Oruç Aruoba’dan hayatın ‘sacayağı’na bakışlar

Ömer Madra'nın Oruç Aruoba'nın anısına, onun metinlerinden ve konuşmalarından yaptığı küçük derlemeyi sunuyoruz.

17 Haziran 2020 17:39

Yaşamak-Özgürlük-Özerklik-Bilim-Eğitim, Etik ve Üniversite üstüne:

…"uni-versari”den ‘tek bir iş için yaşamak, tek bir işle uğraşmak’ gibi bir anlam çıkarabiliriz.

İşte üniversitenin varlık temeli, bu iş-yaşam birliğidir. Üniversiteler, çeşitli bilgi dallarında bu iş-yaşam birliğini benimsemiş kişilerin biraraya gelmeleri sonucu oluşan bütünlükler olarak yaşarlar. Böylece bir üniversite kendi içinde bir gelenek oluşturur. Bu bütün, her seferinde varolan bilim geleneğiyle, bu bütün içinde yetişerek, bu bütünü seçerek ona katılan yeni üyelerin gelişmeleriyle, ona yenilik getirmeleriyle de ilerler. Zamanla, daha çok yüzyıllık aşamalarla, üniversitenin geleneği değişir, ama, tarih boyunca kesintisiz bir gelenek oluşturur. Bu yolla üniversiteler, çok uzun ömürlü canlı varlıklar gibi, yaşam bulurlar, yaşarlar.

Bu sürecin bazı koşulları vardır:

İlkin, yeni üyelerin yetişmeleri ve üniversite bütünlüğüne katılmaları, ancak, eski üyelerin kararlarına ve seçmelerine bağlı ise, bu gelenek oluşabilir, sürebilir.

İkincisi, yeni üyeler, ancak hangi geleneğe katıldıklarını, kimlerle çalıştıklarını bilerek üniversite bütünlüğüne, kendi seçimleriyle katılabiliyorsa, bu gelenek oluşabilir, sürebilir.

Üçüncüsü, eski ve yeni üyeler, çalışmalarını ve karşılıklı ilişkilerini, bunlarla ilgili, biribirlerinden başka kimseye hesap verme zorunda kalmadan tam özgür bir tartışma ortamında, gündelik sıkıntılardan, gelecek kaygılarından her bakımdan arınmış bir ortamda yürütebiliyorlarsa, bu gelenek oluşabilir, sürebilir.

(“Üniversitenin Ölümü”, 21 Kasım 1981, Açık Bilinç programı, italikler Ö.M.)

Arayış Dergisi, 21 Kasım 1981, Sayı: 40

Toplum-Hamaset-Habaset-Riya-Hakikat ve Radyoculuk üstüne:

Toplum örgütlenmiş ikiyüzlülüktür. Toplumların içinde çeşitli düzey ve biçimlerde sürekli yalan söylenir. Yalan söyleyenler de bilirler yalan söylediklerini; yalan söylenenler de kendilerine yalan söylendiğini …

Belirli biri yoktur bunu örgütleyen; kendi kendine oluşur. İnsanlar öyle yaparlar –karşı karşıya geldiklerinde, biri düşünür, “Şimdi ben buna nasıl bir yalan söyleyeyim…” diye; öteki de merakla bekler, “Şimdi bu bana nasıl bir yalan söyleyecek…” diye.

Ama, bazen, doğru söylemeyi ilke edinmeğe çalışan insanlar da çıkar ortaya. Epey sık da çıkarlar aslında; fena da değillerdir. O kadar kalabalık olmasalar da… Ömer de [Madra] böyle bir şey yaptı işte. Nereden nasıl bir tuğla düşmüş kafasına bilmiyorum, ama şöyle bir şey düşündü: İinsanlar var bu toplumun içinde, yaşıyorlar. Mesela bir banka genel müdürü var; diyelim, Ortaçağ müziği meraklısı. Bir matematik profesörü var; kafasına Bach'ı takmış. Bir finans uzmanı var; çocuk şarkıları topluyor. Böyle kişileri buldu Ömer –arka bahçelerinde seslendirilebilir bitkiler yetiştiren kişileri… Onları çağırdı. Ne dedi onlara?...

Önce, biraz geriye dönelim: Bütün o yalanlar niye söyleniyordu? Çıkar için. İnsanlar birtakım çıkarları için yalan söylüyorlardı ve toplum da bunun etrafında dönüyordu. Yani çeşitli insanların çıkarları var, çeşitli başka insanların söz sahibi olduğu. Banka müdürü olduğun zaman günde kaç yalan söylemek zorundasın, düşünsene! Üüf… Üstelik organize etmek zorundasın yalanlarını, programlı bir hale getirmek zorundasın. Şunu istedi Ömer insanlardan, onları çağırırken: “Gelin, burada doğru söyleyin” dedi. Bu kadar basit: “Gelin, doğrularınızı söyleyin, doğrularınızı dinletin.” Ama yanına şunu da ekleyerek: “Bakın, size para mara da vermeyeceğiz; yani, buradan hiçbir çıkarınız yok. Buradan maddi çıkar anlamında hiçbir şey beklemeyeceksiniz” dedi.

Ama söylemek istediğiniz bir şeyler varsa: “Efendim, sen, alternatif edebiyat mı yapmak istiyorsun? Sen, monofonik müzik mi çalmak istiyorsun, buyur yap. Ben sana beş kuruş para vermeyeceğim ama; ona göre”, dedi. Bu çok önemli. Bu ikili anlayış burayı [Açık Radyo’yu] kurdu.

[…] Bir toplumda böyle bir şey yoksa, yalan ve ikiyüzlülük batağına saplanıp başka hiçbir ufku, hiçbir umudu olmayan kişiler haline gelir insanlar. Bir yerlerde doğrunun söylendiğini; bir yerlerde birilerinin çıkarlarının gerektirdiklerini değil, gerçekten bildikleri ve gerçekten düşündükleri şeyleri söylediklerini bilmezse insanlar, bir b**a yaramaz böyle bir toplum.

 (Madde: “Örgütlenmiş İkiyüzlülük”, Açık Kitap, 2010, s. 545, italikler Ö.M.)

Gezegen-Gelecek-Tek-Kültür-Otomobil-At-Ot-Su ve Tükeniş üstüne:

Epey karamsar düşüncelerim var. [Dünyanın ve insanlığın serüveni] Kötüye gidiyor tabii, çok kısa kestirmeden söylersek. Yani, muhtemelen … Eski Mısır, Hititler, Asurlular falan gibi... Onlara benzer bir son görüyorum insanlığın önünde. Bütün dünya büyük bir Amerika olacak. Zaten olmağa başladı bile. McDonalds, Coca Cola bunların öncüleri. Bütün dünya böyle bir tekdüze, tek biçimli bir kültür haline gelecek ve öyle olduğu için de, sona erecek… Çünkü kültürde çeşitlenme olmadığı zaman, yıkım gelir. 

Evet. Böyle bir hale geleceğiz ve herhalde bu uygarlık yıkılacak. Deminden beri Wittgenstein diyoruz. Wittgenstein, ikinci büyük yapıtında yanılmıyorsam 1947 ya da 1948 tarihini taşıyan bir giriş yazmış. “Bu karanlık çağda” diye bir deyim geçiyor içinde. 45’ten sonra, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada müthiş bir yenileşme, modernleşme falan gibi bir duygu var. Halbuki o, “karanlık çağ” olarak görüyor bunu. Ondan ya biraz önce ya biraz sonra da yazdığı bir küçük not var: ‘Bu uygarlıktan, belki bir gün bir kültür doğacak… O zaman 17., 18.,19. yüzyılların başarıları çok farklı bir ışıkta görülecek’ diyor. Yani daha bir kültürü olmadığını söylüyor 20. yüzyılın. Bir kültür sahibi olmadığını söylüyor.

Ben başka bir alandan bir örnek vermek istiyorum. Bir zamanlar onun üzerine düşünmüştüm. Şimdi otomobili ele alalım. Otomobil tam 20. yüzyıl şeyi. 1887 midir, 1889 mudur nedir ilk otomobilin icadı. Yüzyılını yeni kutladı yani. Sactan ve petrol türevlerinden yapılıyor. Şimdi sac neyse de, ‘recycling’ dedikleri bir iş var o yüzden, hurdaların yeniden dönüştürülmesi bir miktar gidecek. Ama, sonlu. Öte yandan petrol zaten sonlu, bitecek. Rezerv dedikleri şeyler var, dünyada bunlar da belli sayıda. Şu kadar ton... Kaç tonsa? Halbuki bir bakıyoruz herkes çılgınca otomobil üretiyor.Dünyanın bütün ülkeleri! Yani hele Uzak Doğu’da Kore, Endonezya vb iyice çıldırmış durumda. Sürekli otomobil üretiyorlar, yol yapıyorlar, dolayısıyla, mecburen. Hâlbuki bitecek…

Şimdi otomobilin yerini aldığı şeyi düşünelim. Türkçenin çok güzel bir biçimde adlandırdığı iki tane şey: Atla ot. Atla ot, hiçbir zaman tükenmeyecek şeylerdir. At otla beslenir. At da otu besler. Yağmur da yağar. Su da herhalde bitmeyecek. İşte bunların yerine bizim bu uygarlığımızın koyduğu: otomobil! 

… Suyu da halledeceğiz herhalde. O da o kadar kirli hale gelecek ki. Kuzey kutbunda bir metrelik buz tabakası erirse, mesela İngiltere adasında içilebilir su kalmayacak. Deniz suyu dolacak her tarafa […] Çok iyi becerdik. Akdeniz’de plankton türlerinden %70 küsuru yok olmuş durumda. Yani denizdeki besin kaynağının en temelinde duran planktonların türlerinin %70'i yok – Bir daha olmayacak, bir daha ortaya çıkmayacak!

(Açık Radyo, Harun Tekin'in 'Vita Activa' programında konuk Oruç Aruoba, 1999, italikler, Ö.M.)

 • 

 

GİRİŞ RESMİ:

Fotoğraflar: Yıldırım Arıcı