Mektuplar, yazarın iç dünyası

Mektuplar büyük bir çoğunlukla yazanı öldükten sonra kitaplaştırılır ve başka birine yazılmış, genellikle de “içsel itiraflar”dır... Acaba her mektup yayınlanmalı/ kitaplaşmalı mı?

08 Ekim 2015 13:00

Kalemin Ucu- IX

 

Edebiyat ürünlerinde çoğunlukla mektup, anı, günlük “merak” uyandıran türlerdir. Hem de çok. Onlarda, kişisel, dönemsel bilgiler, yaşanmışlıklar yer alır. Okurun ilgisini biraz da bir “dedikodu” meselesi çeker. Anı ve günlük, çoğunlukla bile istiye bir şekilde “kitaplaşmak” üzere yazılır. Çoğu yazar sağlığında kitaplaştırır, zaten. Ancak yazarın ölümünden sonra derlenenler ya da yazarın vasiyeti doğrultusunda kitaplaştırılanlar da vardır tabiî ki. Ne var ki mektuplar büyük bir çoğunlukla yazanı öldükten sonra kitaplaştırılır ve başka birine yazılmış, genellikle de “içsel itiraflar”dır.  Yine “iş”, “haberleşme” vb. durumlarını bir kenara bırakırsak, bu “içsel itiraflar” da belli ki mektupları daha çekici kılar! Kimi okuyan “dedikodu” peşindeyken kimi okuyan yapıtlarıyla ilgili “bilgi”nin, göndermenin ya da açıklamaların peşindedir.

Öte yandan bir başka mesele var: mektupların, yazanın ölümünden sonra kitap olarak yayınlanması. Doğal olarak mektuplar birine yazılıyor: uzak-yakın, akraba, sevgili, arkadaş, bazen bir kurum vb. Yayın hakları da yazılan kişiye ait oluyor. Acaba her mektup yayınlanmalı/ kitaplaşmalı mı? Bazen yazan, aşk meselesinin, para meselesinin, yaratıcılık falan gibi meselelerin uzantısı “çaresizliği”nden dolayı, aslında ona pek “yakıştırılamayan” yakınmalarını, yalvarmalarını, hayıflanmalarını vb. “aşırı” duygu durumlarını dile getirebilir. Özel bir içdökme/dertleşme gibi.

Demem o demek ki –örneklemem gerekirse– geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Orhan Veli’nin (Yalnız Seni Arıyorum), Ahmed Arif’in (Leylim Leylim) mektuplarını ben olsam yayınlamazdım. Editörü, yayıncısı, yayın hakları sahibi filân olsaydım yayınlamazdım. Her iki kitap da yukarıda işaret ettiğim duruma örnek. Bence yazarlarına “zarar” veriyordu. Bu bence! Tabiî ki okuyanın derin “merak”ını da yok sayamayız. Bu konu da hep tartışılır. Bir başka kitapta (Enis Batur’a Mektuplar 1975-2005) da İlhan Berk’in “genç” Enis Batur’a yazdıkları beni rahatsız etmişti. Yetmişli yıllardaki mektupları daha çok. Çoğunlukla şair-yazar/editör-yayın yönetmeni ilişkisi vardı. Gerçi diyeceksiniz ki İlhan Berk o zamanlar –en az– elli beşini geçmiş (her zaman yaşı tartışma konusudur); doğrudur ama yine de bazıları yukarıdaki örneğe uyuyor; öyle anlıyorum, öyle algılıyorum. Kim bilir belki de “doğrusu” yayınlamaktır.

Özenli bir basım

James Joyce da yasaklardan nasibini almış, parasızlık çekmiş, ülkesinden uzağa düşmüş. Sanki yazar, sanatçı olmak için bazı şeyleri yaşamak gerekiyor. Klasik ve bize özgü bir deyiştir, “nasırından çekmediği kadar” diye, biraz da onun gibi işte. Joyce’un yakınlarına, erkek kardeşine en çok, sevgilisine (sonra karısı), yazar arkadaşlarına, editörlerine yazdığı, uzunlu-kısalı 88 mektubun yer aldığı Sanatçının Mektupları Notos’un “Klasik Kitaplar” dizisinden yayınlandı. Bu özenli bir basım. Kitabın başında çok iyi hazırlanmış bir kronoloji var. Üç başlık atlında “akıyor”: Yazarın Hayatı-Edebiyatta Ne Oldu-Tarihsel Olaylar. Notos’un bu dizisinde böyle bir kronoloji hep yer alıyor. Okur için bilgilendirici ve kitabın izinin daha iyi sürülmesini sağlıyor. İçerik olarak yararlı, biçim olarak estetik. Ayrıca yayınevi bu basıma, Jacques Derrida’nın “Ulysses Gramofonu Joyce’ta Evet Söylen(t)isi” başlıklı bir yazı eklemiş; çevirmenleri, Mukadder Erkan-Ali Utku. “Mektuplar Dizini” ile yazarla ilgili iki görselin yer aldığını da belirtelim.

Sanatçının Mektupları, James Joyce, Çev: Kudret Emiroğlu, Notos Kitap

Kitabın özgün adı Selected Letters of James Joyce. Bir “seçme”nin nedeni, acaba bizim yukarıda belirttiğimiz “kaygı”lardan dolayı mı? Dilimize Kudret Emiroğlu çevirmiş ve bir de önsöz yazmış. Bu önsöz’ün sonuna, bu basım için küçük bir ek (Ankara, 2015)  yapmış; şöyle diyor: “Mektuplara ‘önsöz’ yazmak istemezdim, fakat mektupları tamamlayan bir yaşamöyküsü de gerekiyordu. 12 Eylül darbesi 1983’te zafere erişmişti; bu nedenle mektupların sunuşu da böyle yazılmıştı. Yeni baskısında bu sunuşu değiştirmek istemedim, ama artık Yugoslavya olmadığı için Pola şehrinin Hırvatistan sınırları içinde olduğunu belirtmek gerekir. Notos emekçilerine saygılarımla, okurun hoşgörüsüne sığınarak…”

Kim yazmış?

Sanatçının Mektupları’nın bu üçüncü basımı. İlk basımı 1983’te Düşün Yayınları’ndan (James Joyce’nun Mektupları) çıkmıştı. Bu basımda 57 mektup var. Dönemin özelliği olsa gerek, “tutumlu” bir basım olmuş. Bunda bir sorun yok, o dönem birçok kitap böyle yayınlanıyordu. Kâğıt bulmak, hatta matbaa bulmak bile sorun oluyordu! Ne var ki bu ilk basımda kitabın özgün adı yok. Emiroğlu’nun “James Joyce: Sanatçının Mektupları” başlıklı önsözü var. Zaten yukarıda da belirtildiği gibi bu çeviri için kaleme alınmış. Ancak bu yazının başında önsöz, sunuş gibi ibâreler olmadığı gibi yazının sonunda da yazanın imzası yok. Yerli-yabancı editor mü; kim yazmış, anlaşılmıyor. Size kalmış, ancak başlıktan Joyce’un yazmadığı belli. Çünkü bu ilk basımda kitabın özgün basım tarihi de yok; mektup dizini de yok.

İkinci basım Ekim 1991’de İmge Yayınları’ndan çıkmıştı. Bu basımda 88 mektup var; mektup dizini de eklenmiş kitabın sonuna. Yine, sözünü ettiğimiz Emiroğlu’nun yazısında, önsöz-sunuş gibi ibareler ve imza da yok. Ne var ki yayınevi künye sayfalarından birine şu notu koymuş: “Richard Ellmann’ın ilk baskısı 1957 yılında yapılan Selected Joyce Letters [yanlış yazılmış olmalı, A.B.] adlı yapıtının 1976 Viking Press Inc. (440 syf.) baskısından Kudret Emiroğlu tarafından seçilip çevrilen, Türkçedeki ilk baskısı 1983’te Düşün Yayınevi’nce James Joyce’un Mektupları adıyla yayınlanmış, genişletilmiş ikinci baskısı İmge Kitabevi’nce Ekim 1991’de gerçekleştirilmiştir.” Notos yayınlamasa mektupların başındaki yazının kimin tarafından yazıldığını ancak tahmin edebilirdik!

“İrlanda’yı terk etti”

Mektuplar 1901-1941 tarihleri arasında kaleme alınmış. Bu tarihler arasında, yazarın eğitim sürecinin bir kısmı, İrlanda meselesinin sertleşmesi, Büyük Savaş ve İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yılları yaşanıyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kronolojinden de çok rahat izleniyor. Joyce, yaşamının büyük bir bölümünü ülkesinden uzakta geçiriyor. Geçirmek zorunda kalıyor. Son mektubu (aslında kardeşine hastaneden yazdığı bir posta kartı) 10 Ocak 1941 tarihli; 13 Ocak 1941’de de ölüyor. İlk mektubunun Mart 1901’de, yazar olarak çok beğendiği Henrik İbsen’e yazdığını da belirtelim; henüz on dokuz yaşında.

Fotoğraf: Gisèle Freund, 1939 Mektuplarda, sıkıntıları, psikolojisi, üstesinden gelmeye çalıştığı para ve yayınlama sorunları ki yıllarca süren, yazılarına, kitaplarına gelen yasaklar, sosyalizm konusundaki görüşleri, Katolik kilisesine olan eleştirileri, karısıyla olan ilişkisi, editörleriyle yazışması, yazar-şairlerle yazışması, Dublin’den uzakta kalışı, Trieste’deki yaşam-yaşamı vb. yer alıyor. Dublin’i terk edişini Emiroğlu önsözde şöyle açıklıyor:

“İrlanda toplumunda karşılaştığı baskıların, yoksulluğun, İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşının, aile, din, ülkeyle ilgili baskıların aşırı boyutlarda günah duygusu yaratmasının, bireyin özgür davranmasını, bireysel gelişimini ve sanatçı olmasını engellediğini düşünen Joyce, 8 Ekim 1904’te İrlanda’yı terk etti.” (s. 37)

Kuşkusuz gençken yazdıklarında daha çok, hep bir üsten bakış var. Bazen kibir, buyurgan çoğunlukla, bazen küskün bir söylem ve de bazen ironik: “Ah evet, burada bir adama öğretmenlik yapıyorum ve bana on beş günde bir 10 frank veriyor. Paris beni çok eğlendiriyor ve Fransız edebiyatında niçin şiir bulunmadığını artık anlıyorum; Fransız yaşamında şiir yaratmak olanaksız. ‘Kibar’ Fransızcaya bir yakınlık duymuyorum. Almanların onları yenmesine memnun oldum, umarım bir daha yenerler. Fakat Fransızlara bir şey olmasın da, Tanrı korusun, dünya böyle aşçıları ve dans ustalarını yitirmesin.” (s. 55)

Mesele aşk olunca!

Mektuplar, Joyce’nun romanları, hikâyeleri kadar çetrefil olmamakla birlikte, onun derinliğini görmek de olanaklı. Öte yandan aşk olunca da işler çatallanıyor, sanki o sağlam, yıkılmaz gibi görünen, dışarıdan öyle anlaşılan o kale duvarları birdenbire yıkılıveriyor:

“Canım Nora, şimdi saat biri vurdu. On bir buçukta geldim, o zamandan beri aptal gibi, rahat bir sandalyede oturuyorum. Hiçbir şey yapamadım. Senin sesinden başka bir şey duymuyorum. Beni ‘canım’ diye çağırdığını işiten bir aptal gibiyim. Bugün iki kişiyi soğuk davranışlarla terk ederek kırdım. Senin sesini duymak isterdim, onlarınkini değil.

“Sen yanımdayken kibirli kuşkucu yanımı bir kenara bırakıyorum. Keşke şimdi başını omzumda duyumsayabilseydim. Sanırım yatmaya gideceğim.

“Yarım saattir bu şeyi yazıyorum. Bana bir şeyler yazacak mısın? Umarım yazarsın. Nasıl imza atmalıyım? İmza atmayacağım, çünkü kendime ne diye imza atacağımı bilmiyorum.” (s. 62)

“Bende çılgınlık var mı merak ediyorum. Yoksa aşk mı çılgınlık? Bir an seni bir bakire ya da Madonna olarak görüyor, bir an sonra utanmaz, küstah, yarı çıplak ve karanlık görüyorum. Benim için ne düşünüyorsun? Benden iğreniyor musun?” (s. 131/32)

Başka bir dünyanın yazarı 

Joyce, yapıtları üzerinde yıllarca uğraşmış, emek harcamış, her bir kitabının yazılması yıllarca sürmüş (tuhaftır ki, yayınlanması da); öte yandan kendi verdiği emek kadar, okurun da yapıtları için emek vermesini istemiş. “Kolay” anlaşılma gibi bir sorunu hiç olmamış. Belki “anlaşılma” gibi bir sorunu olmamış! Tam tersine “çetrefil”, “katmanlı” ama çok zeki bir “yazın evreni” kurmuş. Joyce, adı geçtiğinde “akan suların durduğu” yazarlardan, belki de ilk sıradaki.

Mektuplarda günlük yaşamın en küçük, sıradan dertlerine, aşka, edebiyat-dil sorunlarına, para sorunlarına tanık oluyoruz. Yapıtlarına göndermeler de var doğal olarak. Mektupların büyük bir çoğunluğu “düzenli” bir biçimde kaleme alınmış. Mektuplar genellikle, şiirsel de olsa, romantik de olsa bir “dağınıklığı” içerir. Joyce’nunkinde bir “sistem” var diyebiliriz, pekâlâ. Acaba yazarken bunlar ileride (bir zaman) “yayınlanır” diye, tasarlamış olabilir mi? Mektup meselesinde bu da bir başka tartışma konusu!