Neden polisiye? Neden sol siyasî polisiye?

Adı konulmuş ya da konulmamış diktatörlerin ve diktatörlüklerin sayısı arttıkça, içinde yaşadıkları bu rejimlerin yol açtığı yıkımları, politik baskıları anlatan yazarlar da çoğalıyor

Polisiye romanın ve onu da kapsayıcı, daha kabul gören bir adlandırmayla “kara roman-roman noir” türünün, klasik edebî roman türü ile illiyeti konusu uzun yıllar boyunca tartışıldı.

Bakmayın siz James Ellroy’un Dostoyevski’yi hiç okumadığını söylemesine. Dostoyevski’nin üç başyapıtı Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Ecinniler, kitap kurtları tarafından birer kara roman olarak da okundular, ciddi edebiyat eleştirilerinin konusu oldular, bu türün birçok yazarı tarafından referans olarak alındılar. Tıpkı Franz Kafka’nın da sayısız bilimkurgu yazarının idolü olması gibi. Kısaca, edebî roman/kara roman/polisiye/suç romanları, kendilerini tanımlayabilmemize imkân veren ayırıcı özellikler taşısalar da, sınırları sık sık birbirine karışan türler.

İlhamını büyük ölçüde klasik edebiyattan alan ve onun içinde doğan kara roman ve bilimkurgu romanlarının aksine —bu iddiayı, henüz burada olmayanın tasavvuruna ve onun seçilmiş bir uzama yerleştirilmesine dayanan bilimkurgu türü için biraz daha dikkatle ileri sürmek gerekse de— , “sol” siyasî polisiye roman türünün, kendisini edebiyata tabiri caizse zorla empoze ettiğini söyleyebilmek mümkün.

Dipnot Yayınları önümüzdeki günlerde yayın yelpazesine yeni bir dizi ekliyor: Polisiye.

Genç bir yayınevi olan Dipnot’un kataloguna göz attığınızda —yazarların seçiminden, kitapların içeriğine kadar– sol literatürün kıyılarına uzanan, onun sınırlarının ve solda genellikle tartışılması geçiştirilen marjlarının önemini dert edinen bir politikayı benimsediğini görürsünüz. Bu kaygıyla yayınevi, büyük sol tarih anlatılarını, klasik felsefî ve teorik tartışmalara ilişkin külliyatı zaten var ve bilinir kabul edip, antropolojiden kent sosyolojisine, Kürt problematiğinden iş cinayetlerine, solun geçmişine farklı tarihsel yaklaşımlardan anı derlemelerine kadar, adının da çağrıştırdığı gibi, dipnotlar ekledi bu külliyata.

Polisiye dizisinde de bu politikayı izleyerek, çeyrek asırdan daha uzun bir zamandır polisiye roman türü içerisinde hatırı sayılır bir yer edinmiş olan siyasî (ve özellikle sol) polisiye romanları yayınlamayı hedefliyor.

Dipnot Yayınları’nın politikasında önemli yer tuttuğunu söylediğimiz “kıyılar,” solun hiç de yabancısı olmadığı coğrafî, sosyolojik, tarihsel ve zihinsel mekânlar, “sol polisiye”lerin yazıldığı mekânlardır aynı zamanda. Ağır yenilgiler sonrasında geri çekilmek zorunda kaldığımız, sürüldüğümüz kıyılardır, oralar. Polisiye dizisinde okuyacağınız kitaplar, büyük ölçüde işte bu kıyılardan geliyor.

Sol polisiye, kendisini önceleyen bir dizi önemli tarihsel gelişme sonrasında, 70’li yıllardan itibaren bir tür olarak, güçlü bir akım olarak ortaya çıktı.

Sovyetler Birliği’nin iki büyük savaş arasındaki dönemde Enternasyonal aracılığıyla diğer ülkelerin komünist partileri üzerinde kurmuş olduğu ideolojik, politik ve kültürel hegomonyanın kırılmaya başlaması, sol entelijansiya içerisinde (sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada) yeni bir dilin, yeni bir anlatı imkânının ortaya çıkmasına yol açtı. Bu kırılmanın aynı tarihlere denk gelen iki önemli eşiğinden biri, bir yandan Franco’ya karşı savaşılırken sık sık anarşist ve Troçkistlerle Stalinistleri de karşı karşıya getiren İspanya İç Savaşı, diğeri de Sovyetler Birliği’nde sayısız parti üyesinin ölüme ve sürgüne mahkûm edildiği yargılamalardır. Sürgünde yazılan birkaç roman ve anı kitabını ayıracak olursak, İspanyollar olup bitenleri bu yeni dille anlatabilmek için neredeyse 40 yıl diktatörlerinin ölümünü beklemek zorunda kaldılar. Bu gecikmeye rağmen İspanyolca, okyanus ötesinin (Latin Amerika devrimci solunun) zengin mücadele deneyimlerini sol polisiye roman formunda aktarmaya başlayan devrimcilerin etkisiyle bu türün en önemli dili hâline geldi.

1956 Macar ayaklanması, SBKP/ÇKP kutuplaşması, 1968 Prag Baharı ve aynı yıl bütün dünyaya yayılan ‘68 Hareketi sol aydınların önemli bir kesiminin geleneksel komünist eğilim ve KP’lerle köprüleri atmasına neden oldu. 70’li yıllarda İtalya, Almanya ve bir ölçüde Fransa’da ortaya çıkan radikal sol hareketlerin içerisinde yer alan çok sayıda örgüt üyesi de, IRA’nın çok daha uzun tarihi boyunca yaptığı gibi hikâyeler biriktirdiler ve kısa bir süre sonra da yazmaya başladılar.

1973’te Şili, 1976’da Arjantin askerî darbeleri sonrasında on binlerce devrimci ülkelerini terk ederek ya komşu ülkelere ya da Avrupa’ya yerleşmek zorunda kaldı. Literatüre sol polisiye türünün en güzel örneklerini kazandıran çok sayıda yazar da bu mülteciler arasından çıktı.

Adı konulmuş ya da konulmamış diktatörlerin ve diktatörlüklerin sayısı arttıkça, içinde yaşadıkları bu rejimlerin yol açtığı yıkımları, politik baskıları, polisin, ordunun, paramiliter güçlerin acımasız yöntemlerini anlatan yazarlar da çoğalıyor. Kuzey Afrika’da Arap kökenli yazarlardan, İranlılara, Makedonyalı, Kosovalı yazarlardan, Yunanistan ve Güney Afrikalı yazarlara kadar...

Bu yazarların büyük çoğunluğu doğrudan sol hareketlerden (KP dışındaki) ya da bu hareketlerin çevresinden gelirler. Daha genç ve daha yaşlıları da olmakla birlikte, genellikle 60’lı yaşlarındadırlar. Bir jenerasyon demek ki! Hiçbir zaman “politik doğruluk” peşinde değildirler. Polisiye romanlarda genellikle başvurulan, gerçeği farklı yansıtma, saklama ve geciktirme yöntemine rağbet etmezler. Yenilgileri anlatırlar ya da en fazla, ağır yenilgiler içinde kazanılmış küçük zaferleri. Bizim gibidirler ve anlattıkları bizim hikâyelerimizdir.

Kendi Roboski’lerini anlatırlar bu kitaplarda. Yıllar önce kazılmış toplu mezarlardan çıkardıkları kemiklerin, giysi parçalarının, yüzük ve saç tokalarının kimlere ait olduklarını bulmaya çalışırlar. Onların da Cumartesi Anneleri vardır ve işkencede öldürülen kızlarının, oğullarının subaylar ve polisler tarafından kaçırılıp, kimlikleri değiştirilen çocuklarını, kendi torunlarını ararlar. Dersim’in kayıp çocukları gibi. Şili’de Kazak kökenli bir işkenceciye de rastlarız bu kitaplarda, Fransa’da Mağrip kökenli komünarlara da. 16 Mart bombası, Beyazıt’tan önce Bologna’da patlar.

Çoğu zaman polisiye okuyacağımızı düşünerek başladığımız bu kitaplarda bizim geçmişimize ve bugünümüze çok benzeyen yakın tarih anlatılarıyla karşılaşırız.

Ve bu dünyada yalnız olmadığımızı anlarız.