Orhan Pamuk'un balkonundan

“Güzelliği kalıcı kılmak” Orhan Pamuk’un estetik anlayışında önemli bir yere sahiptir. Peki, nasıl kalıcı kılınır güzellik?

İstanbul’u dinliyorum, objektifim açık…

 

Bazı resimlere bize dünyayı gösterdikleri için bakarız; bazılarına da objektifin ters yönünde duran, fotoğrafı çekeni görebilmek için bakarmışız, bunu Orhan Pamuk’un Balkon sergisini gezerken fark ettim. Bu serginin fotoğraflarına bakarak sadece İstanbul’u, manzarayı, Cihangir’i, martıları, denizi, ışığı ya da şehrin camilerini görmek değil amaç, bu görüntülere bakan özneyi ve neden/nasıl baktığını anlayabilmek de bu resimlere bakmanın bir amacı.

Yapı Kredi Kültür Sanat binasının salonunda, 27 Nisan’a dek sürecek serginin fotoğraflarını Orhan Pamuk, evinin balkonundan 2013 yılının ilk aylarında çekmiş. Serginin küratörlüğünü yapan Gerhard Steidl, aynı zamanda Pamuk’un fotoğraf kitabının da yayımcısı. Serginin açılışında neşeli ve esprili konuşan Pamuk, kendisine Steidl’i tanıştıranın Günter Grass olduğunu ve Grass’ın yayımcısıyla övünüp hava attığını anlattı. Steidl, geçen aylarda kaybettiğimiz Ali Denktaş’ın muhteşem sanat koleksiyonu üzerine hazırladığı katalog için Pamuk’tan önsöz isteyince, bunu fırsat bilip evinin balkonundan çektiği 8500 fotoğrafı değerlendirmesi için Steidl’a göstermiş; ve böylece başlamış ortak çalışmaları.

Şimdi, bu fotoğrafların düşündürdüğü birkaç konudan, daldan dala atlayarak söz etmek istiyorum. İlk aklıma gelen, fotoğraflarla pek de ilgisi olmayan bir konu: şöhret. Ünlü olmanın ruh hâli. Hayatımın bir döneminde, babamın siyasî görevde olduğu günlerde, babamla birlikte sokakta yürüyemez, bir lokantada rahatsız edilmeden yemek yiyemez olmuştuk. Şöhretin laneti ile o günlerde tanıştım. Âdeta yaşamayı engelleyen bir durum olarak görüyordum bunu. Yalnızlığına önem veren biri olarak böyle yaşamanın imkânsız olduğunu düşünmüştüm. Neyse ki babamın “şöhreti” kısa sürdü ve sanırım benim olacağım kadar rahatsız olmadı bu durumdan. Zaten Orhan Pamuk ile kıyaslanacak bir ün de değildi babamınki.

Şöhret olmakla ilgili bir düşünce daha var aklımda, o da insanın dünya ile ilişkisini etkiliyor olması. Çok tanınmış yüze sahip ünlü kişiler genelde kimseyle göz göze gelmemeye çalışırlar, bilirler ki göz göze geldikleri an bir dizi tacizin başlama olasılığı yüksektir. Kişi bir kez sokakta rahatsız edilmeden yürüyemeyecek kadar ünlü olduğunda, galiba kişiliğini etkileyen, ruhunda iz bırakan önemli bir değişim yaşıyor. Bunun ne olduğunu tam olarak bilemiyorum ama Hemingway ile Faulkner’ın zenginler üzerine konuşmaları geliyor aklıma. Faulkner bir sohbetleri sırasında zenginlerin farklı insanlar olduğunu söylemiş Hemingway’e, onun yanıtı ise “Evet, farkları daha çok paralarının olması” şeklinde olmuş. Aslında bu sözleri çok düşünmüşümdür, Faulkner bence bambaşka bir şeyden bahsediyordu bu sohbetleri sırasında. Para ile ilgili değildi sanki. İnsan ruhunun para ve şöhret karşısında kırılganlığından, özünü korumakta zorlanmaktan ve çoğu zaman da koruyamamaktan söz ediyordu Faulkner. 

Şimdi şöhret konusunu balkondan çekilen fotoğraflara bağlarsak, seyredilen değil de seyreden olma hâlinden söz edebiliriz. Steidl konuşmasında birkaç kez vurgu yaptı, Pamuk’un fotoğrafları çektiği balkon küçücüktü: daracık bir alana sıkışmış, hep aynı açıdan dünyaya bakıyordu ama kendisi gözlemlenen olmadan istediği saatte, istediği kadar bakabiliyordu. Bakılan, gözlemlenen, ilgi odağı olmayı bir anda tersine çevirmek fotoğraf çekmek. Anonim olmanın rahatlığı ile dünyaya bakma. Kimseyle göz göze gelme tehlikesi olmadan…

Orhan Pamuk’un açısından durumun böyle olduğunu varsayarsak, şimdi bizim, yani bu resimlere bakanın açısından balkondan çekilen fotoğrafları düşünelim. Bu resimlere bakarken aklıma gelen bir şey, Vincent Van Gogh’un 1888 yılında yaptığı “Arles’daki Yatak Odası” (Van Gogh Müzesi, Amsterdam). Basit iki sandalye ve yataktan oluşan odasının bizde hüzün yaratmasının nedeni, misafiri olmayan, yalnızlık duygusu veren bir oda olmasıdır. Bu odada ressamın kulağını kestiğini, kendini terk edilmiş hissettiğini bildiğimiz için, bu duygularımızı resme aktarırız. Bizi etkileyen bu basit dekore edilmiş oda değil, ardındaki sanatçıdır.

Her yapıt gerisinde duran sanatçıya yakınlaştırır bizi. İlginç olan, insanla ilgilidir her zaman. Orhan Pamuk’un çektiği fotoğraflarda da onun, örneğin İstanbul: Hatıralar ve Şehir kitabında şehirdeki kış aylarında hissettiği hüznün bir kısmını bu fotoğraflara yansımış olarak düşünebiliriz. Sonuçta bu fotoğrafları da balkonundan aralık ile nisan arasında çekmiş “özellikle ocak-şubat aylarında İstanbul’un üzerinde biriken ve hızla yer değiştiren bulut kümeleri ile kubbeler arasında bir belirip bir yok olan ışık huzmeleri, bu geçicilik ve güzellik duygusunu kafamda birleştiriyordu. Geçici olması bu güzelliğe karşı bana ayrıca bir sorumluluk yüklüyor, rastlantısal güzellik yok olmadan önce onu yakalamak için acele etmem gerekiyordu.”

“Güzelliği kalıcı kılmak” Orhan Pamuk’un estetik anlayışında önemli bir yere sahiptir. Peki, nasıl kalıcı kılınır güzellik? Elbette zamanı dondurarak ya da durdurarak. Bunu en iyi Masumiyet Müzesi romanında görmüştük. Roman kahramanı Kemal, zihninde kazınan görüntüleri aradan yıllar geçtikten sonra anlatarak ressamlara yaptırmaya çalışıyordu. Zaten romanın büyük bir kısmında yazar geniş zaman kullanarak bir şekilde zamanı dondurmayı başarıyor. Her gece aynı rutinin yaşandığı, televizyon karşısında, yemek masasında, birlikte gidilen eğlence yerlerinde aynı kişilerle aynı şekilde birlikte olmak da bir anlamda zamanı durduran bir olguydu. Romanın bu bölümünde çok sık resim ve fotoğraflardan söz ediliyor, bu resimlerin anlatısı da yine belli sahneleri dondurulmuş şekilde okurun zihnine yerleştiriyordu.

Şimdi yine konu Masumiyet Müzesi’nden açılmışken bambaşka bir dala atlayalım. Olayların ve karakterlerin dinamik gelişimlerinin olmadığı anlatı içinde zamanın durduğu hissini en iyi statik sahneler dile getirir. Bu noktada Orhan Pamuk’un zamanı durdurarak, anlatıyı iki boyutlu bir resme dönüştürmesi ayrıca da anlamlıdır. İlkçağlardan beri sanata mimesis olarak bakan insana bunun tersi olabileceğini gösterir. Doğayı taklit eden, gerçekliğe öykünen sanattan, sanata öykünen bir gerçeklik yaratır. Masumiyet Müzesi’nin anlamı da budur. Bir romanın -yani tamamen uydurma olan bir kurgunun- objelerinin sanki gerçekte yaşanmış bir olayın hatıraları gibi sergilenmesinin nedeni de budur. Müze, hem dondurulmuş zamanı hem de kurgunun madde hâlini gösterir okura.

Zamanı durdurmak ve hareketsizlik aynı zamanda güzelliğin kalıcı kılınmasıdır Pamuk için. Balkonumdan sergisini biraz Masumiyet Müzesi’nin kahramanı Kemal’in sevdiği kadının hayatından objeler çalmasına da benzetebiliriz belki. Baş kahramanı Kemal gibi Orhan Pamuk da sevgilisini –İstanbul’u– kalıcı kılmaya çalışıyordur. Galiba yok oluşuna tanık olduğumuz bir güzellikte bir anı yakalamak için.