Ölümle nefes alan anlatılar: Zakes Mda ve Kemal Varol’da ağıt, yolculuk ve iyileşme

"Zakes Mda ve Kemal Varol edebiyatında acı, ağıt, hayat ve hakikat, kendi ölüm kollarından üreyen, çoğalan rizomatik bir yapıda birbirine bağlanır. Her iki yazar da şiddet, ölüm ve travmanın sıradanlaştığı coğrafyalarda bireysel tarih ile toplumsal ve siyasi tarihi harmanlar ve bunu özellikle ağıt, yol, yolculuk temaları üzerinden yapar."

Ağıt biçimi ilk kez 1928'de Ali Rıza Yalman’ın Maarif  Dergisinde çıkan bir makalesinde mersiye anlamıyla halktan derlenmiş olarak görülür. Ağıt sözcüğünün kökeninin büyük ölçüde ağlamak fiilinde türediği düşünülür ancak buradaki yapısal ilişki çok belirgin değildir. Ermenice ağôt' աղօ  “dua veya yakarış” sözcüğünden de alıntılandığı düşünülebilir. Ağıt bütün eski kültürlerde yaygın bir gelenek olarak karşımıza çıkar. Örneğin Sümerlerde ölünün arkasından ağıt düzen grupları biliriz veya Eski Çin'de, ölenin ardından yedi gün yedi saatlik bir yas merasimini duymuşuzdur. Özellikle Eski Şinto ölü gömme âdetleri arasında ölüyü gömmek için mezara gidilirken, ağıtçılar kendilerini yerden yere atarak ağıt söylerlerdi ve bu ağıtlar çoğu kez manzumdu. Tibette ise yine ölünün başında Budizmin kutsal metinlerinden parçalar okunur ve eşzamanlı olarak ağıt yakılırdı. Toplumdaki icrasında cinsiyet rollerine göre dağıldığını gördüğümüz ağıt, erkek ölüyü gömerken genellikle kadın tarafından söylenir. Kadın, ağıtçı veya ağlayıcı, yırlayıcı olarak bir meslek edinir. Eski Yunanda, Yunan ve Roma sanatında ağlayan kadının, ağıt yakan kadının önemli bir yeri vardır. Bununla ilgili olarak, çoğumuz İstanbul Arkeoloji müzelerinde bulunan milâttan önce IV. yüzyılın ilk yarısına ait ünlü “Ağlayan Kadınlar Lahdi”ni görmüşüzdür örneğin. Veya Yahudi törenlerinde ölüyü gömerken yine yedi günlük yas süreci boyunca “şarkıcı kadınlar”, ağlayıcı kadınlar” ve hünerli kadınlar” kısa şiirler okurlar ve koro halinde haykırarak ağlarlardı.

Başkalarına ağıt yakarken kendi kaybına da ağıt yakıp kendiyle iyileşen, ağıt yakarak kendini yollara vuran, bastığı toprakla sağalan ve yeryüzüyle hemhâl olan iki farklı kitaptan bahsedeceğim bu yazıda. Her iki kitap da ölme biçimlerini farklı coğrafya, kültür ve dil düzlemlerinden geçirir. Bu anlamda sanki J. M. Coetzeenin şu alıntısı ile ortak noktada buluşur: Bir kitap, içimizdeki donmuş denizi kırarak açacak bir balta olmalı”[1].

Güney Afrikalı yazar Zakes Mdanın Adınla Başlar Hayat (Özgün dilinde Ways of Dying, 1995) ile Kemal Varolun Ucunda Ölüm Var (2016) romanları, hem toplumsal travmaları hem de ölüm gibi ucu keskin ve geri gelinemez bir kayıpla başa çıkmaya çabalayan karakterlerin bireysel yararlarını masal ve halk hikâyelerinden ve zaman zaman rüyalardan geçirerek dile döker; Coetzeenin söylediği gibi içimizi bir ağıda saklamışken donmuş denizimizi çözüp açar. Mda ve Varol ağıt yakan, ağıtçı olarak tarlalar, yollar, kasabalar ve şehirler aşıp başkalarının yasını tutarken  kendi kayıplarını düşünen karakterler üzerinden hikâye edilmiş metinler sunar okura. Her iki yazarı ayrı ayrı çok severek yıllardır inceleyip okurken, Mda ile Varolun metinlerinde ağıt ve anlatı, ağıt, yollar ve yolculuk, ağıt, şiddet ve umut temalarının kesişiminin izini sürmek hem bereketli hem çok heyecan verici. Zakes Mda ve Kemal Varol edebiyatında acı, ağıt, hayat ve hakikat, kendi ölüm kollarından üreyen, çoğalan rizomatik bir yapıda birbirine bağlanır. Her iki yazar da şiddet, ölüm ve travmanın sıradanlaştığı coğrafyalarda bireysel tarih ile toplumsal ve siyasi tarihi harmanlar ve bunu özellikle ağıt, yol, yolculuk temaları üzerinden yapar.

Asıl adı Zanemvula Kizito Gatyeni Mda olan ve 1948 yılında Güney Afrikada doğan romancı, öykücü, oyun yazarı ve şair Zakes Mda yirminci yüzyıl sömürge sonrası edebiyatın Güney Afrikada ve dünyadaki en önemli ve üretken kalemlerinden biridir. İlk oyunlarından başlayarak İngilizce yazmayı tercih eden Mda, edebiyat dünyasına adım atana değin bankada memurluk, öğretmenlik ve pazarlama gibi işlerde çalışmış ve ardından kendini yazmaya vermiştir. Güney Afrikada 1948 -1994 yılları arasında resmi devlet politikası olarak iktidarda bulunan Ulusal Parti hükûmeti tarafından uygulanan ve bu doğrultuda yasalar çıkartarak ırksal ayrımcılığı savunan Apartheid sistemine, Apartheid dönemindeki suç ve ölümlere, bu dönemin ardından demokrasiye geçişin getirdiği toplumsal eşitsizliklere ve sorunlara incelikli ve bilhassa toplumsal cinsiyet kavramını gözeten bir gözle değinir. Mdanın eserlerinde yerel ile küresel, geleneksel ile yaratıcılık, kurmaca ile toplumsal eleştiri ve yer yer de kuram muazzam bir biçimde birleşir. Onun neredeyse tekinsiz ama okuru ferahlatıp bütünüyle genişleten yazar müdahaleleriyle kasvetli mekânların nasıl sanatsal yaratıcılıkla dönüştüğünün izini süreriz. Ölüm kokan kasabaları, ucunda ölüm olan şehirleri, kendine daimi ağıt yakan yıkıntıları yaşanabilir kılar Mda. Kölelik ve ardından Apartheid rejimiyle yok sayılan siyahi öznenin, tanıklık edilen tecavüzlerin, ölümlerin teslim edilmemesinin, yangın yerinde umudun sivil erdeme evrilişinin önünü açar. Mdanın Adınla Başlar Hayat bunun en güzel örneklerindendir.

Adınla Başlar Hayat 1990'larda Güney Afrikadaki yıkıntı ve gecekondu mahallelerindeki mutlak yoksulluğun tam ortasında yalnız başına yaşayan Toloki adındaki karakterin yolculuğunu anlatır. Toloki yoksulluğunun ve onca ölümün içinde kendine yeni bir meslek icat eder: Profesyonel Yas Tutuculuk”. Fötr şapkayı andıran başlığı ve pelerine benzer siyah giysisiyle, bilinmezlik, şiddet ve ölümün her yerde kol gezdiği Apartheid sonrası dönemde kasabalardaki cenazelere giderek ağıt yakar. Gittiği cenazelerden birinde gizliden gizliye hep sevdiği çocukluk arkadaşı Noriaya rastlar. Norian genç oğlu Güney Afrikadaki şiddet ortamında katledilmiştir. Noria oğlunun yasını tutarken Toloki de onun için ağıtlar yakar. Çok geçmeden Noria da Tolokiye profesyonel yasçılık mesleğinde eşlik etmeye başlar; onunla birlikte köyden köye, kasabadan kasabaya tozlu yollarda yürür. Toloki ve Norianın yürüyüşünde derin bir acı ve haysiyet vardır; gittikleri köy ve kasabalardaki şiddet, suç ve etnik kargaşa ortasında bir anlamda barış elçisi görevini üstlenirler. Toplumsal ilişki ağlarına ve kurumlarına çoktan sirayet etmiş vahşet ve ahlaki çürümenin içinde umudu ve hayata katılmayı var etmeye çalışırlar.

Geçtiğimiz yıl son romanı Aşıklar Bayramını (2019) okuduğumuz Kemal Varolda artık izini sürmeye alıştığımız kader, keder, yas, hasret, sabır, heves, yollar ve dönüşüm motiflerini Ucunda Ölüm Varda esas hikâyede yakalarız. Varol, Jar (2011) ve Haw (2014) adlı iki romanında yarattığı ortak zaman-mekândan ve metinlerarasılıktan geçerek kaleme alır Ucunda Ölüm Var’ı. Okurun Jardan ve Haw' dan bildiği ve Ucunda Ölüm Varda kimi zaman soluklandığı hayali Arkanyanın sokaklarında ağıtlar yakılır bu kez. Romana her bölümün başında William Saroyan, J. L. Borges, Mevlana, Cahit Sıtkı Tarancı, Charles M. Shultz, John Fante, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlardan yapılan alıntılarla başlar Varol. Bu alıntılar ölümün nefes üflediği hikâyeler için birer örüntü niteliğindedir ve o bölümde çıkarabileceğimiz kıssadan hisseye gönderme yapar. Yirmi yaşındayken, saz aşığı Heves Ali tarafından terk edilen yaşlı bir kadının yaşadığı travmayı ve bu bireysel travmadan geçerek görünür kılınan memleket dramlarını kaleme alır Varol. Kendi yasını tutmanın çok kolay olmadığını bilen kadın, başkalarının ağıtlarını yakarak başkalarının acılarını, tıpkı Toloki ve Norianın yaptığı gibi, tozlu yollardan geçerek yolların kulaklarıyla dinler. Üstelik bu yaşlı kadın da üzerine kapkara bir elbise geçirir. Tek farkı elbisesinin üstündeki yırtıklarına düğümlediği renk renk çaputlarıdır. Yaşlı kadın her ağıt bitiminde ölülerin elbiselerinden kopardığı bir parça çaputu elbisesine, yırtıklarına düğümleyerek otobüslere, trenlere, vapurlara binip yeniden yollara dökülür. "Herkesin ömrünü hikâye ederken kendi ömrüne bir cümle kuramamış olan ben" diyen Ağıtçı Kadın, başkaların acısına cümle kurarken kendi kaybını da Malatyadan Konyaya sonra Bursadan İstanbula ve başka şehirlere taşır. Heves Alisinin gitmesinin ardındaki sırrı çözmeye çalışırken, modernleşme bunalımı içindeki Türkiye tarihinde şiddet ve ölümlerden, darbelerden, kimsesizler mezarlıklarından ve ötekileştirme politikalarından ince ince kesitler bırakır önümüze. Zakes Mda  ile Kemal Varol, ağıt yakılan kayıpların, yaşanan şiddetin sorumluluğunu okur olarak hepimize dağıtır: Kayıplara karşı sorumludur okur.

Ölme Biçimlerimiz, Umut ve İyileşme

“Ölüm her gün bizimle yaşıyor. Gerçekten de ölme biçimlerimiz, yaşama tarzlarımız aynı. Yoksa yaşam tarzlarımızın ölme biçimlerimizle eş olduğunu mu söylemeliyim?” diye yaşam ve ölüm arasındaki kardeşlikle başlar Adınla Başlar Hayat. Roman Güney Afrikanın demokratikleşme sürecindeki sancılı geçişi arka planına alır. Güney Afrikada Apartheid'ın bitimiyle gerçekleştirilen ilk seçimlerin üzerinden beş yıl geçmiştir. Bu değişim arifesindeki Güney Afrikada geçer roman. Apartheid dönemindeki sistematik ırkçılık nedeniyle siyahilerin (ve ötekileştirilen renkliler”,Doğu Asyalılar” ve Müslüman Hintliler”in) yaşadığı baskı ve zulmün, 1994te Afrika Ulusal Konseyi (İngilizce: African National Congress, kısaca ANC) adında merkez-sol çizgideki parti ve Nelson Mandelayla gelen demokratikleşme rüzgârında kolay kolay değişmeyeceğini anlatır okura. Başka deyişle, özgürlük hareketinin, Afrika Ulusal Konseyinin ve Güney Afrika elitinin (siyahiler de buna dâhil) neoliberal yaptırımlar üzerinden halkı yine eşitsizliğe sürüklediğinin altını çizer Mda.

Zira bu geçiş sürecinde bilhassa ekonomik eşitsizlik ve şiddet alevlenir. Tam da bu şiddet ortamında Apartheid sonrası herkesi sözde eşit sayan ütopik bir Afrika toplum tahayyülüne, esasen Afrika mitine karşı durur Mda. Apartheid sistemine dayalı ırkçı zihniyet ve zorbalığın mirası neoliberal hegemonya döneminde könden çıkıp kente ve endüstri bölgelerine ağıt yakmaya gider baş kahraman Toloki. Yollarda rastladığı gecekondular, şiddetle kol kola gezen eşkıyalar, Berci Kristinin uçan çatılarını andıran eğreti yapılar, kirli ve toksik su havuzunda oynayan çocuklar ve tüm bunların ortasında cenaze evlerinde yakılan ağıtlar, edilen danslar vardır Mdan dünyasında. Burada Mda, anlatıcının konumunu anonimleştirerek sözlü anlatımın ve yerel hikâyelerin imkânlarından çokça yararlanır. Yaşanan trajediyi, sınıflar ve hükümet otoritesi arasındaki çatışmaları, yoksulluğu sözlü gelenek ve halk hikâyelerinden, Afrika ritüellerinden devşirdiği anlatımla incelikle aktarır okura.

Toloki bu kendine mahsus mesleğe girdiğinde, ilkin umursadığı yalnızca maddi getirileriydi [...] Ama katıldığı iki ya da üç cenazeden sonra olaya bakış açısı bütünüyle değişmişti. Ölü için yas tutmak ruhani bir zanaate dönüştü. Kendisini Doğulu keşişlerin ışığı içerisinde görüyordu, onlar gibi duru olacaktı, hedefi buydu. Saygın müşterileriyle paylaşmak istediği bu duruluktu." (s. 17-18)

Köyden çıktığında tarlalar, kasabalar geçer. Kentlere doğru ilerledikçe profesyonel yas tutucu olarak ölüm ekonomisine katkıda bulunur Toloki. Ancak onunkisi insan eliyle gerçekleştirilen vahşeti ve kaybı teslim etme ve bir iyileşme arzudur:

"Ölümler ve cenaze merasimleri yol boyunca takip etti Tolokiyi. Mesela bir köyde tüm topluluğu yas içinde buldu. Önceki hafta kitlesel bir öfke nöbetiyle köylüler on adamın üzerine saldırmış, adamları dövmüş ve bıçaklamış, bir barakaya atıp barakayı ateşe vermişlerdi. Ardından hâyli zamandır topluluğa korku saçan bu haydutlara karşı kazandıkları zafer tezahüratları eşliğinde şarkılar söyleyerek yanan barakanın etrafında dans etmişlerdi. Öyle görünüyordu ki ölü yakılan odun yığınının üzerinde közlenmiş bu eşkıyalar bakire kızlara tecavüz etmekte, soygunculukta ve savunmasız topluluk üyelerini katletmekte ustaydılar. Polis bu çetecilere karşı harekete geçemiyordu, bu yüzden topluluk üyeleri bir araya gelip kendi adaletlerini uygulamaya karar vermişlerdi. Olay hakkında yazan bir gazeteciye göre, bu cinayet sanki akıllara durgunluk veren bir anda topluluğun ruhundan bir pisliği, çürüyen bir kolu kesip atmak gibiydi. Toloki oraya vardığında, bütün köylüler yaptıkları karşısında sersemlemiş hâldeydi. Savcı, hakim ve infaz memuruydular. Ama her biri biliyordu ki yanık et kokusu kefen gibi sarmıştı köyün üzerini sonsuza dek. Topluluk bir daha eskisi olmayacaktı ve köy halkı yaşamlarının geri kalanını sersem sepelek sürdürecekti." (s. 66-67)

Güney Afrika topluluğunun iyileşmesi, Apartheid şiddetinin mirasıyla yüzleşmesi ve içlerindeki kimi zaman örtük kimi zaman da bağıran suç ortaklığı meselesine kafa yorması zaman alır elbette. Fakirliğin, şiddetin ve baskıcı yönetimin ortasında düşman, dışarıdan gelmesi beklenen ve tahayyül edilen barbar değildir ama kişinin en yakınındakilerdir belki. Yıllarca aynı havayı soluyup aynı sudan içen köy halkının tutulduğu kitlesel öfke nöbeti buna işarettir. Toloki ve Noria ise yollar aştıkça hesaplanamaz kaybın ötesine geçmeyi en öncelikli amaç haline getirir.

Güney Afrikanın tarihine paralel giden bu başka hikâyede, Norianın çocukluğundan genç kadınlığa geçişini, isteksiz ve zorlu evliliğini, baskıcı aile ilişkilerini ve elbette patriarkal düzenin kadını evirip çevirip uysal özne haline getirişini okuruz. Ancak Noria da Toloki gibi bu düzene karşı inatçıdır. Tolokinin profesyonel olarak icra ettiği yas performansının yanında Norianın eşsiz güzel bir sesi vardır ve çok güzel  dans eder. Vardıkları köy ve kasabalarda ağıt yakılırken Noria da şarkı söyleyip dans eder. Köylerdeki yetim çocuklarla yakından ilgilenir. Kendi çocuğunun katledilmesine karşın içindeki acıyı başkalarının yarasına yeni duyarlılıklar geliştirme ve ihtimam (çare) gösterme yollarını araştırır. Buradan baktığımızda, ölme biçimlerini anlatırken aslında yaşama biçimlerini söyler bize Mda. Yolculuğun, ihtimamın, sivil bir eyleme evrilen umudun, toplumsal ve bireysel değişim için ne denli önemli ve esasen hayati olduğunun farkına varırız. Mdanın sanatsal yaratıcılığı da roman boyunca arkamızı yasladığımız, değişmez büyülü ve renkli bir duvardır aslında.

Ucunda Ölüm Var: Bireysel Acılardan Toplumsal Acılara Uzanan Yollar

Romanın baş karakteri isimsiz yaşlı kadınla, Son Ağıtçı’yla açılır metin:

"Ağıtçı Kadın, yerleri süpüren yırtık kara elbiseleri, bu yırtıklara düğümlediği renk renk çaputları, başına sardığı kara yazmaları, aslanağızlı asası, beline kemer niyetine doladığı kurt ve çakal kuyruklar, iki kaşının ortasıyla elinin tersindeki dövmeleri, bileklerine geçirdiği stres bileziği ve yırtık ayakkabılarıyla elli yıl boyunca kim nereden çağırdı hangi evden bir cenaze kalktıysa vakit sektirmeden ayaklanıp yollara düştü. Sanki dünyaya sadece ölülerin ruhunun selamete ermesi için gelen bu kadın, yıllarca denize kıyısı olan şehirlerden uzak dağ köylerine, kışları bir leke gibi yapışıp kaldığı diyarlardan kar yüzü görmemiş ovalara, bayındır ormanların çepeçevre sardığı nemli yurtlardan bir ejderha gibi alev kusan bozkır illerine varana değin cümle memleketi gezerken ne yollardan erindi, ne de artık takati kalmayan ayaklarından dert yandı. Kendisi gibi zamanla yaşlanan aslanağızlı asasına tutunup bir kiraz yaprağı gibi rüzgârın öne düşerken, çoktandır bir mezar yerine dönmüş Anadolunun kasaba ve şehirlerinde ağıtlar yaktı, senelerce ölülerin ruhlarına gül suyu ferahlığı verip kalanların kalplerinde biriken, âdeta bir irin halini alan acılarını akıtmalarına yardım etti [...] Gömlekler, ceketler, çorap ve mendiller, yazma ve kasketlerle allı pullu elbiseler yaşlı kadının ellerinde havaya yükseldi ve ağzının içinde bekleyen kederli kelimeler odanın içinde bir o yana bir bu yana döndü. Gözleri kurumuşların, içine atmışların, ağlamayacağım diye bin yemin etmişler ile taş kalplilerin bile gözlerini bir pınar gibi akıtıp senelerce cümle memleketin acısını aldı." (s. 6-7).

Memleketin her köşesinden gelen ölüm haberiyle yollara dölen Ağıtçı Kadın neredeyse ölenin diliyle konuşur, ölüyle bütünleşir. Ölüm-yaşam arasındaki sözde sınırı kaldırır Ağıtçı Kadın. Anadolunun sözlü anlatı geleneğinde bir duygulanım ezgisi olan ağıt, yaşlı kadının ağzında yeryüzüne nicedir sinmiş duygu kopukluğunu onarır. Bu anlamda, gerçekleştirdiği ritüellerle bir şamanı andırır yaşlı kadın. Kurtla kuşla, dağla ovayla birlikte ağlayarak birlikte ağıt yakıp ayrı bir şiir yaratır Ağıtçı Kadın.

Günlerden bir gün o çok sevdiği Heves Aliyi rüyasında görür: Ben öldüm, gel bul beni”  diyen Heves Ali onu Konyaya çağırır. Böylece Ağıtçı Kadın Konyadan Bursaya, İstanbuldan Erzuruma değin uzanan, ağıt diliyle yoğrulmuş bir umut yolculuğuna başlar. Haw ve Jar romanlarında Varolun vazgeçilmezi olan hayali kasaba Arkanyaya da uğramadan edemez Ağıtçı Kadın. Orada evlerinin resmini çizmek ve resim öğretmeninin baskısından kurtulmak için dağa çıkan Ümitin yürek yakıcı hikâyesine eşlik eder. Sonraki yolculuklarda birçok cenaze evinde ağıt yakar. Kimi cenaze evlerinde ölenin Heves Ali olduğunu düşünüp üzüntüden kahrolur ancak ölenin Ali olmadığını anlayınca ferahlar. Yine de ölen kişilerin acılarını üstüne giyerek başkasının sesinin duyulmasını mümkün kılar. Bursada ölüp mezarı Müslüman mezarlığı ile Ermeni mezarlığı arasındaki kimsesiz mezarlıkta salınan, 1915i, felaketi, yıkımı ve geçmişi hiç unutmayan” Artinin ağıdını yine Ağıtçı Kadın yakar. Ermeni bir taş ustası babanın oğlu olan Artinin dedesi de Setbaşında sonradan Şark Sineması adını alan Olimpos Sineması’nın sahibi olmuştur zamanında. Artinin ağıdı  Bursalı Ermenilerin yüzyıllara dayanan hikâyesini görünür kılar. Ağıtçı Kadın Artine ağıt yakmadan önce Artinin ağabeyinin ağzından dinleriz hikâyeyi:

"Artık yerinde yeller esen kilisemize geldiğimizde gözleri daha da doldu. Kilisemiz artık bir mezbeleden ibaretti. Ben yıllar içinde bu görüntüye bakıp dişimi sıkmayı öğrenmiştim ama o dayanamadı. O gün dudaklarını büzüp ıslıkla, besbelli hiç unutamadığı Gomidas melodisinden bir bölüm çaldı, sonra sessizce gözyaşlarını sildi. Ardından da tıpkı çocukluğumuzdaki gibi oflaya puflaya, artık her tarafını evlerin sardığı tepeye çıkıp geriye kalan mahallemize baktık… Birkaç sefer, lafı, sırrını surlarına fısıldadığı söylenen Diyarbakırdaki kardeşlerimize getirmeye çalıştıysam da faydasız, ağzını açıp tek bir kelime bile söylemedi. Ne oralarda kaldığını işittiğim tek tük Ermeniyle ilgili sorularıma cevap verdi ne de elli yılı nasıl geçirdiğine dair sorularıma bir karşılık alabildim." (s. 80-81)

Atalardan geriye kalan binlerce acı hikâyeye üçüncü şaman gözleriyle tanıklık eder Ağıtçı Kadın. Artinin suskusunda ve Gomidas melodisinde saklı kalan sürgünlüklere kendi kurduğu dille çare arar. Yıllarca Rumlardan Ermenilere yaktığı ağıtların ardından İstanbula ve ardından son durağı Arguvana, Malatyaya doğru yola çıkar Artinin ağıdından sonra. Elli yıldır yolunu gözlediği Heves Aliden hiçbir işaret bulamaz ve son ağıdını bu kez kendi için yakarken kendisinin yanına koyar ağırlaşan başını, adeta bir yastığa sarılır gibi kucaklar kendini. Bir rüya diliyle biter roman veya ağıttan bir rüyaya, ölüme karşı bir direnişe çekilir okur son satırlarda.

Zakes Mdayı ve Kemal Varolu içinden geçtikleri dil, kültür ve coğrafya farklılıklarını gözeterek ama yan yana okumak, ağıt kültürleri ve ağıt dillerininin zenginliklerine, inceliklerine daha yakından bakmak için bereketlidir. Aynı zamanda, keskin hatlarla ve simetrilerle örülü karşılaştırmalı bir okuma yapmaktansa böylesi bir yan yana okuma pratiği, kayıp ve öm acısı karşısında bireysel ve toplumsal travmalarda ağıdın mümkün kıldığı çok çeşitli umut devşirme ve yekpâre olmayan iyileşme biçimlerinin de önünü açar. Tam da bu nedenle ben bu metinleri tıpkı Yaşar Kemalin Ağıtlar”[2] yazısında söylediği gibi öm acısını yeğnileten ve ölüme karşı etkili direniş gösteren rizomatik anlatılar olarak yorumluyorum. Nora ve Tolokinin geçmişi yolda ve satır aralarında açılırken, Güney Afrika tarihi, kölelik, Apartheid, yersiz yurtsuzlaştırma siyaseti de ilmeklerini çözer. Ağıtçı Kadın Heves Aliyi aramak için yollar aşındırırken aslanağızlı asasını Türkiye hakikatine doğru çevirir. Böylelikle, süregiden değişimlerle, kolektif bellek yitimi veya toplumsal amnezi üzerinden ama yeniden hatırlayışlarla sanki bir tür karşı-hafıza metinleridir Mda ve Varolun romanları. İyileşmeye göz kırparlar.



[1] Jane Poyner, J. M. Coetzee and the Idea of the Public Intellectual, Athens Ohio, Ohio University Press, 2006.

[2] Yaşar Kemal, Ağıtlar: Folklor Derlemesi, Istanbul, Yapı Kredi Yayinlar, 2008.