“Modern” derken, aslında ne demek istiyoruz?

En arındırılmış haliyle modern kelimesi, hiç de “modern” değil. Her çağ kendine zaten modern der, her yeni dönem kendi içinde modern sayılır...

Bu terimin ilk kez beşinci yüzyılın sonlarına doğru kullanıldığını ve modernlik kavramının hiçbir modern yönünün olmadığını öğrenmek sanırım biraz şaşırtıcı gelecektir. Üstelik terimin özellikle de edebiyata ilişkin olarak kavramsal bir tanımını yapmaya giriştiğimizde karşımıza çıkacak bir dizi karmaşıklık daha da rahatsız edici olabilir. Çok geçmeden paradoksal formüllere başvurmak zorunda kalabiliriz: Mesela edebi bir dönemin modernliğini modern olmanın olanaksızlığının keşfedildiği bir tarz olarak tanımlamak gibi.[1]

Yüzyıllardır dolaşımda olsa da bir kavram olarak “modern”in, özellikle geçtiğimiz yüzyılın derdi olduğu söylenebilir. Kavramın, bir sanat akımını veya bir dönemin resmini işaret eden karşılığının üzerinden geçmeye, onu dümdüz etmeye yeminli bir postmodernizm bile bu belayı savuşturamadı. Hatta tam aksine, belki daha da derinleştirip içinden çıkılmaz hale getirdi. Karşıt kutuplarda olması beklenen modern ve postmodern kavramları birbirinin içine geçti. Aynı şekilde, her ne kadar yepyeni tabir ve kavramlarla kuşatılmış, bir anlamda korunmuş olsa da, içinde bulunduğumuz birey yoksunu görkemli yüzyıl da bu beladan paçayı henüz kurtaramadı. Bireyin muazzam etkisizleştiği günümüzde hâlâ modern ve modernizm kavramlarının kafa karıştırmaya devam etmesinin ardında ne olabilir?

“Modern”in çok işlevli ve birden fazla karşılık gözetilerek kullanılabilir olmasının da elbette bunda payı var. Ancak iş, bir sanat akımı olarak modernizmi ya da modernist romanı düşünmeye geldiğinde, konuyu açıklamaya ehliyeti olmayan, hatta doğrudan konu dışı olan karşılıkların terk edilmesi beklenir. Fakat ne yazık ki işler, genelde beklendiği ve olması gerektiği gibi sistematik ve sarih ilerlemiyor. Meselenin, modernist romanların okumasında bazı teknik hatalara düşülmesinden ibaret olmadığına, bazı durumlarda bu romanların tam karşıt bir tahayyülle bile algılandığına şahit olmak, insanı her şeyi yeni baştan düşünmeye ve tanımlamaya itiyor.

Evet, en arındırılmış haliyle modern kelimesi, hiç de “modern” değil. Her çağ kendine zaten modern der, her yeni dönem kendi içinde modern sayılır. Paul de Man terimin ilk defa beşinci yüzyılın sonlarına doğru kullanıldığını savlıyor ama biz istersek işi daha da gerilere götürebiliriz: Eğer o dönemde “modern” diye bir kavramdan söz edebilseydik, M.Ö. 300’lerde yaşamış, bizim antik filozof diyegeldiğimiz Aristoteles de, “modern”in bu en arındırılmış, en saf anlamıyla çağının modern filozofu olarak görülebilirdi pekâlâ. Çünkü bu şekliyle, tarihsel ve sosyololojik algısının dışında bir okumayla modern, her dönemde geçerliliğini koruyacak bir tanımlama; zamanının özelliklerini taşıyan, yansıtan her şeye yöneltilebilecek bir sıfat. Sadece bulunduğu zaman içinde üretilmiş oldukları için (sanki başka türlüsü mümkün olabilirmiş gibi), modern sıfatı yapıştırılan eserleri bir düşünün; beş yüz yıl öncesinin edebiyat anlayışıyla kaleme alınmış bir “romans”ın, salt günümüzde yazılıp yayımlanmış olduğu için “modern” bir roman olarak nitelenmesini örneğin. Sıfatı hak etmek için nesnenin kendi varlığından başka hiçbir şeye gerek duymadığı, zaman ilerlediğindeyse doğallıkla sıfatını yitirdiği bu en geniş anlamlı ve kullanımlı moderne biz “basit” modern diyelim ve onu edebi bir tanım ya da niteleme olarak görmeyerek başlayalım.

Venedik'te Ölüm, Thomas Mann, Çeviri: Behçet Necatigil, Can Yayınları

Terime yüklenen ikinci anlam, daha çok gelenekselin ve süregidenin karşısında durmakta olanı ve bazı ölçülere vurulduğunda, alanında yenilik getirdiği düşünülen yapıtı nitelerken devreye sokulur. İlkine göre mutlaka bir parça daha disipliner, iyi kötü kriter bazlı bir anlamlandırma sayılır ve sıfatı bu anlamıyla kullanabilmek için en azından yan yana getirip değer biçme çabasına, analojiye ihtiyaç duyulur. Ancak bu karşılık da “basit” modern gibi yine “zaman” ortak parantezine alınabilir. Çünkü gelenekseli yıkmak dediğimiz, yine her dönem için söz konusu olabilir, ancak sıfatı hak eden yapıt zamana direnebilir, ki çoğunlukla da direnir. Dolayısıyla, bu anlamıyla, örneğin Dante de moderndir. Dante geleneği yıkmaz ama, onu kendi ereğine uygun biçimde eğip büker, bir anlamda dönüştürür (Bu arada ilginçtir, 14. yüzyılın ilk yarısında yazılan İlahi Komedya, zamana karşı direnişinde uzun bir tekleme dönemi geçirir, Rönesans ve Aydınlanma döneminde büyük bir değer kaybı yaşar, neredeyse silinir, onun yerine lirik şair Petrarca baş tacı edilir; Dante’nin edebi kanona gerçek anlamda dahli ancak 19. yüzyılda gerçekleşir). “Basit” moderne kıyasla daha edebi bir niteleme olarak görebileceğimiz, daha ölçülü ve temkinli kullanılan, en azından kullanılması gereken bu ikinci karşılığa, geniş, bütünlüklü ve zamanlarüstü bakış gerektirmesinden hareketle “makro” modern diyelim.
 

Üçüncü ve son, en dar anlamıyla modern, bir sanat akımı ya da tahayyülü olarak karşıladığımız modernizme özgü yapıtlara yakıştırılabilir bir niteleme. Bu sıfatı yerinde kullanabilmek için dönemsel anlamda daha “mikro,” ama sanatsal anlamda daha “analitik” bir bakışa ihtiyaç duyarız. Buna da “modernist” modern diyelim. Aslında diğer anlamlara kıyasla, çok daha belirli ve net tanımlanmış bir karşılık olmasına rağmen anlaşılmaz şekilde yanlış yerde, yanlış şekilde kullanımına pek sık rastlıyoruz. Bu yanlışlara da çoğunlukla modernite ve modernizm kavramlarının karıştırılması kaynaklık etmekte. Modernite, bir döneme ve o döneme dair değerler ve yapılar sistemine yönelik bir tanımlamayken, modernizm, evet ondan kaynaklı, ama daha çok ona tepkiyle doğmuş bir sanat akımını işaret eder. Modernite, çoğunlukla sonuçları itibarıyla bireyin toplum içinde önemsizleşmesine yol açarken, modernizm, çoğunlukla bireye önem atfederek modernite projesinin bir nevi eleştirisine soyunur. Modernite olgusunu 17. yüzyıla kadar götürebilirsiniz, ama modernizmi, zorlamayla bile ancak 19. yüzyılın yarısına kadar taşıyabilirsiniz. Üzerine özellikle eğildiğimiz roman sanatıysa eğer, ben modernizmi Proust’tan başlatıyorsam, siz daha geriye giderek elbette Flaubert’den başlatabilirsiniz. Burada önemli olan neye, neden “modernist” dediğimiz. Genel bir dönemsel kısıtlamaya giderek modern romanı bir yarım yüzyıl içine hapsedebiliriz; 20. yüzyılın başı ve ortası... En azından en tipik örneklerinin 1900-1950 yılları arasında verildiğini söylemek yanlış olmaz. Thomas Mann’in Venedik’te Ölüm’ünün 1912, Marcel Proust’un Swannlar’ın Tarafının 1913, Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünün 1915, James Joyce’un Ulysses’inin 1918, Italo Svevo’nun Zeno’nun Bilincinin 1923, Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inin 1925, Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ının 1930, Witold Gombrowicz’in  Ferdydurke’sinin 1937, Samuel Beckett’in Murphy’sinin 1938 ve Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü’nün 1945 tarihinde yayımlanmış olduğunu düşününce sanırım bu bakış haklılık kazanır.

Murphy, Samuel Beckett, Çeviri: Uğur Ün, Ayrıntı Yayınları

Modernist romancıların moderniteye dair değerleri tümüyle benimsemiş oldukları yönünde baştan temelsiz bir inanış mevcut. Modernist tahayyül, evet modernitenin bir sonucu, bu yazarlar o dönemin doğurduğu romancılar, fakat iki kavram arasındaki paradoksal ilişki de atlanmamalı; zira adı geçen romanların tümü, farklı farklı biçimlerde birer modernite eleştirisi. Bunlar, modernitenin servis ettiği değerler bütünü altında küçülen, küçülmek durumunda kalan bireyi anlamlandırmaya, bireye meşruiyet kazandırmaya ve “modern olmanın olanaksızlığını” duyurmaya çalışan metinler ve ilk önce bu özellikleri nedeniyle “modern”ler. Üstelik üç anlamıyla da, hem “basit” hem “makro” hem de “modernist” bakışla modernler ve roman sanatında büyük kırılmalara yol açtıkları için de ayrı bir öneme sahipler. Kendini modernist olarak tanımlayan ve Kafka veya Woolf’u dilinden düşürmeyen pek çok okurun ve hatta romancının, modernist yazarları, modernizme özgü nitelikleri dışındaki pek çok çevresel, dışsal, sezgisel, ideolojik ve biyografik nedenlerle baş tacı ettiklerini görmek, roman sanatını teorik olarak da mesele edinen birçok insan için mutlaka can sıkıcı (Kafka ve Woolf okumalarındaki kusurlu pragmatizm başlı başına bir mesele ve ayrı bir yazı gerektirecek kadar çetrefil).

Konuyu biraz daha netleştirmek için son bir örnek: Edebiyat kitaplarında Don Kişot, genelde “ilk modern roman” biçiminde lanse edilir, hâlbuki, sadece, “ilk roman”dır (Bu arada istersek, roman sanatını Rabelais’den de başlatabiliriz, bu konuda tutucu olmanın gereği yok, zira önemli olan bir yapıtı ‘roman’ olarak görmenin bile yeterli bir paye olduğunu bilmek ve sınıflandırmayı kriterlere dayandırmak; Don Kişot’u “ilk roman” ilan ederken sarıldığımız nitelikleri ondan önce yazılmış bir başka yapıtta bulursak, pekâlâ Rabelais dışında bir başka emsal de olabilir bu, çekinmeden ortaya serebilir ve bu şekilde herhangi bir teorik hata yapmış olmayız ve konuyu kaldığımız yerden, aynı şekilde düşünmeye devam edebiliriz). İkinci, yani “makro” anlamıyla evet, Don Kişot moderndir. Ancak Don Kişot’un sanatsal anlamıyla modern, yani modernist bir yapıt olduğunu iddia etmek düpedüz anakronik bir sarhoşluk olur. Gerçi bugün, Cervantes’i postmodern olarak niteleyenler de var, ama o çok daha ayrı ve çok daha büyük bir sınıflandırma sorunu. Orada sorun daha çok postmodernin algılanmasındaki marazi tavırla ilgili (Ancak şu şerh de düşülmeli; bugün modern kavramını düşünmek, doğrudan postmoderni düşünmeyi de gerektirir, böylesi bir tecrübe yaşanmamış veya yaşanmıyormuş gibi davranamayız, dolayısıyla postmodern tahayyülü anlamlandırmadan modernizmi bulunduğumuz noktadan anlamanın imkânı yok ve bunun tersiyse zaten roman sanatının emri). Postmoderni, kültürün karşısında bütünlüklü bir tahayyül olarak değil de birkaç yapısal veya kurgusal edebi teknikten ibaret görmekle yetinirseniz, yüzyıllar önce yazılmış bir eserde karşınıza çıkan kimi yıkıcı olgu ya da yapıları bugünden bakışla postmodern olarak nitelendirebilirsiniz. Don Kişot’ta Cervantes’in kendini bilfiil romanına koyması, romanında kendini eleştirmesi ve bir üstkurmaca çatması, Tristram Shandy’de Sterne’ün bütünlüklü bir hikâyenin peşinden gitmeyip devamlı konu dışına çıkarak anlatıyı parçalaması ya da Kaderci Jacques ve Efendisi’nde Diderot’nun anlatıcı olarak sürekli metne dalıp okuru yabancılaştırması ve benzeri romans-karşıtı tavırlar, evet, birer teknik olarak postmodern metinlerde sıklıkla karşımıza çıkar; fakat metni parçalamak, gelenekselin dışına çıkmak, bütünlüklü yapılardan kaçınmak postmodern romana değil, zaten roman sanatına dair ve özgü niteliklerdir ve en yoğun şekilde de modernist romanlarda görülür.

[1] Körlük ve İçgörü, Paul de Man, Çev: Ferit Burak Aydar, Cem Soydemir, Metis Yayınları, İstanbul 2008, s. 172-173.
Yazının ana görseli olarak, Charlie Chaplin'in yazıp yönettiği Modern Times filminden bir kare kullanılmıştır.