Müzik edebiyata nasıl, hangi kapıdan ve ne haddine girer?

Vikram Seth, seçmek zorunda olsa müziği sözcüklere tercih edeceğini söylüyor. Milan Kundera ise konservatuvarda müzikoloji eğitimi almış. Murakami'nin popülaritesinin arkasında müziği romanlarının ayrılmaz bir parçası kılması yatıyor olabilir mi...

03 Mayıs 2018 14:50

Gözü pek çağdaş yazar, deneysel bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Bulabildiği en kapsamlı sözlükteki tüm sözcükleri tek tek düzgün bir şekilde makasla keserken masasının üstündeki pilli radyoda Bee Gees’in Words parçası duyulur. Nakarat bölümünün sözlerini bilir yalnızca. “It’s onnnnlyy words…” Birlikte mırıldanır. “Only”nin “N”si vurguludur hep, Only You parçasında da öyledir, hatta belki biraz daha fazla. “Gibb kardeşlerin yakışıklısı Barry söylüyor ama Robin Gibb’in sesine yanaşamaz” diye düşünür.

Karşısında, üstlerinde soldan sağa “İsim,” “Sıfat,” “Fiil,” “Zarf,” “Zamir,” “Takı” yazan siyah kalın kumaştan torbalar durmaktadır. İtinayla kestiği sözcükleri tek tek ait olduğu torbaya koyar.

Bee Gees’in parçası biter bitmez Beatles’dan Paperback Writer başlar. “İnanılır gibi değil, bana özel program yapıyor bugün radyo” der yüksek sesle. Parçanın ritmiyle kafası sallanmaya başlamıştır bile. “Paul söylüyor ve sene de yanlış hatırlamıyorsam 1966.”

O yıllarda afro saçlı, hippi kılıklı Lale’yle bir otobüsün en arka sırasında oturup yol boyunca öpüştüklerini anımsar. Nereye gittikleri ve yolculuğun ne kadar sürdüğü hakkında hiçbir fikri yoktur ama öpüşmeye başladıkları sırada otobüsün cızırtılı hoparlörlerinden Paperback Writer şarkısının yayıldığına emindir. Seksi bol polisiye romanlarını yayınevlerine kabul ettirmeye çalıştığı dönemdir ve parçayı duyar duymaz Lale’ye “Dinle bak, beni anlatıyor” dediğini dün gibi hatırlar. Lale’nin dilinin tatlı, sıcak yumuşaklığını hissetmeye başlar ağzının içinde. Ve de çilek tadını. “Çilekli çiklet mi vardı Lale’nin ağzında?… Olur mu hiç öyle şey!… Öpüşmeye başlamadan önce çıkarmıştır. Belki de damağında erittiği şekerin tadıydı, kim bilir? Ne kokteyldi ama!… Ne müthiş, ne kaygısız günlerdi!… Aaahh, ahhh! Lale nerelerdedir, kimlerledir acaba?…”

Rüyalara dalmış iç geçirirken, kedisi Orhan, masanın üstüne sıçrayıp pil kapağı kayıplara karışmış radyoyu devirince, piller sağa sola saçılır ve müzik kesilir. Tüm bedeni olumlu duygularla sarmalanmış yazarımız Orhan’a kızmadığı gibi pilleri toplamaya da yeltenmez. “Seni gidi ilgi budalası küçük şeytan” diyerek Orhan’ı okşar, guruldamasını dinler ve ardından ciddi bir ifadeye bürünüp devrim niteliğindeki uğraşına kaldığı yerden devam eder. Kısa süre sonra kedi guruldamayı kestiği için oda mutlak sessizliğe gömülmüştür artık.

Sözcüklerin tamamı ait oldukları torbalardaki yerini aldığında önceden belirlemiş olduğu algoritmayla (örneğin, iki sıfat, bir isim, bir fiil) bu torbalardan piyango çeker gibi rastlantısal bir şekilde çektiği kelimeleri bilgisayarına peşi sıra kaydetmeye başlar…

Bu yöntemle yazılmış eserin deneysellik boyutunu tartışmak mümkün değil tabii. Ama okurken ne derece büyük bir saçmalıkla karşılaşacağımızı kestirmek hiç de zor olmasa gerek. Yukarıdaki senaryoyu hayata geçirmiş bir yazar var mıdır bilmiyorum ama müzisyenlerin olduğunu biliyorum. John Cage ve Iannis Xenakis’in benzer tekniklerle yapılmış besteleri mevcut. Rastlantıya dayalı yöntemlerle beste yapanların sayısı bu iki isimle de sınırlı değil üstelik.

Ortak yönleri vurgulayıp müziğin edebiyattaki izini sürmeyi hedeflerken uyuşmazlıkla başlayıverdim yazıya! Edison, “Hiç yanılmadım, 10 bin işe yaramayan yol buldum” dememiş miydi? Ben henüz birdeyim.

Tespit 1: Edebiyat, resim ve müzik ölçüsünde soyutlaşamıyor. Ama yine de, Edison’dan ödünç aldığım iyimserlikle, müştereklerin daha ağır bastığını düşünüyorum. Müziğin edebiyata dâhil ediliş yöntemlerini Milan Kundera, Haruki Murakami ve Vikram Seth gibi yazarların eserlerinden örneklerle anlatmaya çalışacağım.

***

Büyükçe bir parantez açarak edebiyatın müzikteki yerinin bu yazının konusu olmadığını belirtmek istiyorum. Küçümsediğimden veya önemsemediğimden değil. Bilakis, edebiyatın müzikte kullanımı tersiyle kıyaslanamayacak ölçüde fazla: Opera librettoları, koral senfonilerde yer alan şiirler, ozanların, âşıkların söylediği türküler, pop, rock ve country türündeki parça sözleri… Tabii ki rock ve pop türü parça sözlerinin büyük bir çoğunluğunun edebiyatla yakından uzaktan ilişkisi olmadığı su götürmez bir gerçek ama unutmamak gerekir ki Bob Dylan, Nobel Edebiyat Ödülü’nü, yazmış olduğu parça sözleriyle kazandı. Edebiyatın içinde saklı müziği ise daha nadir, daha gizemli olduğu ve sanırım beni biraz daha fazla heyecanlandırdığı için ele aldığımın altını çizip parantezi kapatıyorum.

Zaman ya da “zaman içinde akış” iki disiplin arasındaki en belirgin müşterek. Yıpranma faktörünü ihmal ettiğimizde, resim, heykel ve benzeri görsel sanatların zaman içinde değişmeyen statik yapısına karşın müzik ve edebiyatın olmazsa olmazıdır zaman. Zaman içinde akar, gelişir, sonlanırlar.

Müziğin çalınma süresiyle, dinlenme süresi birbirinden farklı değildir ama edebiyat metinlerinin okunma süresi kişiden kişiye değişir. Bu yüzden yalnızca yazının hızına ve tempo değişimlerine odaklanacağım, okuyucunun değil.

Yazının hızlanması oldukça soyut bir kavram aslında. Üstünde, müzik notalarında olduğu gibi, zaman ve tempo belirleyici işaretler yok. Ama küçük, lokal (mikro) ve genel (makro) hız değişimleri yaratmak için bazı teknikler var. Örneğin, mikro (ya da lokal) hız artışı için cümleler kısaltılır ve yazı koşmaya başlar.

“Panik duygusundan nefret ederdi. Ama acele etmeliydi. Hem de çok. Cama koştu son bir kez. Adam hâlâ orada. En iyisi arka kapı. Koşu pabuçlarını giydi. Fırlamalıydı artık. Çıkarken cebini yokladı. Anahtar yoktu. Odasına koştu. Çekmece. Orda da yok…”

Yaşam Başka Yerde, Milan Kundera, Çev: Levent Kayaalp, Can Yayınları

Hızlanmayı hissedebildiniz mi? Aynı zaman birimi içine daha fazla nota sıkıştıran piyanistin hızlanmasına benzer bir şekilde cümleler kısaldığında aynı paragraf içine daha fazla cümle, daha fazla fiil, daha fazla aksiyon girmiş oluyor. Bu şekilde küçük hız oynamaları yapılabildiği gibi, tüm bir bölümün temposunu belirlemek de mümkün.

Yerelden daha büyük ölçekli tempo değişikliklerine (makroya) geçişi, Milan Kundera, Roman Sanatı isimli denemesinde ele almış. Müziği örnek alarak romandaki her ana bölümün bir devinim ve alt bölümlerin de ölçüler olduğunu söylüyor. Alt bölümler kısaldıkça hız artıyor.

Bunu daha anlaşılabilir kılmak için de Yaşam Başka Yerde isimli romanının alt bölümler/ sayfa ilişkisini gösteren bir döküm yapmış (hızı belirleyen İtalyanca müzik terimlerinin Türkçe karşılıklarını ve dakikadaki vuruş adedini gösteren metronom sayı aralıklarını ben ekledim. Sayı yükseldikçe hız artıyor):

1. Ana Bölüm: 71 sayfa tutan 11 alt bölüm; moderato (orta hızda - 108-120)

2. Ana Bölüm: 31 sayfada 14 alt bölüm; allegretto (hızlıya yakın - 112-120)

3. Ana Bölüm: 82 sayfada 28 alt bölüm; allegro (hızlı - 120-156)

4. Ana Bölüm: 30 sayfada 25 alt bölüm; prestissimo (presto’dan bile hızlı - 200 üstü)

5. Ana Bölüm: 96 sayfada 11 alt bölüm; moderato (orta hızda - 108-120)

6. Ana Bölüm: 26 sayfada 17 alt bölüm; adagio (yavaş - 60-76)

7. Ana Bölüm: 28 sayfada 23 alt bölüm; presto (çok hızlı - 168-200)

Görülebileceği gibi, 96 sayfa tutan beşinci ana bölümde yalnızca 11 alt bölüm var. Bölümler uzun olduğu için tempo ağır (moderato). Buna karşılık 30 sayfalık dördüncü ana bölüm 25 alt bölümden oluşuyor. Alt bölümler fazlalaştığı ve boyları kısaldığı için hız hissi önemli ölçüde artıyor (prestissimo).

Altıncı ana bölümde alt bölümler kısa olmasına rağmen (26 sayfada 17 alt bölüm), temponun yavaş (adagio) olarak tanımlamasındaki zıtlığı ise bu ana bölümün içeriğiyle açıklıyor Kundera. Yalnızca birkaç saatte geçen bir olay anlatıldığı için kısa alt bölümlerin zamanı durağanlaştırdığını söylüyor. (Bunu daha iyi anlayabilmek için romanı okumak gerekli).

Kundera tempo değişimlerinin bir romanın olmazsa olmazı olduğunu savunuyor. Yazmaya başlamadan önce bütün ana bölümlerin hızlarını önceden belirlermiş.

Tempo değişimlerinin müzikle edebiyatın müştereği olduğuna hiç şüphe yok ama salt bu tespiti yapıp “Bakın işte, müzik edebiyata girmiştir” denebilir mi? Çok şüpheli. Kundera gibi konservatuvar bitirmiş bir yazarın müzikten esinleniyor olması takdire değer (nitekim denemesinde, Beethoven’ın Op.131 dörtlüsünün tempolarıyla kendi tempoları arasında paralellikler kuruyor).

Ancak müzik eğitimi almamış olmasına rağmen, yazılarında tempo değişikliklerini içgüdüsel pratiklerle uygulayan binlerce romancı var. Sürekli aynı tempoda akan bir roman okudunuz mu hiç? Tempo değişimlerinin farkına varıyor olmak, müziğin varlığının habercisi olabilir mi?

***

Müziğin duyguları etkileme potansiyeli malûm. Edebiyatın da öyle. İkisini buluşturmak, duyguları etkileme gücünü, görsel detaylarla betimlenen mekâna ses âleminin eklenmesi de oradaymışlık hissini arttırabilir.

Mekânla ilgili hiçbir görsel ayrıntı vermeden, yalnızca fonda çalan parçanın ismini söyleyerek okuyucunun bir izlenim edinmesinin mümkün olabileceğini düşünüyorum. İki farklı barımız olsun örneğin; birincisinde Fly Me To The Moon, ikincisinde de Round Midnight çalıyor fonda. (Parçaları bildiğinizi ve melodilerinin zihninizde canlandığını varsayıyorum.) Birinci barı, insanların küçük gruplar hâlinde birbirleriyle sohbet ettiği, canlı, kalabalık ve ikinci barı ise tenha, melankolik insanların sessizce barda oturup önlerindeki bardakları seyrettikleri ve zaman zaman parmaklarını bardağın içine sokup puslu, dalgın bakışlarla buzları çevirdikleri bir ortam şeklinde gözümün önüne getiriyorum. Bilmem katılır mısınız?

Görselliği tüm çıplaklığıyla sergileyen sinema bile müziksiz yapamıyor. Henry Mancini’nin ünlü teması olmadan bir Pembe Panter ya da Nino Rota’nın ezgilerinden arınmış bir Baba filmi düşünülebilir mi? Ne yazık ki, edebiyat sinemanın olanaklarına sahip değil: Müzikleri dinletemiyor ama, giriş paragrafında parodisini yapmaya çalıştığım gibi, bilinen parçalara göndermeler yaparak, onları zihnimizde çaldırabiliyor.

Müzik edebiyata gizemli bir şekilde arka kapıdan girmiyor aslında; imgelemeyi sağlayan sözcükler, müziği de aynı yöntemle dinletiyor. “Masa” sözcüğünü okuduğumuzda gözümüzde nasıl dört ayaklı bir cisim canlanabiliyorsa, bildiğimiz bir parçanın ismi anıldığında da onu zihnimizde çalabiliyoruz. Sinemanın görselliği de, müziği de kitaba girdi bile. Yöntem basit gibi görünse de atmosfere uyan müzikleri seçip doğru zamanda dinletmek ustalık işi.

Haruki Murakami’nin, müziğe en fazla referans veren yazarlardan biri, hatta belki de İmkânsızın Şarkısı, Haruki Murakami, Çev: Nihal Önol, Doğan Kitapbirincisi olduğunu söylemek pek abartı sayılmaz. İmkânsızın Şarkısı isimli romanında Beatles’dan Bach’a, Mahler’den Rolling Stones’a toplam 63 parça ve/veya müzisyen var. Yani ortalama beş sayfada bir! İlk sayfasında Beatles’ın Norwegian Wood ezgisini duyan kahraman “Bu şarkı, her zaman olduğu gibi, yine beni çok duygulandırdı. Hatta bu kez daha da derinden altüst ettiğini söylemeliyim” diyor.

Norwegian Wood isimli parçanın, kahramanı anı dünyasının hassas bir noktasına götürdüğünü anlamakla birlikte, kitabın henüz ilk sayfası olduğu için ne tür bir anı olduğunun bilincinde değil okuyucu. Uçak indikten sonra duyulmaya başlanan parça, sinemadaki fon müziğine benzer bir şekilde, kabin içinin ses âlemiyle ilgili bilgi veriyor okuyucuya.

“Peki, ya okuyucu bahsi geçen parçaları bilmiyorsa” diye bir soru akla gelebilir tabii. Murakami, bu soruyu haklı çıkarmak istercesine, 1Q84’ün daha başlarında romanın iki kahramanından biri olan Aomame’yi, trafikte sıkışmış bir taksinin içinde Leoš Janáček’in Sinfonietta’sını dinlemek zorunda bırakır. İlerleyen bölümlerde de romanın diğer kahramanı Tengo’nun aynı parçayı her sabah dinlediğini öğreniriz.

Kitap satışa sunulmadan önce Murakami okurunun büyük bir yüzdesinin bu parçanın varlığından bile haberdar olmadığını tahmin etmek pek zor değil. Zaten Murakami de, bir söyleşide, eseri tuhaf bulduğunu, karar vermeden önce defalarca dinlediğini, ve tuhaflığının romanın havasına uyacağını düşündüğü için kullanmaya karar verdiğini söylüyor. Nitekim, parçanın okurla ilk buluşması Aomame’nin paralel evrene geçişinin hemen öncesine rastladığı için, tuhaflığının, yaratılmaya çalışılan sürreal atmosfere son derece uyumlu olduğunu düşünüyorum ben de. Parçayı, aynı zamanda, iki ana karakter arasındaki ortak yanları vurgulamak için de kullanmış Murakami.

Edebiyat okurlarının en önemli müştereklerinden birinin merak olduğunu düşünüyorum. Başkalarının hayatlarını, farklı dünyaları, farklı baş edişleri merak ettikleri için okurlar. Bu insanlar için, varlığından haberdar olmadıkları şeylerle karşılaşmak mutluluk vericidir hatta. Nitekim 1Q84 satışa çıktıktan kısa süre sonra, Janáček, Sinfonietta Japonya’da en çok dinlenen parçalar arasına girmiş.

Günümüzün internet ortamında bilinmeyen bir müziğe erişmek bilinmeyen bir sözcüğe ulaşmak kadar kolay. Janáček Sinfonietta’nın YouTube’da onlarca versiyonu var ve Janacek Sinfonietta Murakami şeklinde bir arama yapılınca da tam kitapta söz edilen pasaj dinlenebiliyor.

Okuyucu merak etmiyorsa şikâyet de etmeyecektir; kendi uydurduğu bir ezgiyi Sinfonietta’nın yerine koyar ya da o bölümü tümüyle sessiz geçiştirir umursamadan.

Haruki Murakami’nin resmî internet sitesinde, romanlarında yer alan parçalarla müzisyenler sayfa numaraları verilerek listelenmiş. Hemen yanlarına tıklayıp parçaları dinlemek mümkün.

Vereceğim son örnek Vikram Seth’in Maggiore Dörtlüsü romanı. Ağırlıklı olarak müzik ve müzisyenler etrafında dönen ve dörtlünün ikinci kemancısının ağzından yazılmış bir aşk romanı bu. Az bilinen ve çok az yorumlanmış Beethoven’ın Op.104 Beşlisinin kemancı tarafından keşfedilişi, ardından Maggiore Dörtlüsü tarafından yorumlanışı, dörtlü üyelerinin birbirleriyle ilişkileri, kavgaları, provaları, sürüyle klasik parça ve sonradan sağır olmuş evli piyanist kadınla kemancı arasındaki yasak aşk…

Maggiore Dörtlüsü, Vikram Seth, Çev: Asuman Kafaoğlu-Büke, Doğan KitapBu romanda müzik, fonda bir duygu hâli ya da atmosfer yaratmak için değil, konunun ayrılmaz bir parçası olarak yer alıyor. Hâl böyle olmakla birlikte, söz edilen parçalar zihnimizde çalınmaya başlayınca, ister istemez belli bir atmosfer oluşuyor tabii.

Vikram Seth’in romanını andırır bir şekilde, müziği fonda kullanmayan filmler de yok değil. Bunların en güzel örneği -ve bana göre tüm zamanların en iyi sinema yapıtlarından biri- Antonioni’nin Blow Up (1966) filmidir. (Ülkemizde “Cinayeti Gördüm” gibi tuhaf bir isimle gösterilmişti.) Bu filmde müziği ana karakterler dinlediği için dinler izleyici. Müzik bir anlamda senaryonun ayrılmaz bir parçasıdır ve kesinlikle arka plana atılmamıştır. Geçtiğimiz günlerde, çok severek seyrettiğim Tolga Karaçelik’in Kelebekler filmi de bu yönüyle Blow Up’a çok benziyordu.

Belki de müziğin edebiyata girişinin en iyi örneklerinden birini oluşturuyor Vikram Seth’in An Equal Music romanı: parçalar, müzisyenler, tempo değişimleri, hepsi var. Piyasaya çıktığı 1999 yılında internetten müzik dinleme imkânları kısıtlı olduğu için kitabın ikinci ya da üçüncü baskısı bahsi geçen parçalardan oluşan bir CD ile birlikte satışa sunulmuştu. Müzikle edebiyatın fizikî olarak da iç içe geçişinin en güzel örneğiydi belki de.

***

Sinemada, yönetmen, genellikle kendine ait olmayan senaryoyu sahneye koyarken müzikleri de güvendiği bir besteciye sipariş eder. Yazar ise senaryo, yönetim ve müziklerden tek başına sorumludur ve hâkim olduğu oranda müziğe el atar.

Sayfalarından nağmeler yayılan romanların müzik âşığı yazarların kaleminden çıktığını gözlemliyoruz. Yukarıda adı geçen yazarların müzikle ilişkisine bir göz atalım.

Murakami, yazar olmadan önce yedi yıl boyunca bir caz bar işletmiş, binlerce plaktan oluşan arşivi var; caz, rock, klasik türlerinin tümünü severek dinliyor ve yakın zamanda da ünlü orkestra şefi Seiji Ozawa ile müzik üzerine yaptığı sohbetlere yer vermiş olduğu Absolutely on Music: Conversations with Seiji Ozawa isimli kitabı piyasaya çıktı. Özetle, gerçek bir müzik tutkunu!

Vikram Seth, bir söyleşide müzik tutkunu olduğunu ve seçmek zorunda olsa müziği sözcüklere tercih edeceğini söylüyor.

Milan Kundera ise, yazarlığa başlamadan önce konservatuvarda müzikoloji ve kompozisyon eğitimi almış.

Kaydedilmeye başlandığı son 120 yılda, istesek de istemesek de, müzik giderek artan bir şiddette yaşamımıza girdi. Sokakta, arabada, vapurda, dişçide, lokantada, kahvede, komşumuzda, bilgisayarda… Uzatmayalım, her yerde müzik var. Tek bir günümüz bile geçmiyor müziğe bir kenarından dokunmadan. O derece vazgeçilmez ki, ıssız adaya gitmek zorunda kalsak yanımızda götüreceğimiz 10 albümün bile hesabını yapıyoruz.

Gündelik hayatımıza bu yoğunlukta nüfuz etmiş bir disipline edebiyatın sırtını dönmesi mümkün mü? Murakami’nin devasa popülaritesinin arkasında müziği romanlarının ayrılmaz bir parçası yapması yatıyor olabilir mi?

Yazının müzik listesini dinlemek için tıklayınız.