Moskova yılları Nâzım Hikmet şiirini nasıl etkiledi?

"Sadece Ahmet Haşim’i değil, daha pek çoklarını etkileyen o müthiş ritmin yerinde yeller esiyor son iki kitapta. Dizeler gene kırılıyor kırılmasına ama bir süre sonra sanki dizeleri kırmaktan yorulmuş gibi, iki boşluk bırakarak idare etmeye çalışıyor durumu Nâzım Hikmet. Nedense, ses öbeklenmelerinden, iç kafiyelerden, büyük bir başarıyla kullandığı aliterasyonlardan uzak bir görünüm sergiliyor artık."

25 Mayıs 2020 14:33

–g.g. için, daima–

1.

Nâzım Hikmet’in, 17 Haziran 1951’te, Poyrazköy açıklarında Romen bandıralı Plehanov şilebinin güvertesine adım atar atmaz yaptığı ilk iş, kendilerini uzunca bir süre denizin ortasında bekleten Romen kaptanı hafif tertip azarlamak olacaktı. Kaptanı azarlamasının sebebi, “Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun” tarzında bir tavır yahut kibir değildi; tam tersine, sergilediği tutumda son derece haklıydı Nâzım Hikmet. Zira, Bahriye Mektebi’nde öğrendikleri ilk uluslararası denizcilik kuralı, buna benzer bir durumda, tehlikedeki insanların derhal gemiye alınmasını, arkasından da yasal prosedürün takip edilmesini öngörüyordu. Romen Kaptan ise süreci sondan başa doğru işleterek bu temel ilkeyi görmezlikten gelmişti: Belki de bir miktar paniğe kapılarak önce Köstence’deki yetkililere haber vermiş, onların Bükreş’e, Bükreş’tekilerin Moskova’ya ulaşması ise henüz cep telefonu yahut internet icat edilmediği için bir hayli vakit almıştı.[1]

Kazasız belâsız bir şekilde Köstence ve Bükreş üzerinden Moskova’ya doğru yola koyulduğunda, el üstünde tutulan imtiyazlı bir siyasî misafirdi artık. İstanbul’da bıraktığı Münevver Hanım’ı ve henüz üç aylık oğlu Memet’i bir türlü aklından çıkartamayan 49 yaşındaki Nâzım Hikmet, hayatının önemli bir bölümünü hapishanelerde geçirmesine rağmen, külliyatını teşkil eden eserlerin neredeyse tamamını yazmış güçlü, parlak ve nitelikli bir şairdi. 835 Satır (1929), Jakond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü?(1932), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935), Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936) yayımlanır yayımlanmaz mevcut şiir ortamını sarsmakla kalmamış, taklit edilmeye de başlanmıştı.  Ölümünden sonra kitaplaşacak olan Kuvayı Milliye Destanı ile Memleketimden İnsan Manzaraları ise uzunca bir süredir hem elden ele, hem de dilden dile dolaşıyordu zaten. Siyasî kararlılığı ve bu kararlılık sayesinde kazandığı itibar ise tartışma dışıydı bütünüyle. İnandığı dâvâ uğruna onun kadar çile çeken çok az insan vardı hakikaten Misak-ı Milli sınırları dahilinde.

Bu bakımdan, siyasî sığınma talebiyle Plehanov’a adım atan Nâzım Hikmet’in gerek Bükreş’te, gerekse Moskova’da büyük bir heyecan uyandırması doğaldı. Ne de olsa, o yıllarda ve daha sonra gündemi belirleyen esas teamül, Sovyetler Birliği’nden ve Sovyetler’in nüfuzu altındaki ülkelerden yakayı kurtarıp Batı’ya sığınmaktı. Oysa Nâzım Hikmet, hayli uzun süren tek parti yönetiminin ardından nihayet serbest seçimlerle iktidarın değişebildiği bir ülkeden, seçimlerle iktidar değişiminin mümkün olmadığı bir ülkeye iltica ediyordu. Hiç şüphesiz, maruz kaldıkları yüzünden böyle bir tercihe mecbur bırakıldığını da ayrıca kaydetmek gerekiyordu Türkiye Cumhuriyeti tarihinin utançlarla dolu ara sokaklarına.

29 Haziran 1951’de Moskova yakınlarındaki Vnukovski Havaalanı’na indiğinde, bu fırsatı etkili bir biçimde değerlendirmek isteyen Kremlin tarafından büyük bir törenle karşılanacaktı Nâzım Hikmet. Gazeteciler, fotoğraf makinaları, çiçekler, Yazarlar Birliği’ni temsilen de Konstantin Simonov alandaydı. Manzara, zaten duygusal bir insan olan Nâzım Hikmet’i heyecanlandırmaya yetmişti. O esnada kalabalığın arasında bulunan Türkolog Rady Fish’e göre, uluslararası af kampanyaları dolayısıyla hayli ünlü olan şair, gözlerinin dolduğunu gizlemeden mutlu bir şekilde ama sessizce yürümüştü çiçek selinin ortasından. Ölümüne kadar sürecek olan Moskova yılları, hiç de fena başlamamıştı sanki.[2]

2.

Herkes işin tabiatı ve mantığı icabı, Nâzım Hikmet’in siyasî geleceğini merak ederken, çok belirgin olmasa da, alttan alta edebî bir merak da söz konusuydu muhtemelen. (‘Muhtemelen’ diyorum çünkü –Murat Belge’nin Şairaneden Şiirsele isimli kitabı hariç, Nâzım Hikmet’in yazdıklarına yoğunlaşan bir çalışma görmedim ben bugüne dek.)[3] 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde yani büyük bir heyecanın yaşandığı bir dönemde Moskova’da eğitim gören Nâzım Hikmet, o müstesna coşkuyu şiirlerine de yansıtabilmiş ve Açların Gözbebekleri’nden Güneşi İçenlerin Türküsü’ne, Salkımsöğüt’ten Jakond ile Sİ-YA-U’ya uzanan bir çizgide sağlam bir yörünge belirlemişti kendisine. Bu sefer de benzer bir sürecin tekrarlanması ve Nâzım Hikmet şiirinin bu badireden de güçlenerek çıkıp nitelikli ürünlerle mevcudiyetini bir kez daha kanıtlaması şaşırtmayacaktı hiç kimseyi.

Ne var ki, “Moskova artık Nâzım’ın öğrencilik günlerinin rahat Moskovası” değildi. Aradan geçen yıllarda devrim heyecanı çoktan sona ermiş, rejim, kendini ayakta tutabilmek için gizli servisle birlikte büyük bir baskı unsuruna dönüşmüştü. “Nâzım 13 yılını hapiste geçirdiğinden, Sovyet toplumundaki kültürel ve siyasî baskılardan habersizdi. Ne zaman 1920’li yıllardaki sanatçı dostlarından biriyle görüşmek istediğini söylese, hep aynı cevabı alıyordu: ‘Senelerdir ortada yok.’” Edebiyat dergilerinin hiçbirinde Mayakovski’nin, Mayerhold’un, Vakhtangov’un ya da Tatrov’un isimlerinin geçmeyişi de bir hayli şaşırtmıştı Nâzım Hikmet’i.[4]

Nâzım Hikmet’in Stalin yönetiminin nasıl her şeyi altüst ettiğini anlaması için Yazarlar Birliği tarafından onuruna verilen bir yemeğe kadar beklemesi lâzım gelecekti, fakat gizli polis hiç vakit yitirmeden peşine takılmıştı bile. Yemekte, “On günde on piyes gördüm. Daha doğrusu on gün boyunca değişik sahnelerde değişik adlarla oynanan aynı kötü oyunu on kez izledim. Hepsinin sonlarında aynı basmakalıp sözlerle Yoldaş Stalin övülüyor” diyerek eleştirilerini sıralayan Nâzım Hikmet, arkasından da, “Stalin güneşimizdir” sloganıyla dalga geçince kopacaktı asıl kıyamet. Kendisini karşılarken iltifatlarını esirgemeyen Konstantin Simonov, “Biz Yoldaş Stalin’e dalkavukluk etmiyor, kendisini yürekten seviyoruz. Gerçekten güneşimizdir o, sizin de böyle konuşmanıza izin veremeyiz.” diyecektir hayli öfkeli bir ses tonuyla. [5]

Nâzım Hikmet, 1951’de Moskova’da Sovyet Yazarlar Birliği Başkanı Aleksandr Fadeyev ile.
Sağda sevgilisi Doktor Galina Kolesnikova ile…

3.

Nâzım Hikmet’in, Moskova’daki ilk günlerinde pek de uzun sürmeyen bir baş dönmesinin ardından büyük bir hayal kırıklığı içine düştüğünü tahmin etmek çok da zor değil. Maddi açıdan herhangi bir sorunu yoktu; Moskova’da kışlık, Boris Pasternak’la komşu olduğu Peredelkino’da yazlık evi, şoförü, hizmetçileri vardı ve seyahat masrafları da Yazarlar Birliği tarafından karşılanıyordu.[6] Bütün biyografilerinde detaylı bir biçimde anlatılan her iki evde de Türk bayrağı ihmal edilmemişti nedense. Ayrıca, o dönemin ölçülerine göre bile son derece konforluydu evler; Doğu Dilleri öğrencisi Ekber Babayev’in sekreterliğiyle görevlendirilmesi de bir başka parçasıydı bu lüksün.[7] Öyle ki, yazar arkadaşlarından birisi onun bu apartman katlı, daçalı, otomobilli, şoförlü hayatına bakarak, “Burjuva memleketinde proleterken, proleter memleketinde burjuva oldun” diye şaka yollu da olsa şaşkınlığını belirtmekten kendini alamayacaktı.[8]

Şiir yazmak için ideal bir ortam tanımlaması yapılabilir mi bilmiyorum fakat en azından Türkiye’de yaşadığı şartlarla kıyaslandığında yani dışarıdan bakıldığında işler yolunda görünüyordu. Hem Sovyet, hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını imrendirecek ve kıskandıracak bir hayat standartına sahipti artık. Duygusal ve zihinsel beslenme kaynakları söz konusu olduğunda da hayli elverişliydi atmosfer. Nihayet özlediği bir ülkede ve yoldaşlarının arasındaydı, sağlığını gözetecek doktorlar da çok fazla uzakta sayılmazdı. Daha da önemlisi, ikide bir tökezleyen yüreğini sarsacak ölçüde derin bir İstanbul, Münevver Hanım ve Memet hasreti kuşatmıştı dört bir tarafını. Teknik detaylar itibariyle elverişli bir görünüm arzeden bu manzara, şiirine nasıl yansıyordu veya yansıyacaktı acaba?[9] 

4.

Nâzım Hikmet şiirinin beslendiği iki kaynağı aşk ve ideoloji olarak tanımlarsam, kimse itiraz etmeyecektir muhtemelen. Zaman zaman ikisi birbirine karışsa da, daha doğrusu gayet bilinçli bir biçimde Nâzım Hikmet tarafından karıştırılsa da, olgu bu. Önce Piraye (Altınoğlu), arkasından Münevver (Andaç) Hanım, Nâzım Hikmet şiirinin aşkı görünür kılan ana unsurları hâlinde öne çıkıyor her seferinde. Mektupların şiirleştirilmesine kadar uzanan ve şairimizin ziyadesiyle feodal bir nitelik taşıyan “mavi gözlü dev” narsisizmi yüzünden yolun ortasında bırakılan bu iki aşk olmasaydı, Nâzım Hikmet şiirinden ne kalırdı acaba elimizde avucumuzda?

Moskova’da aşk yoktu ve aşk mahrumiyeti, o dönemde yazılan şiirlerin hem nitelik hem de muhtevasını da belirliyordu kendiliğinden. Gerçi “yedi tepeli şehir”de Münevver Hanım ve Memet vardı fakat “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” diyenler hakikati dile getirmiyordu besbelli ki. Bir de, Vera Tulyakova ufukta belirene dek Galina Grigoryevna Kolesnikova ile geçirilen sekiz yıl söz konusuydu ancak ortalıkta aşk olmadığı için Galina ile ilgili tek bir şiir bile yazmayacaktı, yazamayacaktı Nâzım Hikmet. Galina da bunun farkındaydı ebette, öyle ki, nihayet Vera Tulyakova aşkıyla birlikte gündeme geldiğinde, “Ben bu trajediyi yaşamakla çok üzüldüm, ama yeniden şiir yazmaya başladığı için çok sevindim” diyecekti büyük bir gönül yüceliğiyle.[10]

Nâzım Hikmet şiirinin sere serpe aktığı ırmaklardan biri olan aşk cephesinde durum böyleyken, en azından görüntü itibariyle yerli yerinde durduğunu varsayabileceğimiz ideoloji cephesinde neler yaşanıyordu acaba? Daha güçlüymüş izlenimi veren ideolojik ‘derya’da olup bitenler de, Moskova döneminde yazılan şiirlerin muhtevasındaki zayıflığı meşrulaştıracak gerekçelerden mahrum değildi esasen. Nâzım Hikmet gibi duygusal yanı güçlü bir insanın, ayaklı bir parti broşürü gibi dolaştırıldığı Sovyetler’de ve Sovyet nüfuzu altındaki memleketlerde gördüğü acıklı manzaralara kayıtsız kalması düşünülemezdi elbette. Açların Gözbebekleri’ni yazdığı dönemde, o gözbebeklerinin gerisinde, her şeyin çok geçmeden değişeceğine dair sapasağlam bir umut vardı belki ne var ki o umut çoktan büyük bir korkuya ve tedirginliğe bırakmıştı yerini. Komünizmin eşitlik vaatlerini gündeme getirenlerin istikbali ortadaydı ve bu yüzden buna teşebbüs eden bile yoktu uzunca bir süredir. En çarpıcısı ve acıklısı ise Nâzım Hikmet dahil birtakım insanlar gayet iyi şartlarda yaşarken, halkın büyük çoğunluğunun İkinci Dünya Savaşı sonrasının sefaletiyle boğuşmasıydı.

Nâzım Hikmet gibi tutkulu, idealist ve güçlü bir şair, böyle bir durumda ya bunları dile getirerek o güne dek kendisini ayakta tutan ideolojiyi yani komünizmi sorgulamaya başlayacaktı ya da geriye çekilip gurbetin ve hasretin esirgeyici kanatları altına sığınacaktı. Muhtemelen hastalığının ve ölüm korkusunun da verdiği bir içe kapanışla, şairimizin ikinci alternatife gönül indirmesinde yadırgatıcı ve şaşırtıcı bir taraf göze çarpmıyordu tabii ki. En azından benim baktığım zaviyeden şaşırtıcı gelen, 1956 yılında Macaristan Sovyet tankları altında ezilirken Prag’da bulunan Nâzım Hikmet’in, sanki olup bitenler Amerika Birleşik Devletleri’nin Arizona eyaletinde yaşanıyormuş gibi gözlerini kapatıp görmezden gelmesiydi o büyük trajediyi. Her şeye rağmen, o kadar da olmamalıydı diyor yüreğimin ve zihnimin bir tarafı.[11]

Nâzım Hikmet, Moskova, 1955.

5.

Biz Macar direnişçilerini orada öylece kendi kaderleriyle baş başa bırakıp şiire dönelim yüzümüzü gene: Moskova yıllarının özeti gibi de okunabilecek hasret ve gurbet gibi iki yakıcı unsur, sanıldığı ya da umulduğu ölçüde Nâzım Hikmet’in yazdıklarına aksetmemiş olabilir mi acaba? Şüphe mi var oğlu Memet’i ve oğlunun annesi dayı kızı Münevver Hanım’ı özlüyordu ve en azından ilk yıllarda hasretin sahiciliğinden kuşku duymak için de hiçbir neden yoktu elimizde avucumuzda. Şiirlerden anlaşıldığı kadarıyla, söz gelişi Varna kıyısında kendisiyle baş başa kalabildiği dönemlerde, içindeki şair isyanda gecikmiyordu. Onun dışındaki zaman dilimlerinde ise “Daha ölmedim alçaklar” tarzında yorumlanabilecek kelime ve kafiye oyunlarıyla idare ediyordu durumu. Eski yazdıklarıyla kıyaslanabilecek ürperti, derinlik ve heyecana sahip şiirler ararken kapıldığım beyhudelik, somut göstergesi bunun. Bugün bile Nâzım Hikmet denildiğinde ilk akla gelen, Moskova’ya gittikten sonra yazdıklarından ziyade, ondan öncekiler değil midir zaten?

Yaşlanmak, hastalıklar, polis takibi ve ölüm korkusu da belirleyiciydi hiç kuşkusuz. Romantik Komünist yazarları Saime Göksu ve Edward Timms’in ifadesiyle, “Türk hapishanelerinde 12 yıl geçirdikten sonra, uluorta konuşup hapse girmeyecek kadar akıllanmıştı” artık.[12] Gene de sürekli ölüm tehdidi altındaydı. Bunların bir kısmının “T.K.P.’m benim” diye övgüler dizdiği ve oğlu Memet’i emanet ettiği TKP’den gelmesi içler acısıydı. Hem kızkardeşi Melda Kalyoncu, hem de TKP’nin son Genel Sekreteri Haydar Kutlu (Nabi Yağcı), o zamanki TKP önderlerinden Laz İsmail’in (İsmail Bilen), Nâzım Hikmet’i ortadan kaldırmak için çabaladığını, kendileriyle yaptığım söyleşilerde apaçık söylemişlerdi bana.[13] Sovyet gizli polisinin bir otomobil kazası düzenleyerek Nâzım Hikmet’ten kurtulmak istediği ise daha sonra çıkacaktı ortaya.[14]

Bunların hepsi bir araya geldiğinde, yüreğinden geçenleri yazamadığını, hasret ve gurbeti ise buna benzer muhtelif engeller dolayısıyla kendisine yakışacak bir çerçeveye oturtamadığını düşünmek mümkün. Bir tür rehine gibi yaşayan bir insandan fazlasını beklemek de zor esasen. Daha önce de vurguladığım gibi, ya gördükleri karşısında isyan ederek muhalif bir kimliğe bürünecek ve bunun bedelini göze alacaktı ya da görmemezlikten gelecekti olup bitenleri. Sürekli hastalıklarla boğuşan ve pek fazla ömrünün kalmadığının farkında olan Nâzım Hikmet, hak verilmesi pekâlâ mümkün sebeplerle ikinci yolu tercih edecekti. Bu yol, şiiri kanatlandıracak mucizelerden mahrumdu ne yazık ki.

Nâzım Hikmet, Abidin Dino ve Vera Tulyakova Hikmet Paris sokaklarında, 1962.

6.

Teoriyi bir kenara bırakıp pratik alanda gezinmek daha sağlam fikirler verecektir muhtemelen. Türkiye’de yazılan şiirlerle Sovyetler’de yazılanları karşılaştırmak ve mukayeseyi kolaylaştırmak amacıyla bir kez daha gömüldüm YKY’nin yayımladığı ciltlerin arasına. Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki aksamalar dışta tutulacak olursa şayet, külliyatın ilk bölümünden yenilenmiş zaferlerle çıkmak hiç de zor değildi. Zor olan, 1951-1959 yılları arasında yazdıklarını kapsayan Yeni Şiirler’den ve ölümüne kadar olan süreyi ihtiva eden Son Şiirleri’nden yenilgisiz ve hayal kırıklığına uğramadan ayrılabilmekti asıl.[15] Zira, edebiyat tahsili gerektirmeyen sıradan bir kıyaslama bile, Moskova yıllarının çeşitli açılardan Nâzım Hikmet’e yaramakla birlikte, şiirine yaramadığını gayet detaylı bir biçimde koyuyordu ortaya.

Meseleyi bir miktar somutlaştırayım: Muhtemelen bunların önemli bir kısmı Nâzım Hikmet’in ölümünden sonra derlenip toparlandığı için Yeni Şiirler kitabında yer alan ilk şiirde isim yok. Metin, Münevver Andaç’a yazılmış bir aşk şiiri gibi görünse de, şairin İstanbul yıllarına her mevsim birkaç bahar birden armağan eden o eski aşk şiirlerindeki ışıltılardan bir hayli uzakta geziniyor mısralar: “Sen Çin’sin / ben –Mao Çe Tung’un ordusu. / Sen Filipinli bir kız çocuğusun 14 yaşında / ben kurtarıyorum seni / bir Amerikan deniz erinin elinden.” Bu kadar da değil, şu ‘mısralar’ da gene aynı metinden: “Sen bir köysün. / Anadolu’da bir dağ başında. / Sen şehrimsin / en güzel ve en acılı. / Sen bir imdat çığlığısın, yani memleketimsin, / Sana doğru koşan adımlar – benim.”

İkinci şiir yani Festivalin Kitabı, Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan birtakım esintiler taşıdığı izlenimi bırakıyor hemen insanın üzerinde, ancak, oradakilerin fersah fersah uzağında bir muhtevaya sahip. “Türkiye Komünist Partisi, / T.K.P.’m benim, / seni düşünüyorum” satırlarıyla başlayan ve “Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun / Dünyada bir şanlı soyun var” gibi sloganlarla yavaşlayan Seni Düşünüyorum isimli metin, birdenbire, “Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim, / İstanbul’um” mısralarıyla umutlandırsa da insanı, devamı gelmiyor maalesef. Derken, “Seni düşünüyorum anne / Büsbütün perde indi mi gözlerine?” mısralarıyla bir parça kanatlanıyor lâkin işte o kadar. [16]

Bunları söylerken, TKP ile başlayıp İstanbul’a doğru genişleyen şiirin asıl niteliğini gözden kaçırıyor değilim. Varsa eğer, Nâzım Hikmet külliyatı üzerine çalışanların da kabul edeceği gibi, ilk kez bu şiirinde Moskova yıllarını kuşatan memleket, sevgili, anne, çocuk ve İstanbul hasretini dile getiriyor şairimiz. Apaçık görülüyor ki, gurbet ve hasret, sürgün yıllarında yazacağı şiirlerin iki sağlam atardamarı olmaya son derece müsait ve hayli başarısız olmakla birlikte ilk örnek de bu. [17]

7.

Yapmak isterdim doğrusu ancak kitaptaki şiirleri teker teker ele almak, bu yazının boyutlarını aşan akademik bir çalışma anlamını taşır ve en azından şu aşamada gereği de yok. (Bu çalışmayı boyutlandırmak isteyen çıkarsa şayet, gönüllü olarak destekleyebilirim kendisini.) Bu yüzden daha kestirmeden gideyim ben. Lidi Vanna, Vasiyet, ilk beş bölümüyle Lehistan Mektubu, Benim Oğlan Fotoğraflarda Büyüyor, (“Memet, / yavrum, / seni Türkiye Komünist Partisi’ne / emanet ediyorum” satırlarına rağmen!), bilhassa başlangıç bölümüyle Memed’e Son Mektubumdur, bestelendikleri için kulağımızdan da zihnimizden de asla silinmeyen Karlı Kayın Ormanında, Kız Çocuğu, Vapur, Memet, Mavi Liman, Ceviz Ağacı, Yine Memleketim Üstüne Söylenmiştir, gene bilhassa başlangıç bölümüyle Henüz Vakit Varken Gülüm gibi dişe dokunma kabiliyetine bir miktar sahip şiirleri bile eskilerle karşılaştırılamayacak ölçüde zayıf görünüyor. 

Teknik açıdan da benzer eleştiriler yapmak mümkün. Daha ilk şiirlerinde Ahmet Haşim’in bile dikkatini çeken, Nâzım Hikmet şiirinin özellikle teknik ustalığıydı. İşin ilginç ve çarpıcı tarafı, şairin ne yapmak istediğini ilk kavrayanlardan ve bunu zarif bir biçimde dile getirenlerden birisi de Ahmet Haşim’in ta kendisiydi: “Nâzım Hikmet Bey, tarzını kendi icat etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet Bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir. Bu şiirin eskisine nazaran rüçhanı muhakkak. Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey tek bir alet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş.” [18]

Sadece Ahmet Haşim’i değil, daha pek çoklarını etkileyip övücü satırlar yazmasına yol açan o müthiş ritmin yerinde yeller esiyor son iki kitapta. Dizeler gene kırılıyor kırılmasına ama bir süre sonra sanki dizeleri kırmaktan yorulmuş gibi, iki boşluk bırakarak idare etmeye çalışıyor durumu Nâzım Hikmet. Nedense, ses öbeklenmelerinden, iç kafiyelerden, büyük bir başarıyla kullandığı aliterasyonlardan uzak bir görünüm sergiliyor artık. Bu da, o olağanüstü orkestra âhengini kaybetmesine yol açıyor doğal olarak. Murat Belge, “Nâzım Hikmet’in Üçüncü Dönemi” diye adlandırdığı bu dönemde yazılanları, “koşukla düzyazının buluştuğu bir nokta” biçiminde yorumlayarak şunları söylecektir zaten: “Bu aşamada Nâzım Hikmet artık Nâzım Hikmet’i taklit etmiyor. Onun şiirinde iç kulağımızda duymaya alışık olduğumuz düzensiz uyaklar büsbütün yok olmuş değil, ama pek öyle ön planda da değiller. Nâzım Hikmet koşuktan çok düzyazının mantığına uyarak şiirselliği ‘sentaks’ta aramaya ve bulmaya başlamış.”[19]

Avni Arbaş, Güzin Dino, Nâzım Hikmet, Abidin Dino ve Vera Tulyakova Hikmet. Paris, 1962.

8.

Yazının münasip bir yerine dahil edilmesi lâzım gelen Son Şiirleri kitabı var bir de. Bunların mühim bir kısmına şiir demek son derece zor ama birkaç yerde, “Binmişim atlıkarıncasına içimdeki bayramın / fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur / bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü / Sebebi ne / seni bir bıçak yarası gibi hatırlamamın / sen böyle uzakken senin sesini duyup / yerimden fırlamamın sebebi ne” türünden insanı heyecanlandıran mısralar da mevcut. Ne var ki, birkaç sayfa sonra, Necip Fazıl’ın Kadın Bacakları şiirini andıran bir hayal kırıklığı bekliyor hepimizi: “Laypzigli kızların bacakları gayetle güzel / etekleri de gayet kısa / ömrümün bu kadar gerilerde kaldığını görmezdim / Laypzigli kızların bacakları böyle uzak olmasa.”[20] (Nedense bu yıllarda kadınların ve genç kızların bacaklarından çok sık söz etmeye başlıyor Nâzım Hikmet.)

Son Şiirleri’nde Memet isminin ve Memet hasretinin hiç yer almaması hem şaşırtıcı, hem de ilginç tabii ki ama benzer bir ihmali Vera Tulyakova’ya yazılmış şiirlerde de görmek mümkün. Ortalığı kaplayan onca gürültüye ve görüntüye rağmen bu son aşk, öncekiler kadar derine nüfuz edememiş besbelli ki. [21] Vera’nın Uyku’dan Uyanışı, Vera’ya, Vera’nın Resmigibi başlıklar taşıyan metinler, o dillerden düşmeyen aşk şiirlerinin atmosferinden de ikliminden de bütünüyle uzak. Anlamsız bir biçimde sürüklenip giden Saman Sarısı da aynı eksikliklerle yaralı bereli maalesef. Belki de bütün bunların sebebini, “Fasulya gibi yaşıyorum son zamanlarda / kuru fasulya gibi / kuru fasulyanın pilakisi yapılır / benden o da yapılmaz” esprisinde aramak gerekiyor.[22]

Oysa, gene Vera Tulyakova’ya yazıldığını düşünebileceğimiz 27 Ağustos1960 tarihini taşıyan adsız şiir, birdenbire bütünüyle Nâzım Hikmet işte. Sanki Moskova yılları boyunca bir köşeye gizlenmiş ya da kıstırılmış da nihayet ‘kürre-i arz’ı hem dikine, hem de enine ikiye bölerek ortaya çıkmış gibi ışıldayan Nâzım Hikmet: “Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi / geceleyin ateşler içinde uyanarak / ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi, / ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, / telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi, / seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi. / İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık / içimde kımıldanan bir şeyler gibi, / seviyorum seni ‘Yaşıyoruz çok şükür!’ der gibi.”[23]

Benzer bir sıçrama Otobiyografi’de de bir vaat olarak duruyor fakat nedense gerçekleşmiyor bir türlü, Vatan Haini şiiri ise Nâzım Hikmet’in öfkesini kuşandığı zaman 60 yaşında bile kanatlanabileceğini göstermesi bakımından hayli çarpıcı ve bu niteliğiyle kitapta dikkat çeken birkaç şiirden biri zaten.

Gerisi mi? Gerisini, Nâzım Hikmet ismiyle ve şiiriyle yan yana getirmek bile zor benim açımdan.

Köpeği Şeytan'la...


[1] Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, Saime Göksu-Edward Timms, çev. Barış Gümüşbaş, Doğan Kitap, İstanbul 2001, s. 317-318

[2] a. g. e. s. 324

[3] Şair Akif Kurtuluş da müştekidir bundan: “”...Nâzım’ı solda önemli kılan birçok şey arasında, şiirinin Türkçe şiir macerasındaki yeri, üzerinde en az konuşulan yanı olmuştur. Türkçe şiirin ana damarlarından biri olmuş bir şiir üzerine ‘güzel sözler’ etme mecburiyeti de, esasen onun siyasî etkisine haksızlık edip etmeme kaygısıyla yakından ilgilidir. Örnekse, şiirinin ne olduğuna ilişkin merak ve ilgi, devrime sadakatine teveccühten daha azdır.” Modern Türkiye’de Siyasî  Düşünce, Sol, Cilt 8, İletişim, İstanbul 2007, s. 329

[4] Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 325 (Murat Belge de aynı kanaattedir: “Özellikle Türkiye’yi terkettikten sonra başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkeler coğrafyasında hoşuna gitmeyen pek çok olayla ve durumla karşılaştı. Ama bunlar onun komünizme duyduğu güveni sarsmadı. Birçok komünist gibi onun da iyi gitmeyen işleri Stalin’in hesabına yazdığını, dolayısıyla da ‘ana teoride doğru olmayan şeyler var mıydı?’ sorusunu sormadığını tahmin ediyorum. Ama bağıtlılığı hiçbir zaman ‘aparatçık’ bağlılığına dönüşmedi. Beğenmediği şeye hizmet etmemeyi başardı, diyebiliriz.” Şairaneden Şiirsele, Türkiye’de Modern Şiir, Murat Belge, İletişim, İstanbul 2018, s. 153)

[5] Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 325 (Yemekte bulunanlardan Şair Yevgeni Yevtuşenko, yıllar sonra katılacağı bir televizyon programında, meselenin orada kalmadığını da açıklayacaktır. Yevtuşenko’ya göre, Nâzım Hikmet o konuşmayı yapmasaydı, kısa bir süre sonra Stalin tarafından kabul edilecekti: “Nâzım kişiye tapınma sorununu büyük liderin kendisine açmak konusunda kararlıydı. Olası bir rezaleti önlemek için alelacele bir bahane bulunarak, Nâzım’ın Stalin’le buluşması engellendi.” a. g. e. s. 325)

[6] “Nâzım, kitaplarının Rusça baskılarının birikmiş telif ücretleri sayesinde maddi sıkıntı çekmiyordu. Bu çeviriler sayesinde artık kalemiyle hayatını kazanabiliyordu ki, bu Türkiye’de düşünülemezdi bile.” Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 326.

[7] Bütün bunlara rağmen Nâzım Hikmet’in Sovyet vatandaşlığına geçmek için yaptığı bütün başvurular, anlamsız gerekçelerle sonuçsuz bırakılacak, o da Polonya’nın kendisine verdiği belgelerle yetinmek zorunda kalacaktır. Sovyet pasaportuna kavuşabilmesi ise ancak ölümünden hemen önce, 1962’de, doğrudan Kruşçev’in devreye girmesiyle mümkün olabilecektir. Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 334, 411-412 (Memet Fuat ise Sovyet vatandaşlığı konusunda, “Nâzım Hikmet başvurmuş da yanıt alamamış mıydı, ya da önerinin yöneticilerden mi gelmesini beklemişti, bilinmiyor” diyecektir. Nâzım Hikmet  / Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Tartışmaları, Dünya Görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Memet Fuat, Adam, İstanbul 2000, s. 593)

[8] Nâzım Hikmet  / Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Tartışmaları, Dünya Görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, s. 550

[9] Nâzım Hikmet’in Moskova yıllarında peşini bırakmayan büyük tedirginliğin arkasında, gizli polis tarafından takip edilmekten duyduğu endişe ve öldürülme korkusu yatıyordu. Öyle ki, “bir keresinde, yanında oturan bir kadın gıda zehirlenmesi nedeniyle yığılıp kalınca, bir zehirlenme girişimine hedef olduğundan şüphelenmişti.” Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 331

[10] a. g. e. s. 391

[11] “Nâzım Hikmet Sovyet işgalini açık biçimde sorgulamadı ve şiirlerinde Macaristan’dan söz etmekten kaçındı. Hatta belki de, Kremlin’in Macarların sosyalizme ulaşmak için kendi yollarını seçmelerine izin vermenin Sovyet Bloku’nun çökmesine neden olacağı yolundaki endişelerine katılıyordu.” Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 342

[12] a. g. e. s. 344

[13] Haydar Kutlu söyleşisi: https://bit.ly/39QQM0Y, Melda Kalyoncu söyleşisi: https://bit.ly/34un00X

[14] “Beria’nın muhalifleri ortadan kaldırmak için kullandığı en gözde yöntemlerden biri ‘araba kazaları’ydı. Yuvteşenko’nun anlattığına göre, Nâzım’ın şoförü sonradan, şaire, kendisi için de böyle bir ‘kazanın’ planlandığını söyleyecekti.” Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 345. Aynı şeyi, TKP’li Anjel Açıkgöz de, yıllar sonra Leipzig’de Roni Margulies’e detayları ile anlatacaktı aynı şeyi: “Nâzım Abi’nin şoförüne Beria emir vermiş, öldürmesi için ama adam Nâzım Abi’yi o kadar seviyor ki, bir türlü yapamamış, bahaneler uydurmuş.  Beria öldüğünde şoför sarılmış Nâzım Abi’ye, ‘Abi’ demiş, ‘sen de kurtuldun, ben de kurtuldum.’” Altüst, Sayı 21, Ekim-Aralık 2016, s. 49-52

[15] Yeni Şirler (1951-1959), Nâzım Hikmet, YKY, İstanbul 2002 / Son Şiirleri (1959-1963), Nâzım Hikmet, YKY, İstanbul 2002

[16] Murat Belge, Yeni Şiirler’in ilk kez 1966’da yayımlandığını hatırlatarak ilginç bir detaya çekiyor dikkatleri: “Bu kitap piyasaya çıktıktan sonra hemen kapışıldı. Hatırlıyorum, en çok ‘Saman Sarısı’ dikkat çkti ve konuşuldu. Bu bir aşk şiiri elbette. Şiirin muhatabı da zincirin son halkası olarak bildiğimiz Vera Tulyakova. Sosyalizmin hızlı bir yükselişte olduğu yıllarda Nâzım Hikmet’in sansür altında yaşamadığı yıllarda, siyaset ve sosyalizm üstüne yazdıklarının değil de, bir aşk şiirinin özellikle ilgi çekmesi, konuşulması ilginç bir durumdur.” Şairaneden Şiirsele, s. 158 (Murat Belge, Saman Sarısı’nın Yeni Şiirler’de bulunduğunu söylüyor. Halbuki Memet Fuat’ın düzenlediği YKY baskısında Son Şiirleri’nde yer alıyor. s. 72)

[17] 1953’te Stalin öldüğünde Yazarlar Birliği’nde yapılan bir anma toplantısına Nâzım Hikmet de davet edilmiştir doğal olarak. Toplantıda, şairlerden Stalin’in ölümünü anlatan şiirler yazmaları istenir. Bu istek gibi görünse de bir zorunluluktur aslında. Nâzım Hikmet de Stalin’in öldüğü gün olan 5 Mart 1953 başlığını taşıyan bir metinle katılacaktır kervana. Türkçe kitapta yer almayan bu metin, aynı yıl Rusça yayımlanan Toplu Şiirler’de mevcut. “Seviyorum onu, / Marxı, Engelsi, Lenini sevdiğim gibi / Sevdiğimiz gibi. / aynı muhabbetle / aynı hürmetle.” Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 346-347 (Gene ölümünden sonra yayımlanan Stalin üzerine yazdığı Aralık 1961 tarihli metinde ise bu kez şu satırlar yer alıyor: “yok oldu bir sabah / yok oldu çizmesi meydanlardan / gölgesi ağaçlarımızın üstünden / çorbamızdan bıyığı / odalarımızdan gözleri / ve kalktı üstümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının / ve kâadın.” a. g. e. s. 344)

[18] Nâzım Hikmet Üzerine Yazılar, Memet Fuat, Adam, İstanbul 2001, s. 109

[19] Şairaneden Şiirsele, s. 160

[20] Son Şiirleri, s. 39

[21] “Nâzım tıpkı Piraye ve Münevver gibi, yine genç ve evli bir kadına  âşık olmuştu. Eğer psikanaliz Sovyetler Birliği’nde yasaklanmış olmasaydı, Nâzım Freudcular için ilginç bir vaka olurdu.” Galina ise hayli iddialı bir biçimde, “”Eğer benimle beraber kalsaydı yirmi yıl daha yaşardı. Bunu garanti ediyorum; Çünkü oyun ve diğer türlerde yazabilirdi ama şiir yazamazdı” diyecektir. Romantik Komünist, Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri, s. 389

[22] Son Şiirleri, s. 141

[23] a. g. e. s. 59

 

GİRİŞ RESMİ:

Nâzım Hikmet, Moskova’nın sayfiyesi Peredelkino’daki evinde, 1956.

Kullanılan resimler için Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Arşivi'ne teşekkür ederiz.