurguluyor yazar. Fakat bunun hemen sonrasında şu ifadeleri kullanmış:

Bizim kızıl ya da beyaz devrimlerimizin, iç savaşlarımızın ya da sömürgeci yayılmacılığımızın, soykırımlarımızın ya da gaz odalarımızın kurbanlarının sayısı bugünkü İslam alemi despotlarının kurbanlarınınkinden kat kat fazla bile olsa, onların işledikleri cinayetler sanki daha korkunçmuş gibi görünmekte.” (s. 28, a.b.ç.)

Goytisolo burada Batı-merkezli oryantalist algının altını oymaya çalışıyor olsa da, “bizim” ve “onların” gibi ikili karşıtlık belirten dil kalıpları kullanmış. Orijinalindeki İspanyolca metne baktığımda da durumun böyle olduğunu görüyorum. Biz-siz, us-them, nosotros-ellos/ellas… gibi çeşitlendirilebilecek, dikotomi yaratan dilsel seçimler, metnin anlamlarını satırlar arasından da olsa etkiliyor. Bu bakımdan yazar, ideolojik olarak kendini Batı’dan uzaklaştırmak istese de hafifçe dilin tuzağına düşmüş gibi. Bu durumun tekrar yaşandığı bir başka pasaj da “Türke Övgü” başlıklı bölümden:

“Gezginlerin kendi toplumsal ortamlarına ve Avrupa uluslarının politik ve kültürel evrimine bağlı olarak niteliklerinin değişmesi özlem dolu, iyi niyetli bir bakışa olanak verdi; ama yine de Avrupalıların on yargılarını hepten silahsızlandırmaya yetmedi: Mağripli, Doğulu ya da Türk olarak Müslüman hep öyle “Öteki” sayılacaktı, bugün de bunalarak, korkarak, imrenerek ya da hayranlıkla gördüğümüz yine onun aynasında yansıyan kendi hayalimiz hâlâ.” (s. 73, a.b.ç.) 

Estambul Otomano ya da Goytisolo’nun queeresk İstanbul’u

Kitapta birçok örneğinin daha bulunduğu, fakat bu yazıyı sıkıcı hâle getirmemek için yer vermekten çekindiğim bu tip satırlar-arası ayrıntıları da göz önünde bulundurarak, yukarıda alıntıladığım, Goytisolo’nun “Batı’daki sahte Türkiye görüntüsünü sileceğim” ifadesi için ne düşünmeliyiz şimdi? Yazara bu misyonu edindiği için kredi verilmeli mi? Cevabı açık bırakmakla beraber şayet bu yapılacaksa, Goytisolo’nun, İstanbul’un çoksesli, akışkan ya da queer diyebileceğimiz mekânlarına yakından bakarak onları yansıtmaya çalışmaktaki titiz çabasından ötürü yapılması gerektiğini düşünüyorum. Burada queer mekândan kastım arzunun ifade bulabildiği, norm-dışı varoluşlara ve duygudaşlığa yer ve imkân tanıyan sosyal etkileşim alanları. Nitekim Goytisolo, Topkapı’yı “bir serbestlik ve çarpık ilişkiler cenneti,” ya da “cins ayrımının ortadan kalkıp ast-üst ilişkilerinin alt üst edildiği bir kısırlık çölü” (s. 33) olarak tanımlayan Alan Grosrichard gibi gezginlerin yaklaşık üç yüzyıl boyunca Osmanlı’ya atfettiği queerliğin aksine, Osmanlı’daki heterojen ortamlara ve  bu ortamlarda birbiriyle etkileşim hâlinde olan farklı insan gruplarının yarattığı imkânlara vurgu yaparak queeresk bir İstanbul tablosu çiziyor. Örneğin Avrupalı gezginlerin olmazsa olmaz fantezisi ve çoğu düşgücü meyvesi olan saray ve harem anlatılarının aksine, şehirde hayatın üç boyutlu yaşandığı, sosyal akışkanlığın timsali mekânları anlatıyor: sokaklar, mahalleler, hamamlar, bahçeler, kahvehaneler ve lokantalar. Yazara göre bunlar “kutsal olmayan” mekânlar, ve buralarda yaşanan eğlenceler “kutsal olmayan” eğlenceler. Söz konusu mekânların çoksesliliğini oluşturan insanlar arasında ise tulumbacılar, kayıkçılar, köleler, “kadınlar”, sokak satıcıları, sokak hayvanları, yeniçeriler, azınlıklar, zanaatkarlar, dervişler ve köçekler var.

Köçeklerle ilgili bölümde, Batılı bakışın sapkınlık olarak nitelediği ve eskiden “puşt” denilen bu genç oğlanların varlığının, Osmanlı’da sosyal hayatın vazgeçilmez, doğal bir parçası olduğunu vurguluyor. Bu pratik kapsamında hemcinse duyulan ilginin Osmanlı’da hastalıktan ziyade bir “durum” olarak algılandığının altını çiziyor. Bunu, padişaha hayranlığını gösterebilmek için bedenlerini kamalarla yakan yeniçerilerden, hünkârın gözdesi olmak için birbirleriyle yarışan içoğlanlarına uzanan örneklerle destekliyor ve ekliyor:

“Gezginler kadınları seyretme olanağından yoksun kalınca, erkeklerin yakışıklılığı üzerinde durmuyorlar; herhalde o haşin güçlerinden ürkmüş olmalılar. Belki de genel Doğulu imgesi, hazır klişenin etkisi kafaları karıştırıyor, kahvelerde haşir neşir oldukları ya da sokakta karşılaştıkları erkeklerin bireyselleşmiş görüntüsünü engelliyordu. Özellikle kendi cinsini betimlemekten hoşlanan Lady Montagu de konuya hiç değinmiyor.” (s. 78)

Goytisolo bu pasajla Batılı heteronormatif gezgine ve bastırılmış duygularının şekillendirdiği sönük kalemine bir selam gönderdikten sonra, İstanbul yaşamının daha “gerçek” bir portresinin ancak 19'uncu yüzyıl başlarındaki yazarlar tarafından yavaş yavaş çizilmeye başlandığından söz ediyor. Bu portrelerde şehrin olmazsa olmazı ve birçok romana konu olmuş Boğaziçi kayıkçıları da var. Bilindiği gibi kayıkçılar güçlü fiziksel yapıya sahip, maskülen figürler. Pierre Loti gibi yazarların İstanbul’u anlatırken -özellikle Aziyade adlı romanda- üstü kapalı kaleme aldığı eril arzu nesneleri aynı zamanda. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ndeki tatlı kayıkçı tasvirlerini ve detaylı çizimlerini de unutmayalım. Aynı yıl İstanbul’da yukarıda bahsettiğim belgeseli çekmiş olan Goytisolo, eskisi gibi olmasa da “o haşin çehreli, pos bıyıklı civanlara yine rastlanabileceğini” (s. 80) vurguluyor ve “aşırıya kaçmadan” bir bukle kayıkçı tasviriyle bölümü kapatıyor.

Takip eden epizotlardaki çoksesli İstanbul tasvirlerinin Rus edebiyat teorisyeni Mikhail Bakhtin’in carnavalesque tanımıyla paralellikler gösterdiği pasajlar var. Bakhtin’e göre karnaval (carnival) toplumsal kuralların, kısıtlamamaların ve yasakların bir süreliğine askıya alındığı mizaha dayalı toplu bir kutlama biçimidir. Fakat bu bir performans değildir; izleyicisi de oyuncusu da birdir ve ayni düzlemde yer alır. Karnavala katılan herkes bunu yaşar. Bakhtin dünyanın carnavalesque hâli için dört unsurdan bahsediyor: özgür ve samimi bir etkileşimin olduğu; insanların eccentric yönlerini sergileyebildikleri; yüksek-alçak, zengin-fakir, yeni-eski gibi zıtlıkların bağdaşıklık kurduğu; ve profan olanın ifade bulabildiği bir ortam. Hemen ardından Goytisolo’nun “Sakalar, berberler, çalgıcılar, güreşçiler” bölümünde resmettiği eğlence ortamına bakalım:

“Halkı eğlendirmek görevini üstlenmiş meslek erbabı çok çeşitliydi: Karagözcüler, elçabukluğu yapanlar, ip cambazları, orta oyuncuları, meddahlar, hokkabazlar İmparatorluğun bütün milletlerindendi: Türkler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Araplar. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre, içlerinden eğlentilere ve âlemlere katılmalarıyla tanınmış olan bazıları yalnızca birer düzenbazmışlar ve eşcinsel olarak kullanılırlarmış.” (s. 85)

Goytisolo’nun yer verdiği, günümüzde çoktan fragmente olmuş/edilmiş bu grupların oluşturduğu bu eğlence ortamı, carnavalesque’e paralel olarak özgür ve samimi bir sosyal etkileşimin yaşanabileceği ve zıtlıkların bağdaşıklık kurabileceği bir ortam. Bundan sonraki “Kahvehaneler, Lokantalar, ‘Kutsal Olmayan’ Eğlenceler” bölümünde de benzer sahneler var. Goytisolo Osmanlıların hoş vakit geçirme anlayışının hem Yunus Emre’nin ilahî aşk konulu saz şiirlerini dinlemeyi, hem de Karagöz’ün kurnazlığı ve “edepsizliğine” yer veren gölge oyunlarını izlemeyi içeren, çok renkli bir anlayış olduğunu savunuyor. Açık sözlülüğü, şehveti, müstehcenliği, sivri dili, profan-dışı tavırları ve eccentricliğiyle bilinen Karagöz’ün halk arasında gördüğü rağbetin romantik gezginlerin zihnindeki “kanaatkar yeni Türk” imgesiyle de uyuşmadığını birkaç Avrupalı gezginin izlenimleriyle aktarıyor. Nitekim Karagöz gibi gölge oyunu, ya da İbiş gibi orta oyunu başkarakterleri ve popülerlikleri, Türkiye kültüründeki queer izlekleri keşfetmek adına pek üzerine düşülmemiş fakat zengin bir alan.

Bir diğer İstanbul denince bahsi pek geçmeyen, fakat son derece “arada” ve müphem mekânlar olan mezarlıklar hakkında da birkaç gözlemi var Goytisolo’nun. Batı’daki ölüm anlayışından ve endüstriyel ölüm ekonomisinden farklı olarak, Osmanlı’da ölüme daha basit bir olgu olarak yaklaşıldığını ve mezarlıkların şehrin ayrıksı parçaları olmadığını vurguluyor. Genişlikleri, sayıları, vakit geçirme ve dinlenme yeri özelliklerini aktarmak için Alexis de Von’dan ve Gautier’den birkaç gözlem paylaşıyor:

“Öbekler halinde oturmuş Türkler sabahtan akşama kadar sessizce çubuklarını tüttürüyorlar, gözleriyle dumanı izleyip, kim bilir hangi hayallere dalıyorlar […] Dondurmacılar ve yemişçiler çeşitli kahvaltılıklar satıyorlar. Ara sıra bir seyyar çalgıcı grupların önünde duraklayıp tekdüze ritimli bir ezgi söylüyor” (s. 107). “Çocuklar neşeli çığlıklar kopararak mezartaşlarının arasında saklambaç oynuyorlar. Harap türbelerin arasında tavuklar eşiniyor, inekler solgun bir tutam ot arıyor” (s. 108).

Goytisolo şehrin bu üç boyutluluklarından bahsederken Chateaubriand, Baudier, Lope de Vega, Flaubert gibi gezginlerin, veya Viaje de Turquía gibi oryantalist semboller yüklü anonim anlatıların pekiştirdiği “büyülü kent İstanbul” imajıyla da oynuyor. Romantik gezi yazılarındaki sisler arkasından beliren minarelere, saraylara, incir bostanlarına ve rengarenk evlere yaklaştıkça, manzaranın yakından pek de estetik gözükmediğini vurguluyor. Özellikle Theophile Gautier’nin gözlemleriyle çamurlu kaldırımlardan, sokak ortasında koyun kesen kasaplardan, yol kenarlarına dizilmiş hamallardan, aç köpek sürülerinden ve engebeli mahalle yollarından da oluşan bir İstanbul’dan bahsediyor. Bu tasvirler Doğu’nun “saf, bembeyaz ve amansız ışığına kapılarak” İstanbul’a “kendini bulmaya” gelen romantik Avrupalı gezgini biraz hayal kırıklığına uğratacak cinsten, ki bu romantizmin hâlâ kanlı canlı yaşadığını söylemek mümkün. Bir başka deyişle, Goytisolo’nun çizdiği İstanbul sütliman bir estetizm durağı değil; şehirdeki çirkinliklere, olmamışlıklara ve yoksulluğa da yer var.

Yazının başında sorduğum soruyu tekrarlayayım: coğrafyamızla duygudaşlık kurmaya uğraşmış bu Nobel ödüllü anti-konvansiyonel yazarın, Orhan Pamuk’un deyişiyle, “titiz” İstanbul tasvirleri, bizim şehri nasıl ve hangi yönlerde yeniden hayal etmemizi sağlıyor? Bu yazıyı Goytisolo’nun çizdiği İstanbul tablosuna, yazarın cinsel yöneliminden azade, queer bir perspektiften bakılmasının gerekli ve anlamlı olduğunu düşündüğüm için yazdım. Fakat belki daha önemli bir soru var: Queer denen şey Batı’da henüz doğmadan önce, İstanbul’un caddelerinde, mahallerinde, sokaklarında ve kahvehanelerinde elle tutulamayan bir tavır olarak, müphem hâlde yaşıyor muydu? Üstelik şimdilerde queer çevrelerce altının çizilmeye başlandığı gibi; adlandırılmaya bile ihtiyaç duymadan. Yazıyı Nedim Divanı’ndan tatlı bir dörtlükle bitirelim:

“İzn alıp cuma namazına deyu mâderden

Bir gün uğrulayalım çerhi sitemperverden

Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan

Gidelim servi revânım yürü Sadabâd’a.” 

 

Kaynaklar

Juan Goytisolo. Juan Sin Tierra. Barcelona: Editorial Seix Barral, 1975. Print. Biblioteca Breve ; 378, Novela.

Juan Goytisolo. Reivindicación del Conde Don Julián. Mexico: J. Mortiz, 1970. Print. Novelistas Contemporáneos.

Juan Goytisolo. Señas de identidad. 2a. Edición.. ed. México: Joaquin Mortiz, 1969. Print. Novelistas Contemporáneos.

Juan Goytisolo. Osmanlı’nın İstanbulu. YKY. 2018

Instituto Cervantes Goytisolo biyografisi: https://www.cervantes.es/bibliotecas_documentacion_espanol/biografias/tanger_juan_goytisolo.htm

El País makalesi “Goytsiolo por Goytisolo”: https://elpais.com/cultura/2015/04/17/babelia/1429276212_953370.html

RTve makalesi “Juan Goytisolo, la voz crítica encumbrada tras el exilio y la censura franquista”: http://www.rtve.es/noticias/20170604/juan-goytisolo-censura-franquista-cervantes-2014/1560140.shtml

*Goytisolo ölmeden üç yıl önce İspanya’nın en prestijli edebiyat ödülü El premio Cervantes’i kazanmıştı. Yazılarında toplumsal cinsiyet rolleri, kimlik inşaası, sürgünün olma/edilme durumu, kültürlerarasılık ve antimilitarizm gibi konular işlemiştir. Yazarın şu ana kadar Türkçeleştirilmiş kitapları şöyle: Yeryüzünde Bir Sürgün, Yasak Bölge, Çekişme Diyarında, Yalnız Kuşun Erdemleri, Ara Perde, Kuşatma Hali, Kapadokya’da Gaudi’nin İzinde ve Osmanlı’nın İstanbulu.