Ölü Hegel’e bir okuma önerisi: Tutunamayanlar

İntihar etmiş bir arkadaşının yaşamını okuyan ve bunun üzerine kendini de anlamaya başlayan, böylelikle başkalaşan bir karakter; sanıyorum Hegel’in çok hoşuna giderdi...

20 Ekim 2016 14:00

Tutunamayanlar Almancaya çevrildi. Büyük adamların ölmeyeceği kabulünden hareketle bu işe Hegel adına çok seviniyorum. Nedenini anlatmaya çalışayım.

Giriş yerine

“Beni anlamıyorlar!” diye çırpınaduran varlığımız için, “yazar” imgesinden daha ilhamlı ne var, bilemiyorum. Gönülçelen bir “Tıpkı ben!” deneyiminden sonra, bir fotoğrafını gördüysen az çok hayalini kurabiliyorsun yazarının: bir masanın başına oturtuyorsun, karizmatik birkaç detayla süslüyorsun filan. Okur ve yazar arasındaki bu, dehşetli bir arayışa yaslanan sırlı ilişki gençken benim için Oğuz Atay demekti.

Tutunamayanlar, Oğuz Atay, İletişim YayınlarıFilozof ise, bambaşka bir deneyim sunuyor galiba aciz var oluşumuza. Korku diye bir şey başlıyor olmaya: Çünkü dünyada bir “onun” düşündüğü –en azından “bu” şekliyle-, anlatmak için de kendine özel bir dil kurduğu bir içerik var karşımızda. Bu kadar bireysel bir içeriği “anlamanın” ancak tam o kişi olmakla mümkün olacağı hissine kapılıyor kişi –ya da ben kapılmıştım. Hele felsefe alanında öğrenci olmak çok gülünç bir kıvranışa dönüyor bu durumda. Arka arkaya: Senin pek anlamadığın bir filozofu eleştiren, az çok kafanda bir şey canlandıran yeni bir filozof; sonra o ikinciyi de aslında hiç anlamadığını fark ettiren biraz daha anlaşılır görünen bir yenisi; sonra hepsiyle birden dalga geçen çok büyüleyici bir adam. Benim uzun takılı kaldığım bir halka, Hegel olmuştu.  

Bu okuduğunuz, Oğuz Atay’ı ve Hegel’in Tarihte Akıl’ını okumamdan birkaç yıl sonra Tutunamayanlar üzerine yazdığım yüksek lisans tezimde “ek” olarak kullandığım bölümü, en iyi anlayacağım dilde yeniden yazma girişimimdir. Amacımsa, “kuramsal okuma” addedilen, benimse pek hoşlanmadığım şeyi yapmak değildir: Tutunamayanlar’a ilişkin “Şurası Hegel’e uyuyor; demek ki ….” şeklinde, gördüğünüz boşluğa yazılacak büyük bir iddiayı içeren bir yazı olmayacak bu. Filozofu bildiği romanda açıkça görülen Oğuz Atay’ın ihtimal ki planlı olarak, Hegel’in tarihte bir ilerleme gören tasarısına ne kadar hoş ve zihin açıcı yeni semboller bulduğunu göstermektir, olsa olsa.

I. Hegel ne diyor?

Hegel’in Tarihte Akıl’da ortaya koyduğu, bir tarih tasarısıdır. Masalsı, abartılı, soyut. Bir kar topunun yuvarlanışı gibi: İşin içinde önce beyazlık var; sonra çakıllar, otlar, türlü çer çöp. Sonra kocaman olduğunda, yuvarlandığı bayıra bakıp kendini bir uçurumdan atacak. Başlangıçta hiçlik var; sonra Mutlak varlık kendini yavaş yavaş görünür kılıyor, “açıyor.” Bir görünmezlikken savaşlardan, açlıktan, kötülükten, hırslardan kurulu koca bir resme dönüşüyor: tarihe.

Hegel’in felsefesinin, temel bir gerçeğe dayandığı görülüyor: “İnsanın kendisiyle ilgili bir bilgisi vardır, burada hayvandan ayrılır. O düşünendir, düşünme ise genel-olanın bilinmesidir. Düşünme yoluyla içerik yalınlaşır, insan da yalınlaşır, içsel, kavranılır bir şey olur.” (61) Evet, düşünebiliyoruz, tamam. Ama burada önemli olan, düşüncemize kendimizi konu edebiliyor oluşumuz. “Kendiyle ilgili bilgisi bulunan insan” dediği şey, başta söylediğimiz kar topu oluyor: Büyüyor, genişliyor ve “mutlak akıl,” “saf varlık,” “geist” gibi koca koca laflarla adlandırılan bir kişileştirmeyle çıkıyor karşımıza. Bu soyut ve devasa “kişi” için şunu diyor Hegel: “Tinin kendisine ilişkin ilk bilgisi insan bireyi kılığında duyumsayan bir varlık olmasıdır.” (61) Kılık, ilginç bir benzetme değil mi? Nitekim tarihin bir tiyatro sahnesi gibi anıldığına Tarihte Akıl’da sıkça rastlayabilirsiniz.

Neden “tarih” ama? Filozofun bir tarih tasarısı ortaya koyduğunu söyledik. Bunu neden yapıyor? Hak vermemek mümkün değil ki: tarih, doğaya eklenmiş en insani şey. Eylemi felsefedeki anlamıyla, hayvanlarda da rastladığımız “davranış”tan ayırarak, “bir ereğe dayalı davranış” olarak kullanarak diyebiliriz ki tarih, eylemler içeriyor, eylemler birikimini; yetmezmiş gibi onun üstüne düşünen etkinliğin adı da oluyor. Hatırlayalım, yola çıkarken insanın düşünen varlık olmasını önemsemişti Hegel. Kaçınılmaz olarak da işte, insana özel olduğunu düşündüğü özün en canlı alanı tarihi seçiyor. Hatta belki çok daha kolayca, insandan bahsedeceği için gidip onu oynadığı sokakta buluyor, demeliyiz.

Die Haltlosen, Oğuz AtayMaddeyi madde yapan ağırlıkken, tini tin yapan şey özgürlüktür filozofa göre. (59) “Tin” dediği şeyi insana özgü ruh / düşünme gibi ayrıştırıcı özelliklerin bir toplamı gibi düşünebiliriz. Madde, bilinmeye muhtaçtır. İnsansa kendi kendisini bilebilir. Bu nedenle de madde gibi bir başka şeye bağımlı değildir, özgür olmaya eğilimlidir. Tabii bunun bilincine vardığında özgür olacaktır. Yani tözümüzün özgürlük olması her birimizin yalnızca insan doğarak özgür olduğumuz anlamına gelmiyor. Bir imkân, bir şans olarak taşıyıcısı olduğumuz özgürlük bazılarımızda daha görünür oluyor mesela. Bu nedenle tek tek bireylerin hayatı, toplamda da tarih “henüz” bir özgürlük hikâyesi değildir. Tüm yaşanan yaşandıktan sonra, hepimizde azıcık temsil edilen mutlak akıl oturup düşünecek ve özgürleşecektir. Varlığın bir pazar günüdür bu Hegel’e göre.  

Doğulular tinin ya da tin olarak belirlenen insanın kendinde özgür olduğunu bilmezler. Bilmedikleri için de özgür değildirler. […] İlk olarak Yunanlılarda özgürlüğün bilinci doğmuştur ve bu yüzden de Yunanlılar özgür olmuşlardır; ama onlar da Romalılar gibi, kendisiyle tanımlanan insanın değil, yalnızca bazı kişilerin özgür olduğunu kabul ediyorlardı. […] Hıristiyan dünyasında ilk olarak Cermen ulusları, insanın insan olarak özgür olduğunu, tin özgürlüğünün insan doğasını meydana getirdiğinin bilincine vardılar. (66-67)

Demek ki tarih, bir olaylar yığını gibi görünmekle beraber tuhaf bir biçimde bir tür anlamanın adım adım geliştiği, bir bilincin git gide belirginleştiği bir süreçtir. Mutlak bir akıl, tarihte kendini göstermeye çalışıyor. İslam’da Allah’ın “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek istedim” dediğine inanılır. Hegel’in zihnindeki mutlak akıl da benzer bir nedene dayanarak görünür olmaya başlıyor; bir farkla: o kendisince bilinmek istiyor.

“Moment,” Hegel’in önemli bir kavramı. Saf, soyut bir varlık olan “mutlak akıl” / “tin” / “geist” tarih sahnesinde türlü kılıklara girerek görünür olur. Çünkü Hegel özgür olabilmeyi, kendini nesne edinip özgür olabileceğini fark etmekle mümkün görüyor. Saf varlık da o yüzden aynaya bakıyor, diyebiliriz. Aynada göreceği şey de “görüntü” olmalı, somut varlık olmalı. Doğadaki çeşitlilik, cabası.

Tinin tarih esnasında görünür olduğu her bir forma moment deniyor. Momentler arasındaki ilişki de, Doğu uygarlıklarında hiç olmayanı Cermenlerde var kılan gelişmeyi doğuran bir ilke, hayatın ilkesi, her şeyin kendine göre davrandığı usul: diyalektik.

Bir şeyin, içinde imkân olarak taşıdığı zıddını doğurması. Kendisinin “bu” hâliyle zıddıyla ilişkiye girmesi ve ortaya ikisinin de üstünde yeni bir başlangıç noktası ortaya çıkması. Daha meşhur ifadesiyle: tez, antitez, sentez zinciri.

Hegel’in bahsettiği en “baba” diyalektik, saf varlığın tarih öncesinde hiçlikken, tarihe varlığı doğurmuş olmasıdır. Tarih boyunca çekilen tüm sancılar da tezle antitezin mücadelesidir. Sonuç, bahsettiğimiz bilinçlenme günü yani tarihin sonundaki geri dönüp bakma anı olacaktır. Hiçbir momentte tamamen içerilmeyen, tarih öncesindeki hiçlikte zaten tabii ki içerilmeyen tam bir bilince, “Tin”e erişme. İşte Hegel’in sözü buydu. Hıristiyanlıktaki teslis şemasını da bu açıdan beğeniyordu:

Hıristiyanlıkta Tanrı kendini tin olarak açtı: önce baba, güç, kendini henüz saklayan soyut genellik olarak, sonra da kendi nesnesi, kendisinden başkası, kendi ikiliği, yani oğul olarak. Bu kendisinden başkası aynı zamanda doğrudan doğruya kendisidir: o burada kendisini bilir, burada kendisini görür- işte bu üçüncü olarak bu kendisini bilerek görmeyle tin kendisi olur. (63-64)

Tin’in taktığı birer parmak kuklasına dönüştüğümüzü görüyoruz. Bu üst belirlenim karşısında, bir de özgür dediği insanın “birey” olarak şansı ne kadardır? İrade ne olacak? Hegel’e göre, kandırılıyoruz. Yüce bir ideale doğru akan tarih nehrinin kurumaması bizim de yerimizden memnun olmamızı gerektirir filozofa göre. “Tutku” geliyor gündeme. Tutku, garip bir şekilde Tin’in kendini var etmede kullandığı bir araçtır. “Etkin olan bireylerin tatmini olmaksızın hiçbir şey meydana getirilemez.” (86) Tinin kendisi ile insan tutkularını dünya tarihi adlı halının atkı ve çözgüleri olarak görür. (87) Biz tutkularımıza göre eylerken sihirli biçimde Tin’in hedefine doğru da gidilmektedir. Her nasılsa bizim tutkumuz, onun amacına da uygundur. “Karşıtların arasındaki savaşa katılan, tehlikeye atılan, genel ide değildir: o saldırıya uğramadan, zarar görmeden arka planda kalır, yıpransınlar diye özel tutkuları cepheye yollar. Tutkuları kendi amacı için kullanmasına usun hilesi denilebilir.” (108)

Zannediyorum Tutunamayanlar’da gördüğümü gösterebilmem için bu kadar bir tanışıklık yeterli olacak.

II. Kitabıma vuran gölgeler

Tarihte Akıl’ı okumuş bir kimsenin Tutunamayanlar’ı merakla karıştıracağı bir saat içinde görmesi mümkün şeylerden söz edeceğim önce. Bunlar, bende bu mevzuya yakından bakma ihtiyacı doğurmuş şeylerdir. Bir kapıdan girmek olarak düşünebiliriz bunları.

İlk olarak, Oğuz Atay’ın Hegel bildiği, romandaki kasap Hegel hikâyesinden anlaşılıyor. Selim Işık ve Süleyman Kargı tarafından yazılan şarkılarda geçen, “İzin ver Selim biraz, Hegel, Fichte diyelim, / Felsefeye ilişkin bir de ekmek yiyelim” (117) dizelerinin açıklamalar kısmındaki karşılığı, bahsettiğimiz hikâye. Gustave Willibald Franz Hegel adlı filozof Hegel’in çağdaşı –ondan dört yaş küçük- bir kasabın, mesleki bir dergide yazdığı yazının altına attığı “G. W. F. Hegel” imzasını gören ve ilk anda filozof Hegel zanneden Heinemann ile yollarının kesişmesini, seneler içinde bir felsefe profesörü olup ömrünün sonundaysa bu hayattan pişmanlık duymasını anlatıyor. Kasap Hegel’in yazdığı bir yazıda geçen, “Tarihin o göz kamaştırıcı akışı içinde bütün aşırı akımların, sonunda ılımlı bir bileşime yol açması tek tesellimizdir” (178) cümlesinden Oğuz Atay’ın zihninde Hegel’in ilerlemeci tarih tasarısına dair temel düzeyde de olsa bilgiler bulunduğunu sezebiliyoruz. Kasap Hegel’in yazmaya yönelmesinde ittirici kuvvet olan mesleki derneğin ikinci başkanı Josef Georg Fichte tipi de dikkate değer. Zira doruğunu Hegel’de bulan Alman idealizminin duraklarından biri de Johan Gottlieb Fichte’dir.

İkinci olarak, aslında romanı karıştırırken ilk rastlayacağımız şeyden bahsedeyim: “Sonun Başlangıcı” başlığından. Tarihin sonunun Tin’in saf bilince ereceği, özgürlük olanağını tam bir özgürlüğe dönüştüreceği bir yaşamın başlangıcıydı Hegel’e göre. Bu öyle bir başlıktır ki, sanki birazdan bize Hegel’in tasarısı anlatılacak.

Üçüncü olarak, tüm romanın üzerine düşmüş geniş bir gölge, tiyatrodur. Atay’ın sadece Tutunamayanlar değil, Tehlikeli Oyunlar’da da –hatta orada daha da fazla- kullandığı, heyecan içinde oyunlar yazan ve bunları hayati önemde gören karakter ögesi, Hegel’in Tin’i bir tiyatro sahnesinde görmesini elbette anımsatır.

Beri yandan, “Olay, XX. Yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı” (25) diye başlayan ikinci katmanda –bu katmanları az sonra açacağım- , özellikle Selim’in yazdıklarında parodi sayılabileceğini sandığım bir tarihselleştirme vurgusu var ki “tarih” kavramını romana içkin kılıyor.

Her ne kadar Tarihte Akıl ile romanı yan yana düşünmekten bahsediyorsam da, Hegel derslerinde dinlediğim köle efendi diyalektiği meselesinin romandaki izini de yok sayamam. Efendi-köle arasındaki gerilimli ilişkiye odaklanan bu mesele, “efendim” diyen Olric’le Turgut arasındaki tuhaf ilişkide bence muhakkak akla gelecektir. Turgut’un Olric sayesindeki dönüşümü ve “yeni bir Turgut” görmemiz, Tinin Fenomenolojisi’ni de okumuş birinin analiz ederse bizi sevindireceği bir nokta olarak karşımızda duruyor.

Tutunamayanlar’ı bir saat kadar evirip çevirince bunlar görünüyor, demiştim. Acaba, yakından bakınca neler oluyor?

III. Satırların arasında

Vüs’at O. Bener, Oğuz Atay için hazırlanmış bir belgeselde Tutunamayanlar’ı ilk okuduğunda hissettiklerini anlatıyordu. Kısaltmak lazım, diye düşünmüş. O kadar uzun, karmaşık ve dağınık gelmiş ki. Bana kalırsa bu üç kavram anlaşılma sevdasıyla yazar peşine düşmüş okur için çok cazip. Aşırı derli toplu, aşırı net ve kendinden emin metinlerin korkutuculuğu yanında –bunlar, başta bahsettiğim felsefe metni etkisine yaklaşıyor bu hâlleriyle- Tutunamayanlar, sabaha dek süren bir arkadaş sohbeti izlenimi veriyor. Konuşuyor konuşuyor, içinden çıkamıyor; dertlendikçe dertleniyor; sabaha karşı da yaylar gevşedikçe kahkahalara boğuluyorsun ya, tam öyle bir şey. Bu “yığın” hissinin kendisi bana Hegel’i hatırlatıyor mesela. “Ne yaşandıysa yaşanmış” bulunan tarih, Tin onu değerlendirmek üzere eline aldığında işlenmemiş bir metin gibidir. Savaşlardan, açlıktan, tutkulardan, hırslardan, yanlış yahut doğru kararlardan, büyük adamlardan geçilmeyen bir yığın. Latincedeki res gestae (meydana gelen olaylar) ve historia rerum gestarum (olanların anlatısı) arasındaki ayrımı anımsayabiliriz. Romanın anlatım tarzı, Hegel’de “tarih” denen şeyin yaşamı imleyen özüne bu açıdan pek benziyor. Hepsi kendine göre birer res gestae koyan herhangi bir romanda yok mudur peki bu benzerlik? Yoktur, çünkü olayların anlatılmasını değil dağınıkça bir araya getirilmesini vurguluyorum. Hegel’de de mesele bir şeyler yaşanmış olması değil bunların bir gün “işlenmeye” muhtaç olmasıdır.

Tutunamayanlar, “Sonun Başlangıcı” başlığı altında “Turgut Özben adlı genç. Bir mühendisin kaybolmasıyla ilgili haberler, günlük gazetelerin dördüncü ya da beşinci sayfalarında yer aldığı zaman ben yurt dışında bulunuyordum” (17) diyen gazeteciyi merkeze alan minicik bir anlatı katmanı ile başlıyor. Yanına eklenen “Yayımlayıcının Açıklaması” başlıklı bölümle tamamlanan bu katmandaki hikâye önemli: Turgut gerçek yaşamına dayanan bir kitap yazmış, trende tanıştığı gazeteciye yayımlarsa diye yollamış. Gazeteci gerçek kişilerle yaptığı görüşmelerden sonra isimlerde bazı değişiklikler yapmış ama metinle çok da oynamamış. Turgut’un hikâyesini saran bu ince katmanı, bir parantez diye düşünelim. Sonra da şemayı tam çizelim: Turgut’un intiharıyla sarsıldığı arkadaşı Selim’in hikâyesi: Birilerinden dinlenenlerden, Selim’in günlüğünden ve Turgut’un anımsadıklarından kurulan bir hikâye ve o da Turgut’un hikâyesi tarafından sarılmış, paranteze alınmış. Bu şekilde üç katman var. Zaman sırasına koyarsak Selim, Turgut ve gazeteci. Burada beni en çok heyecanlandıran temsil yatıyor:

Zaman sırasına koyduktan sonra şunu hemen görebiliriz: Selim Işık, Turgut Özben ve gazetecinin ortak bir yanı var: Üçü de “işliyor”. Selim okuduğu romanlar üzerine kafa yorarak, onlara dair ögeleri kullandığı oyunlar yazarak çok yönlü bir işleme etkinliği içinde bulunuyor. Turgut, intiharına şaşırdığı, bundan da pek tanımadığını anladığı arkadaşı Selim’in yaşamını araştırarak zihnindeki Selim imgesini işliyor, dönüştürüyor. Bunu Hegel’in Tin’i gibi “yaşamın sonundan” başlayarak yapıyor üstelik. Gazeteci ise Turgut’un metnini işliyor, onunla oynuyor. İşte şimdi heyecanlanıyorum yavaş yavaş:

Hegel’in diyalektik ilkesiyle mümkün gördüğü ilerleme fikrini anımsatan bir yan var bu üçlüde. Selim’in okuduklarını işleyişi onu “böyle biri” yapıyor ve intihara sürüklüyor. Onun “böyle biri oluşu,” bir bakıma antitezi olan –“burjuva” ve “evli” çünkü- Turgut’u doğuruyor. Turgut, Selim’den önce var elbette ama “Selim’e benzemeyen biri” olarak Turgut ancak Selim’le yapılacak bir karşılaştırmada söz konusu. Ayrıca romanın mevzusu zaten Selim’den sonra Turgut’un “tutunamayan”a dönüşümü. Bu nedenle onu bir antiteze benzetmek mümkün sanki. Gazeteciye gelirsem, o da Selim ve Turgut’un hayatlarının bileşkesini zihinde taşıyor ve ek olarak kendi yaşamı var. Yani Selim’le Turgut’u çok Hegel’ci bir deyişle “kapsayarak aşıyor”. İlerleme de nerede biliyor musunuz: Selim intihar ederken, Turgut kaybolurken; gazetecinin yalnızca profesyonellikle bu işlere yaklaşıyor oluşunda. Selim’le Turgut varoluşsal bir savaşla, acılarla –tarihteki savaşlar, acılar gibi tıpkı- işleyeceklerini işlerken gazeteci masa başında “Tin” “ustalığında ve sakinliğinde yapıyor bunu. İlerleme, bir sağalma gibi çıkıyor karşımıza.

Biraz daha içerilere girince de dikkatimi çeken hoşluklar yok değil. Tabii, aradığım için buluyor olma ihtimalimi askıda tutuyorum. Ama buradan büyük bir iddiayı çıkarmadığım için gönlüm rahat, velev ki “Özellikle aradım, şunları buldum” diyorum.

Romanda, diyalektik kutupluluğu hatırlatan bir hâkim yapı olduğunu sanıyorum. “Gerçeklik” ve “metin” kavramları arasında, “onlar” ve “ben” arasında, “şarkı” ve “açıklama” arasında bu anlamda bir gerilim bulunduğunu söylemek mümkün. Şarkı ile açıklamanınkini biraz açayım mesela: Selim’in şarkılarının ilhamı peşinden gidilerek kurulan bu metinlerde şarkıları açıklama çabasını “aşan” bir yan var. Yeni hikâyeler, Selim’in ne dediğini anla(t)maya hizmeti olmadığı düşünülebilecek türlü tuhaflıklar. Bir anlatı sirki kuruluyor âdeta. Bu durumda, şarkılarca doğurulmuş ve onları hem kapsayıp hem aşan bir şey olarak şarkıların diyalektik süreci hatırlatması kaçınılmaz gibi işte. “Gerilim”den kastım bunlar için bu canlılık.

Gelelim, “gerçek” ve “metin” / “onlar” ve “ben” kutuplarına ilişmiş bir başka şeye. Kendini o arkadaştan öbürüne savuran, bir anlaşılma ihtimali peşinde yazıp karalayıp yazıp karalayıp intihara doğru ilerleyen Selim Işık için “onlar”ın “ben” üstündeki yıkıcı etkisi önemli. Metinler ve gerçek arasındaki uyuşmazlıksa cabası. Abdülhamit’in, Hitler’in, Osman Hamdi Bey’in, Maksim Gorki’nin, Ziya Gökalp’in, Namık Kemal’in, Alpaslan’ın kahramanı olduğu karman çorman oyunlar (232-240) yazan Selim’in zihnindeki yığın, yükü yetmezmiş gibi bir de gerçek hayatın hiç de romanlara benzememesi fikriyle acılaşır. Burada gerçekte saf bir akla uygunluk arama temasını görmek, Hegel’i bir daha anımsamak mümkün gibidir.

Bir türlü okuduklarına dönüşmeyen bir gerçeklik ve idealindeki ahlaklılığa evrilmeyen kıyıcı bir düzen karşısında sorunlu çocukluğuna sığınan Selim’in oyundan başka yaşayacak yeri yahut oyundan başka ayakta durma metodu kalmamıştır. Babası-kendisi diye başlayan kutuplaşma, hayatının ilkesi gibi durmaktadır. Selim, baktığı yerde onu görür: Turgut’un burjuva sakin yaşamı-kendininki; git gide tüm insanlık ve kendisi; gerçek ve okudukları; gerçek ve yazdıkları; oyun ve gerçek; kendisinin kaptırmışlığı, arkadaşlarının sakinliği, vs. Gelin görün ki tarihin ilkesi diyalektik ilerlemeye yol açacak bir yenilik enerjisi doğururken Selim için bu kutuplar, onun varlığını sıkıştıran birer mengene olmuş ve onu sonunda yok etmiştir.

Değinmek gereğine inandığım son bir şey var. Turgut’un Selimleşmesi.

Beni yolumdan çeviremeyecekler Olric! İnsan Selim olduktan sonra ne yapsa olur, anlıyor musun Olric? Anlıyorum efendimiz. Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur Olric. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur. Dikkat et oğlum Turgut: bunu gözden kaybetme sakın. Seni aldatmalarına izin verme. Selim, kimin ağzından konuşursa konuşsun, ne önemi var? Onu bir kere öldürdünüz. Buna bir daha fırsat bulamayacaksınız. Birinci ölümünden temizleyeceğim onu, ikinci gelişini sağlayacağım böylece. (416)

“Selim olmak,” ilginç bir nokta. Herhangi bir kişinin Selim olamayacağının, hatta belki de o kadar insanın bir araya gelseler dahi bir Selim etmeyeceği düşüncesine kapılan Turgut için “Selimleşmek,” romanda “tutunamamak” diye adlandırılan hâle girmek demektir. Bu da, Tin’in yürüyüşünü andıran bir tempoyla tarihte yürüyen ve çeşitli momentlerde kendini açan bir nevi “özgürlük” ilkesini, belki romandaki bağlamda toplumsal örüntü içinde anlatır. Selim’de ilk kez somutlaşan ama bu denli ıstırap içinde olduğuna göre mükemmelliğine kavuşamadığı anlaşılan, zaten adı da “tutunamamak” olan bu ilkenin Turgut’ta tekrar temsili ve Tutunamayanlar Ansiklopedisi’nde çok daha fazla parçaya bölünmesi çok keyifli bir temsile dönüşüyor. Selim’den gazeteciye doğru giderken bir sağalma gözlediğimizi de hatırlarsak gittikçe “bir parça daha az ıstıraplı” ve en azından intihar etmeyen karakterlerde görünür olan romanın Tini, gazetecide masa başına oturmuş sakince olan biteni düşünmektedir.

Sonuç yerine

“19.yy’da Felsefe” dersinin final sınavında, Hegel sorusunu yanıtlarken Tanpınar’ın meşhur dörtlüğünü almıştım: “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare geniş bir anın / Parçalanmaz akışında” diyen. “Burada Tin konuşuyor gibidir” demiştim. İşte, Tutunamayanlar’da gördüğüm de böyle bir şeydi.

Tin’in ağzından şiir yazsa bu kadar tasavvufu çağrıştıran bir şey çıkar mıydı, bilemiyorum; fakat Hegel tarih tasarısının romanlaşmasını isteseydi, bir şema filan çıkarsaydı, bence bu şemanın Tutunamayanlar’a benzer tarafları olurdu. En azından intihar etmiş bir arkadaşının yaşamını okuyan ve bunun üzerine kendini de anlamaya başlayan, böylelikle başkalaşan bir karakter; sanıyorum, çok hoşuna giderdi.

Bu yüzden ölü Hegel’e, Tutunamayanlar’ı mutlaka öneriyorum.

 

Kaynaklar
Atay, Oğuz, Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.
Hegel, G. W. F. , Tarihte Akıl, Çev. Önay Sözer, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2003.