Önce söz vardı, sonra sessizlik geldi

Sessizlik, Graham Greene ve pesimist Katolizm sularının da derinliklerine giden, her şeyden önce bir psikolojik meydan okuma hikâyesi

27 Nisan 2017 13:55

“Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.”
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus 7

“Kutsa beni Peder çünkü günah işledim.”

 

Şusaku Endo, 20. yüzyıl başı modern Japon edebiyatının önde gelen yazarlarından. Bununla birlikle, yerellikle sınırlı kalmayıp dünya edebiyatı sahnesinde yer bulan, Batılı olmayan ender isimlerden. Romanlarıyla ulusal edebiyat ödüllerini, en nihayetinde de Japonya Kültür Nişanı’nı alıyor. Küçük yaşta vaftiz edilip Katolik olmasının yanı sıra, romanlarının başlıca izleği de Katolizm. White Man / Yellow Man: Two Novellas​ (1954), A Life of Jesus (1973), The Samurai (1980) gibi romanları sıklıkla Graham Greene’in pesimist Katolizm duruşuyla birlikte ele alınmış, karşılaştırılmış. Ne var ki; en çok ses getiren, okunan, tiyatroya ve beyazperdeye aktarılan, Amerikalı yönetmen Martin Scorsese’nin de geçtiğimiz yıl beyazperde uyarlamasıyla yeniden gündeme gelen eseri, 1966’da yayımlanan ve aynı yıl Tanizaki Ödülü’nü de alan Sessizlik. Aynı zamanda Türkçeye de çevrilen tek romanı. Japoncadan mı İngilizceden çeviri olduğu belirtilmese de Sessizlik, Zeplin Kitap sayesinde Türkçede.

Sessizlik, Katolik kitap kulüplerinin favori romanları arasında olmakla birlikte, aslında Graham Greene ve pesimist Katolizm sularının da derinliklerine giden, her şeyden önce bir psikolojik meydan okuma hikâyesi. Roman, Katolizm temelli eleştirel yanıyla her ne kadar “gerçek bir Hristiyan inancını tazeleme” hikâyesi olarak okunmaya devam etse de, Sessizlik birey temelli derin bir ahlakî belirsizlik içeren, grileşen, grileştikçe okuma alanları genişleyen, arkasına da tarihî epik janrını layıkıyla dizen bir metin. Sessizlik’in İngilizce baskılarından birinin kapağında (Taplinger Publishing) Japon alfabesinden karakterlerin üzerinde çarmıha gerilmiş kırmızı renkte bir İsa görüyoruz. Romanın temel meselesini temsil eden çarpıcı bir imge. Türkçe baskının kapaklarının da gayet başarılı olduğunu belirtelim. Keza roman, 17. yüzyıl başında Japonya'ya misyonerlik faaliyeti için giden iki Portekizli Cizvit rahibin hikâyesini konu alıyor ve kitaba bir önsöz yazan Martin Scorsese'nin de değindiği gibi, Katolik inancı, Japon kültürü, Budizm, inanmak ve sorgulamak çatışmalarını etkileyici bir şekilde ele alıyor.

Sessizlik, Şusaku Endo, Çeviri: Rümeysa Nur Ercan, Zeplin Kitap

Japon edebiyatının Batılı bir edebî tür olan romanla tanışması Türk edebiyatında romanın yer buluşuna benziyor. Batılı romana ait teknik unsurların adapte edilmesi çok da zor olmuyor ancak içeriğe dair meselelerin, yerellikle Batılı olanın yetkin bir kurgu içinde birleşmesi için en azından yirminci yüzyılın ikinci yarısına gelinmesi gerekiyor. Şusaku Endo'nun "modern" olarak adlandırılmasına yol açan da kuşkusuz sadece Batılı romanın üslup özelliklerini etkili bir şekilde kullanması değil. Sessizlik'te yazarın rapor, mektup, günlük, tanıklık, farklı anlatıcılar, "bulunmuş metin" kullanmak gibi 18. yüzyıldan bu yana Batılı romanda yer bulan unsurlara başvurduğunu görüyoruz. Bunlar; anlattığı hikâyenin gerçeklik tonunun güçlenmesini sağlıyor. Ancak romana dünya edebiyatı niteliği kazandıran asıl unsurların başında yerellikten aldığı destek; Japon yazınının alametifarikası olan imge kullanımında ekonomik ama güçlü tavır, manzaranın öne çıkışı. Şusaku Endo, romanın başlığı da olan "sessizliği", resim sanatında ortaya çıkabilecek sessiz ama belagatli manzaraları, yazıyla canlı kılarak sağlıyor. Manzara içinde tekrar tekrar karşımıza çıkan kırmızı ve siyah çiçekler, başta çarmıha gerilen İsa olmak üzere, katledilen Hristiyanların kanlarının bulaştığı beyaz çiçekler imgesiyle çarpıcı bir görsellik oluşturuyor.

Cizvit rahiplerinin Japonya'daki misyonerlik faaliyetleri 16. yüzyılda Peder Francis Xavier'le güçlü bir şekilde başlamış, bu faaliyetler din adamlarının özellikle Nagasaki'de ipek ticareti de yapmasını kapsamıştır. Romanın geçtiği dönem olan 17. yüzyılın ikinci yarısında ise, Japon yerel yönetimleri Hristiyanlığın yayılmasına şiddetli bir direnç göstererek başta bölgedeki Portekizli rahipleri ve Hristiyanlaştırılan Japon halkını sistemli bir şekilde katleder. Japonya, kendi ülkelerinde sömürge yarışına giren Portekiz, İspanya, Hollanda gibi ülkelerle olan ticarî ilişkisini etkin bir şekilde denetlerken, Portekiz'le olan ticareti, tam da misyonerliğin yarattığı tehlike nedeniyle tamamen kesmiştir. Romanda anlatılan bir anekdot şu şekilde: Varlıklı bir Japon beyinin sarayında cariyeleri kıskançlık yüzünden şiddetli bir şekilde, durmadan kavga etmektedirler. Bey en sonunda, bütün cariyeleri sarayından kovar ve huzura erer. Japonya ve sömürgeci ülkeler arasındaki ilişki, aynı zamanda Japon kültürü ve Hristiyanlık arasında düşünülen, çok eşlilik- tek eşlilik temelli bir evlilik metaforuyla da sorunlaştırılıyor.

Shusaku EndoRomanı evrensel kılan bir diğer özellik ise bu çok belirgin, tek okumaya müsait görünen tarihsel gerçekliği, çetrefil bir bireysel çatışmayı odak noktasına alarak, kültürlerarası çatışmanın da okumalarını çoğaltmaya imkân vermesi. Japonya'ya gittikten bir süre sonra hakkında dinden döndüğüne dair bir duyum aldıkları hocaları Rahip Ferreira'nın izini bulmak ve tehlike altındaki misyonerlik faaliyetlerine güç kazandırmak için oraya giden Rahip Rodrigues ve Rahip Garrpe'nin yolculuğu, Joseph Conrad'ın tartışmalı klasiği Karanlığın Yüreği'yle birlikte düşünülebilecek pek çok noktaya sahip. Rahip Ferreira, tıpkı Kongo ormanlarının derinliklerinde kaybolup "şeytanî Batılı anti-kahramana" dönüşen Kurtz karakterini düşündürüyor. Roman, klasik "Batılı kahramanın yolculuğu anlatısı" görünümünde başlıyor. Ancak Rahip Rodrigues, sefalet ve vahşet içindeki "egzotik" diyarın, bir nevi "karanlığın yüreğine" daldıkça, asıl karanlık, rahibin iç dünyasında beliriyor: inanç ve sorgulamanın birleşerek doğurduğu karanlık. 1970'lerde Chinua Achebe, Karanlığın Yüreği'ne yepyeni ve sert bir eleştiri getirmişti: Ona göre Batı sömürgeciliğini eleştiriyor gibi görünen bu roman, Batılı kahramanın bireysel yolculuğu ve tekâmülüne egzotik bir arkaplan olarak Afrika coğrafyasını kullanıyor, ama en önemlisi romanda tek bir Afrikalı bile konuşmuyor; hiçbiri -insan olarak çizilmiyordu. Bu postkolonyal eleştiri, hâlen karşı ve artçıl eleştiriler üretmeye devam ediyor. Sessizlik'te de Rahip Rodrigues, ilk başlarda tamamen bir Batılı gözün gördüklerini görüyor: sefalet, çirkinlik, berbat yemekler, tiksinti, birbirlerine benzeyen yüzler, "hayvanlar gibi çalışan, yaşayan ve sonunda da ölen insanlar.” Özellikle de yolculuklarında onlara rehberlik eden, günah çıkarma eyleminin romanda bir leitmotif hâline gelmesini sağlayan, Yahuda timsali bir Japon- Hristiyan olan Kiçijiro karakteri, Batılı tiksintinin başlıca nesnesi oluyor: "kirli Japon gözleri", "domuz gibi yüzü", "yalaka, yaltakçı gülüşü", "fare gibi görünmesi", "sinek gibi ellerini ovuşturması" tekrar tekrar vurgulanıyor. Öte yandan, hikâye ilerledikçe Rahip Rodrigues, "Köylülerin bilgeliği, ahmak gibi davranabilme kabiliyetlerinde kendini göstermiş" dediği bir noktaya gelip çatıyor. Japon romanı Sessizlik'in anlatıcısı, Conrad'ın anlatıcısına benzer bir oryantalist bakış açısı sunduğu gibi, "Batılı kahraman" mitinin kahramanın içsel çatışması eşliğinde giderek yerle bir olduğu bir dile sahip oluyor. Bu söylem değişimi yine bir Batı anlatısı arketipi olan, tragedyalarda trajik kahramanın "hamartia"sı, tanrısal kibir üzerinden de gerçekleşiyor. Rahip Rodrigues, "evrensel hakikat" olarak gördüğü Hristiyanlığın ışığını karanlık dünyaya götürme gibi kutsal bir görevle kendini konumlandırdığı için, görevinin yüceliği ölçüsünde bir içsel sarsıntıyla karşı karşıya kalıyor. Rahibi küçüklüğünden beri takip eden İsa'nın yüzü imgesi, bu yolculuk sırasında bir nehrin yüzeyinde rahibin kendi yüzü yerine İsa'nın yüzünü görecek kadar Narkissosyen bir an bile yaşatıyor. Ne var ki; ondan talep edildiği üzere dininden dönmeyi reddetmesi yüzünden Japon Hristiyanların katledildiği bir ortamda Tanrı’sının boca ettiği büyük sessizlik; dirayet, inanç, sorgulama, özsaygı, "kahramanlık miti", ihanet, hakikat gibi değerleri sorgulamanın ağırlığı altında ezilmesine sebep oluyor. Tanrı’sının sessizliği ona ne söylüyor? İnancın içinden bakıldığında Tanrı’nın sessizliğinin, aslında şeytanî olan karşısında acı çekme timsali bir erdem, yeryüzündeki cennet suretine girdiği anlamına mı geliyor? Rahip Ferreira'ya gerçekten ne oldu? Doğuşta alınan isim mi, sonradan edinilen isim mi bireyi temsil ediyor? Günahı kim işliyor? Dönen mi, kalan mı, istila eden mi? En büyük erdem içinde arınma mı vardır, günah mı? Ülkemizde bu hafta gösterime giren Martin Scorsese uyarlamasından daha çok soru soruyor ve yeni okumaları hak ediyor Sessizlik.