Hem Doğu’ya hem Batı’ya yabancıyım

Murat Gülsoy: Ben sadece Doğu’ya değil Batı’ya da yabancıyım. Klasik Doğu-Batı meselesinden gitgide uzaklaştığımızı düşünüyorum. Artık Tanpınar’ın ya da Atay’ın kavradığı gibi bakmıyorum meseleye...

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet, bir yandan Murat Gülsoy’un kurduğu bir kurmaca evreninde geçerken –mesela bir anda Nisyan’dan bir karakter karşımıza çıkabilirken- bir yandan da günümüz İstanbul’unda beden, benlik, hafıza, çürüme ve yalnızlık gibi “netameli” konulara eğiliyor. Murat Gülsoy ile yazmayı tetikleyen süreçler, alegori olarak yerel edebiyatlar, yabancılaşma, delilik ve dil üzerine konuştuk. Söz, Murat Gülsoy’da….

Yalnızlığını, yaşamı ölümle çoğaltmanın peşinde bir adam. Yalnızlığını ölümle çoğaltmanın peşinde bir adamı yazan bir yazar. Bir yazarın yalnızlık üzerine yazması, neredeyse yazmak üzerine yazması kadar olağan bir durum değil mi?

İnsan yazarken temalarını, konularını ne kadar seçebilir? Doğrusu, yazmak, “yaratıcı yazar” olma deneyimi çok tuhaf, iki yönlü, aldatıcı bir deneyim. Yaratıcı kavramı aslında belirli bir güce sahip olmayı işaret ediyor örtük de olsa. Yaratıcının yaratma gücüne ve iradesine sahip olduğunu var sayarız. Ben bunun o kadar da doğru olmadığını düşünüyorum. İnsan rüyalarını seçemiyor, müthiş güzel ve zevkli rüyalar görmek üzere uykuya dalıyor ama çoğu zaman sıkıntılı rüyalar, kâbuslar görüyor ya da anlamsız karanlık görüntüler. Yazmak elbette rüya görmek gibi kontrolsüz bir süreç değil. Yazarın iradesi mutlaka süreçte rol oynuyor. Ama yaratma sürecine yön veren asıl enerji rüyalarla aynı kaynaktan besleniyor. Yazma sürecinde rüyaları yöneten, bizi tekrar tekrar aynı şekilde düğümleyen iç karanlık ile yazarın bilinçli iradesi çarpışıyor. Benim için yazma süreci bu çarpışmadan besleniyor. Yazdığım konunun olağan ya da olağan dışı olması başkalarıyla ilgili bir durum. Yazarken sanılanın aksine başkalarını düşünmüyorum. Temaların ya da konuların beni bulmasından hoşlanıyorum. Zaten ne yazmaya başlarsam başlayayım onlar beni buluyor. Yine kendime benzer bir metin çıkıyor ortaya.

Romanın güçlü bir ilişki kurduğu Borges, bir söyleşisinde Joseph Conrad’ın sözlerini yineleyerek- dünyanın özünde fantastik ve akıl sır ermez bir yer olduğunu, hâliyle dünya hakkında realist bir metin yazma niyetiyle işe koyulsa da insanın ister istemez fantastik bir öykü yazacağını söylüyordu. Bu bağlamda sorarsak; dünya mı fantastik yoksa Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet mi?

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet, Murat Gülsoy, Can YayınlarıTemelde ne fantastik ne de belirli bir anlamı ya da amacı olan bir yerdir dünya. Her şeye anlam veren bizim kavrayışımızdır. Biz anlamaya, anlatmaya çabaladıkça anlam kazanır olup bitenler. Bu yüzden realist metin tanımı da sorunlu hale gelir. Realist anlatım biçimi dünyayı sorunsuz bir şekilde yansıttığı varsayımı üzerine kuruludur. Oysa dil başlı başına dönüştürücü, kurucu bir araçtır. Dil yerine zihin diyerek de okuyabiliriz bu cümleyi. Borges ve çağdaşı olan modernistler bunu mesele haline getirdikleri için realist anlatım biçimini sorgulayan hatta parçalayan, bozan metinler yazdılar. Ben onların bu çabasını çok önemli buluyorum. Dünyayı realist bir anlatım biçimiyle tarif eden metnin kendinden eminliği sorgulanır. Modernistlerin realist anlatım biçimiyle giriştikleri hesaplaşma çok zengin bir alan açmıştır. Bu alanın içinde birbirinden farklı anlatım ve hikâye etme biçimleri bizim algımızı ve düşüncemizi de değiştirdi. İnsanın özgürleşmesi düşüncesinin içine girdiği kalıpları sorgulamasıyla mümkün olur. Bir kez kalıpları sorgulamaya başlayan kişinin dünyaya bakışı da değişir. Bu yüzden de dünya bize artık tuhaf hatta fantastik bir yer gibi görünür. Oysa tuhaf olan bizim bakışımızdır. Daha da tuhaf olan önceleri nasıl olup da her şeyi tek boyutlu ve tek renkli algıladığımızdır.  

Metinleriniz hep başka yazarlarla, başka metinlerle konuştu. Bir kez daha, özellikle Borges, Tanpınar ve Nerval ağırlıklı olmak üzere Oğuz Atay’a, Orhan Pamuk’a atıflarla örülü bir metin okuyoruz. Fakat bu sefer bu metinlerarasılığın daha net, altı çizilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve bu roman, giderek daha da belirginleşecek, keskinleşecek bir biçimin habercisi kabul edilebilir mi?

Umarım ki öyledir. Andığınız yazarlar ve onların kimi metinleri benim zihinsel dünyamın yapıtaşları sayılır. Onların yazdıklarının içinde de başka yazarların metinleri gömülüdür. Matruşkalar gibi. Birbirinin içinden çıkan bu yazarların eserlerini okumak o yüzden çok katmanlı etkiler barındırır. Düşünsenize Tanpınar da Kafka’dan etkilenmiş, Oğuz Atay da... Ya da Dostoyevski’den... Atay da Camus okumuş, Atılgan da... Her birinin eserlerinin içinde bu yazarların ve başkalarının izleri vardır. Ben onların metinlerini, romanlarını, öykülerini kendi anılarım gibi, gördüğüm düşler gibi içselleştirdiğimi, bu yüzden de yazdıklarımda kendiliğinden ortaya çıktıklarını biliyorum. O yazarlardan söz etmemin nedeni onlara bir saygı duruşunda bulunmak değil. Tekrar eden temalarım gibi onlar da çeşitli şekillerde karşıma çıkıyorlar. Aslında bir süre sonra yüklü imgelere dönüşüyorlar. Belirli mekânlar, belirli nesneler ya da kurgulama biçimleri gibi. Bu yolda daha hızlı, daha emin adımlarla yürümek istiyorum aslında. Ama daha önce dediğim gibi, bunlar karar verilip de uygulanmıyor. Ismarlama rüya görülemediği gibi... Nereye varacağımı da bilmiyorum ama seziyorum. Her yazdığımla oraya doğru biraz daha yaklaşmak arzusundayım.

Pakize Barışta Baba, Oğul ve Kutsal Roman’daki yine Tanpınar, Borges, Pamuk ve Atay ve diğer atıflarınızın “metnin modernist duygusuna gereğinden fazla hâkim” olduklarını yazmıştı. Bu, metinlerinizde bir tehlike, Barışta’nın dediği gibi “yazı kaçağı” mı?

Olabilir. Hatta öyle olmalı. Zaten tam da öyle olduğu için uğraşmaya değer. Her yapıt bir deney, bir tecrübe, bir yaşantı... Tıpkı ilişkiler gibi. Nasıl ki “şöyle bir aşk yaşamalıyım,” diye kararlar aldığımızda yaşanan aşk bir şeye benzemezse yazarken de hakiki bir deneyim için yazdıran arzuya teslim olmak gerekir. En azından bunun benim için böyle olduğunu düşünüyorum. Baba, Oğul ve Kutsal Roman’da bunu yapmaktan kaçınmadım, Tanpınar’ı romanın merkezine yerleştirdim. Ama bu sefer farklı bir şey denedim. Anılan yazarlar merkezde değil, kenarda duruyorlar. Ama kenar süsü olarak değil, çerçeve olarak. Tekrar yapar mıyım? Bilmiyorum. Belki... İnsan ne rüya göreceğini bilmiyor.

“Hüthüt Kuşu” öykünüzde “Yazmasam deli olacaktım. Evet. Bazen de tersini düşünürüm. Yazmanın insanı yavaş yavaş delirttiğini” ifadeleri geçiyor. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’te de yazar “sonra yavaş yavaş delirdi”ğini iddia ediyor. Yazmaktan mı? Modern romanın bir “deli”yle başladığını düşünürsek, yazar kendini bir geleneğe mi yerleştiriyor yoksa?

Yazmayı tetikleyen şey okumaktır. Okumak son derece ilginç bir etkileşim süreci. İnsanlığın keşfettiği en acayip ve en kuvvetli süreçlerden biri. Etkilenmek için okuruz. Daha doğrusu sevdiğimiz eserler bizi etkiler. Örneğin 1600’lerde yazılmış bir romanın kahramanı ile uzak coğrafyalarda birlikte oyunlar oynarız. Yazan çoktan ölüp gitmiştir ama cümleler, hikâyeler daha dün söylenmiş gibi canlıdır. Okumanın kendisi başlı başına bir gerçeklikten sapma değilse nedir? Don Kişot’un tam çevirisini ilk kez 1999 yılında okuyordum. Arada büyük deprem olmuştu. Ölüm korkusunu ilk kez bu kadar yakınımda hissetmiştim. Her an her şey olabilir gibiydi. Yaşadığımız bina çökebilir, ölebilirdik ya da yıkıntıların içinden sağ çıkabilirdik. O sıralarda doktora tezimi yazıyordum. Sürekli olarak bir kopyasını arabamın bagajında saklıyordum, ev yıkılır ve ben kurtulursam teze devam edebilmek için... Bu derece soğukkanlı önlemler alıyordum ama gece yatağa girdiğimde, Don Kişot’u okurken çok garip bir hisse kapılıyordum: Bari şu romanı bitirmeden ölmesem diye geçiriyordum içimden... Bu çok garip bir duygu. Romanın sonunda ne olacak acaba merakı değil bu duyguyu besleyen. Romanın dünyasında daha fazla kalabilme isteği... Metin, roman ya da yazı, nasıl adlandırırsak adlandıralım gerçekliği değiştirme gücü olan bir şey. Hem bir dünya kurarak içinde yaşadığımız dünyanın içinde bir mekân açıyor; hem de zamanda kendine özgü bir yarık oluşturuyor, kendi zamanını yaratıyor. İlk modern romanın kahramanını delirten de bunun farkında olması. Bu delilik bir tür aydınlanma olarak da okunabilir. Aydınlanma ile delilik arasındaki ilişkiyi sorgulamak, bunu kurmacanın büyülü dünyası içinde yapmak arzu ettiğim yazma biçimi, bu yüzden de belli yazarlarla daha fazla yolum kesişiyor.  

Bazı vurgular pek çok metninizde karşımıza çıkıyor. Daha önce de değindiğiniz “yerel edebiyatları o ulusların alegorileri olarak okumaya meyilli araştırmacı ruhlar”a vurgu metnin ilk sayfalarında karşımıza çıkarken, çok geçmeden yazar “Hepimiz, tüm insanlar yavaş yavaş deliriyoruz” diyerek kendini bir anlamda bir “biz”in alegorisi olarak sunuyor. Mesela Gölgeler ve Hayaller Şehrinde romanınızda da böyle bir vurgu öne çıkıyordu. Neden? Bu Batılı bakış devam ediyor mu? Ediyorsa, ne kadar mühim bu?

Ben “tam anlamıyla Batılı” bir bakış nedir bilmiyorum aslında. Bulunduğum noktadan bakıyorum, edindiğim kültürle, okuduklarımla, üzerine düşündüklerimle, yaşadıklarımla, çevremi saran durumla... Artık klasikleşmiş bir konu olan “Doğu-Batı” ikiliği benim için çok anlamlı değil; o yüzden de bu konuyu 1908’de geçen bir romanın dünyasında tartışmaya çalıştım. Şimdi, kavramların, kimliklerin son derece akışkan olduğu bir dünyada yaşıyoruz. En sabit olmasına alışık olduğumuz mekân bile, yaşadığımız şehir bile dalgalı bir deniz gibi devinip duruyor, aynı sokaktan ikinci kez geçemiyoruz, aynı binayı bir daha göremiyoruz. Bir biz inşa etmek eskisinden çok daha zor. Zaten ben asla Tanpınar gibi hatta Oğuz Atay gibi “biz” diyemedim, diyebileceğimi de sanmıyorum. “Biz” sesiyle yazdığım metinlerde bunun hem bir özlem hem de bir imkânsızlık ifade ettiğini düşünüyorum. Tabii okuyanlara nasıl geçer, bilemiyorum.  “Biz” diyemediğim gibi kolay kolay “ben” de diyemiyorum aslında. “Ben” de en az “biz” kadar sorunlu bir mesele haline geliyor. “Ben”i sorgulamak da yine zihnin ve aklın sınırlarına yaklaştırıyor insanı.

Peki, ne oluyor? Hepimiz yavaş yavaş deliriyor muyuz sahiden?

Hem evet hem hayır. Hem deliriyoruz hem akıllanıyoruz. İki anlamda da. Sanatla, edebiyatla derinden ilgilenen kişinin, ister okur olsun ister yazar içine girdiği ruh durumu budur. İnsan kendi zihninin sınırlarının ne kadar geniş olabileceğini keşfeder. Bu büyük bir yolculuktur ama salt güvenlikçi ve hesapçı bir akılla yol alınamaz. Arzunun devindirici gücüne erişebilmek için delice olana yaklaşmak gerekir. O zaman “delilik” bir başkaldırı ve araştırma haline dönüşür. Bunlar olumlu yanı... Ama bir de bu sorunun karanlık yüzü var: İnsanlar kolaylıkla ideolojik olanın mutlu eden diline teslim oluyorlar, gerçeklikten kopuyorlar, ideolojik dil insanları kalabalık ve güçlü olana doğru çağırıyor, gerekli zihinsel savunma araçlarınız yoksa teslim olmak işten bile değil. Çünkü ideolojik dil en kolay kurguyu kullanır, en derindeki arketiplere bağlanır, korkuyu ve arzuyu dilediği gibi yöneterek kişiye güvenli, huzurlu ve ahlaklı bir yer vaat eder, hatta bu yanılsamayı da yaratır. Bu da bir delilik hali bence, ama köleleştiren bir delilik.

Romanlarda boş sayfayı kullanan pek çok yazar var. Yanılmıyorsam, Reza Amirkhani bir romanının bütün bir bölümünü boş bırakmıştı. Peki, kara sayfa? Neye işaret ediyor o sayfalar?

Kara sayfa keşke boş olsaydı. O simsiyah bir maddeden yapılmış. Her gün daha da kararan o sayfanın neye işaret ettiğini okurlar anlayacaklardır...

“Yaşadığım şehir, ülke, kültür ve hatta dünya çözülüyor... Hayatımız zehirleniyor durmadan.” Bu çözülmeyi açabilir misiniz?

Çok ağır ve büyük sorunların içinden geçiyoruz. Belki hep böyleydi, hatta belki daha kötüydü. Örneğin yirminci yüzyılın ilk yarısını düşünüyorum, savaşlar, açlık, fakirlik, çıkışsızlık... Ancak bir yandan da bir inşa süreci var. Tüm dünyada... Bir umut var. Bir ülke kurmak, bir millet olmak ya da başka bir coğrafyada sosyalist bir gelecek inşa etmek, bir başka yerde emperyalizmden kurtulup bağımsız olmak... Onca imkânsızlığın ve korkunçluğun ortasında bir anlamda yapıcı ya da kurucu bir ruh olduğunu sanıyorum. Oysa yaşadığımız çağda tüm bunlardan söz etmek bana anlamlı gelmiyor. Hem hepsi var ama aynı zamanda bunların saçma ya da imkânsız olduğu duygusu da hâkim. Üst üste gelen sorunlar, haksızlıklar, katliamlar, savaşlar, yalanlar insanın yaşamını düğümlüyor önce. Ama ardından bu düğümlerin üzerine düşünerek, tartışarak, bunları mesele haline getirip başkalarıyla beraber çözmüyoruz, çözemiyoruz. Zaman bizim yerimize yapıyor bu işi. Kuvvetli bir asit gibi bu düğümleri çözüyor. Neredeyse sıvılaşıyor, hayatımızın içine karışıyor, görünmez bir zehir gibi yavaş yavaş bizi öldürüyor. Bu, yaşadığımız çağın bende bıraktığı his.

“Bu ülke kanlı bir labirent artık, nerede başladığı nerede bittiği bilinmiyor.” Paylaştığınız bir görüş mü bu? “Artık” vurgusunu sorsam…

Bu bir görüş sayılır mı bilmiyorum, daha çok bir vaka. Gitgide daha fazla varlığını hissettiren bir labirent.

Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder” diyor. Yazarın ve hâliyle metnin ölüme bunca düşkün olması, ölüm fikrinin etrafında gidip gelmesi, bundan korkması ve nihayetinde kitapları “düşüncenin mumyası” görmesi modern hayattan kaçış mı bir bakıma?

Ölüm, yalnızlık, aşk... Bunlar birbirine çok yakın konumlanıyor benim zihnimde. Sanırım Tanpınar modernitenin seküler hayatı yüceltmesini vurguluyor. Elbette modern dünyada yaşam ön plandadır; insanca yaşamak, yaşayabilmek, dünyadan payımıza düşeni alabilmek, mutlu olmak, zevk almak isteriz. Ancak bunun kolaylıkla mümkün olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Bu fikrin yani yaşamın kışkırtıldığı ama bir türlü erişilemediği bir çağ. “Yazar”ın ölüm fikri çevresinde dönmesinin kişisel hikâyesinden başlayan ve içinde yaşadığı ülkenin koşullarıyla şekillenen birbirine bağlı birçok nedeni var. Kitapların düşüncelerin mumyası olarak nitelenmesi de iki türlü okunabilir: Bu hem bir muhafaza etme şekli, evet ölüp gitmiş olanlardan geriye kalanlarla yapılmış ama bir yandan da düşünceyi yok olmaktan koruyor. Hem de mumya, ölü. Düşünce ancak yaşayan bir zihinde devam edebilen canlı bir süreç. Bu bakış açısını modernlik öncesine bir dönüş özlemi olarak görmüyorum, hayır. Hatta modernliğin araçlarının sınırına dayandığımızı, yarın başka araçlarla devam edeceğimizi hissediyorum.

Peki, dil? Borges’in “Her dil, bizi sarmalayan gerçeklik algılayışlarımıza biraz olsun düzen zerk etme teşebbüsünü yansıtır” dediği rivayet edilir. Ahmet Miskioğlu’nun Tanpınar’dan Notlar’da aktardığına göre, büyük yazar “Devirler kelimeleri eskitir. İnsan kendi içinde genişledikçe bu âlemi tanıtacak lisanı yapmaya mecburdur” demiş. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’in yazarı ise dili unutmaya çalıştığını söylüyor. Neye bağlamak lazım bunu? Gerçekliğe karşı çıkış çabası mı yeni bir lisan yapmanın ilk evresi mi?

Dil ideolojik olanın yapılandırıldığı bir alan. Edebiyat doğrudan bu alana bir müdahaledir. Çeşitli açılardan olabilir bu dâhil olma hali. Çoğu zaman, ideolojik olanın kendini yeniden ürettiği bir “doğrulama” ortamı sunar okuyucuya. Bunu yazarların bilinçli bir şekilde yaptığını söylemiyorum, çoğu zaman farkında bile olmayız hangi dili yeniden ürettiğimizi. Bazen aradan zaman geçtiğinde yeniden okumalar sayesinde anlarız metinlerin aslında neyin doğrulayıcısı olduklarını. Muktedir dil ya da baskın ideolojik olan dil (ki kimi zaman bu ideoloji muhalif de olabilir) insanın içine doğru nüfuz ederken aslında kişinin iç dünyasını yapılandırır: Nasıl âşık olacağımızı, nasıl acı çekeceğimizi, neyi nasıl seveceğimizi, ne uğrunda ölmek isteyeceğimizi... öğreniriz. Bu sayede ideolojik olan insanın içine doğru genişler. Birtakım modernist yazarların dil ile giriştikleri mücadeleyi o yüzden çok önemli  buluyorum. Çoğu zaman okunması güç, anlaşılması zor metinler. Tabii bu değerlendirmeyi okur açısından yapıyoruz. Oysa edebiyat öncelikle yazarın ruhsal ve zihinsel araştırmasıdır; önemli olan okurun zorlanması değildir, yazarın zorlanmasıdır. Ben yazarken okuması zor bir dil kullanmıyorum. Hatta bazen fazla basit olduğunu bile söyleyebilirim. Ama metnin yapılandırılması ile oluşan farklı bir dil inşa etmeye çalıştığımı da eklemeliyim. Belki işin başındayım, belki çok sonra daha net anlayabileceğim yapmaya çalıştığım şeyi...

Romanda “Malzemesi ölümdür kitapların” ifadesi olduğu hâlde, ölüme de “her zaman yarım bırakandır” tanımı getiriliyor. Ne olacak, edebiyat hep yarım mı kalacak o zaman?

Neyse ki okurlar kaldığı yerden devam ediyorlar gelecekte. Güzel olan kısmı da bu sanırım. Yazar ölümlü bir varlık. Çok kısa ömrü... Ama yazı kalıyor, edebiyat kalıyor. Farklı biçimlerde yeniden okunuyor. Bazen unutuluyor, bazen tekrar hatırlanıyor. Okundukça yeniden üretiliyor. Edebiyat bir süreç, asla tamamlanmayan bir süreç.

Metinler ve yazarlık üzerine, söyleşilerinizde “kayıt altına alma deneyimi,” “Metin, yazarın kendi ruhuyla güreş alanıdır,” “Çok yönlü bir gerçeklik araştırması olarak görüyorum edebiyatı,” diyorsunuz; bu söyleşinin başlarında ve Büyübozumu’nda yazmayı rüya görmeye benzetiyor; Bu Kitabı Çalın’da “sorunlardan kurtulmanın en kolay yolu” olarak tanımlıyor; Binbir Gece Mektupları’nda “Yazmadığım her an ölüyüm” diyorsunuz. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’te yazar “Yazmamın nedeni de buydu belki. Kurmaca hikâyelerle varlığımı çoğaltmak” diyor. Ne gerek var bu kadar tarife? Demek istediğim, bütün bu tarifler birbirini bütünlüyor mu yoksa manâ da değişiyor mu zamanla?

Yazmak çok önemli bir etkinlik. Hele edebiyat yazarlığı büsbütün önemli. Ne kadar çok tarif etsek yine de eksik kalacağı düşüncesindeyim. Bu tanımlar ya da diğerleri kimi zaman birbirlerini tamamlıyorlar ama kimi zaman da birbirleriyle tartışıyorlar. Bu sayede yazmak üzerine düşünme süreci hiç bitmiyor. Bence her roman, her öykü yeni bir poetika kurma arzusu içerir, yeni bir dil, yeni bir dünya, yeni bir insanlık durumunun keşfi, yeni bir zihinsel süreç... Bunu başaramayız belki ama arkada yatan arzu odur.

Metinlerinizde yazar, yazarın kimliği, yazarın “ben”i üzerinde sıkça durduğunuz için soracağız: Romanın yazarının imgeleminde Thibault adlı ıstakozuyla dolaşan adam önemli bir yerde duruyor. Bilirsiniz, Gérard de Nerval’ın ıstakoz besleyip beslemediği çok tartışmalı. Hatta Nerval’ın arkadaşı Théophile Gautier’nin “burjuvaziyi etkilemek için” bu anekdotu uydurduğunu iddia edenler var. Yazarın kimliği etrafında oluşturulan –neredeyse- mitoloji, yazarın “ben”ine ne kadar içkin?

Edebiyat metinleri yazarlarının imzalarıyla yayınlandığından beri yazar metinden bağımsız değildir. Tersinden söylesem daha iyi belki, metin yazarından bağımsız değildir. Yazar yazdıklarıyla ve yaptıklarıyla, bazen de yapmadıklarıyla bir imaj oluşturur okurun zihninde. Büyük yazarların da kendilerine özgü bir mitolojisi oluşuyor zaman içinde. Nerval çok etkileyici bir figür benim için, hem yazdıklarıyla hem de mitolojisiyle. 

Bir söyleşinizde “Tüm dünyada insanların dünyayı ve hayatı anlamak için kullandıkları entelektüel araçlar Batı’da üretilmiş oldukları için bir yabancılaşma söz konusu” diyorsunuz. Baktığımızda, metinlerinizin atıfta bulunduğu isimler de bazıları Doğu’ya referans verse, bazıları çeperde olsalar da “Batılı” yazarlar ve Batı’ya referans veren, Batı-Doğu arasındalık üzerine kalem oynatan “Doğulu” yazarlar. Sizin metinlerinizin de sözünü ettiğiniz bu yabancılaşmanın ürünü olduğunu söylemek yanlış olur mu? Yoksa siz de bir bakıma bu yabancılaşmayı yeniden üretiyor musunuz?

Yoo olmaz tabii. Ben sadece Doğu’ya değil Batı’ya da yabancıyım. Daha önce dediğim gibi klasik Doğu-Batı meselesinden gitgide uzaklaştığımızı düşünüyorum. Artık Tanpınar’ın ya da Atay’ın kavradığı gibi bakmıyorum meseleye. Eleştirel bir entelektüel bakış ya da yaklaşım yabancılaşmayı doğuracaktır. Ama ben yabancılaşmanın çok da olumsuz olduğu görüşünde değilim zaten. Hatta edebiyatın ve sanatın temel işlevinin yabancılaştırma olduğunu düşünüyorum. Yabancılaştırmayan edebiyat açıklayıcıdır, ikna edicidir, inandırıcıdır dolayısıyla yanıltıcıdır. Yabancılaşma eleştirel olmanın biricik yoludur. Ölüme, hayata, aşka, yalnızlığa, yüce değerlere, aşağılık insanlık durumlarına... aklınıza gelebilecek her şeye yabancılaşmanın gerekliliğine inanıyorum. Ama bu o kadar kolay değil. İnsan tek başına zayıf bir varlık. Başkalarının ördüğü anlam ağına ihtiyaç duyuyor; işte o ihtiyaç anlarında yabancılaşma geri çekiliyor, çok sevdiğim Oğuz Atay’ın deyimiyle insan bir “samimiyet buhranına kapılıyor.” Atay bu durumu en iyi sezen ve eserlerinde bu duruma yaklaşmaya çalışan bir yazar. En güzel örneği de “Demiryolu Hikâyecileri”dir. Yazarın aşama aşama herkese nasıl yabancılaştığını anlatır. Son sahnesinde kendine yabancılaşır elbette. İşte belki o an için yazıyorum. Kendime tam anlamıyla yabancılaşabilmek için.