Luis Sepúlveda’nın ardından

"Sepúlveda’nın ölümüyle Şili’nin 68’ine ve 73 darbesine dair çok önemli bir tanıklığı yitirmiş olduk. Bununla birlikte Sepúlveda edebiyatının sadece bu travmatik süreçle sınırlı kalmadığını, çevre aktivizminden yerli halkların kırımına, maceradan çocuk edebiyatına geniş bir yelpazeyi kapsadığını söylemeliyiz."

04 Haziran 2020 21:37

Çevre aktivisti, gazeteci, yönetmen, roman, öykü ve tiyatro yazarı Luis Sepúlveda’yı geçtiğimiz Nisan ayında koronavirüs nedeniyle kaybettik. Ülkemizde görece az tanınan Sepúlveda’nın ardından onun hakkında bir şeyler söylemek için sıfatlarını saymak yeterli değil. Çünkü bu hüzünlü bakışlı yazarı özel kılan, tüm sıfatlarını aşan bir yönü var. Bazı insanlar bir dönemin tanığı, belleği ve simgesi olma görevini üstlenir. Bu ağır bir yüktür, hele söz konusu Şili gibi yakın tarihi şiddetle ve riyakârlıkla yazılmış bir ülkeyse. Sepúlveda Şili’nin 68 kuşağının (kendisi “67” der) vücut bulmuş hafızasıydı. O, gençlerin daha iyi bir dünya hayaliyle başlayıp, sol bir iktidarı gören, 11 Eylül 1973’te askeri darbe ve onu izleyen kanlı diktatörlükle sona eren bir dönemin en yakın tanığıydı.

Sepúlveda Şili Sosyalist Partisinin gençlik kollarında yer aldı. Kültür Bakanlığında görev yaparken Şili halkının seçtiği Başkan Salvador Allende’yle birlikte çalıştı. Allende’ye karşı yapılan darbenin ardından hapse atıldı ve darbe dönemi koşullarında iki buçuk yıl yattı. Genç yaşta işkenceye maruz kaldı. Uluslararası Af Örgütü’nün bir kampanyası sayesinde özgürlüğüne kavuştuktan sonra Güney Amerika ülkelerinde kaçak hayatı yaşadı. Ardından da önce Almanya’da ve son olarak da vefat ettiği İspanya’da ömür boyu süren bir sürgün hayatı... 

Güney Amerika’nın diğer ülkelerinde yaşadığı dönemde eylemciliği sosyalist eylemcilikten çevre eylemciliğine doğru evrildi. 1970’lerde dünya çevreci hareketle daha yeni yeni tanışırken o bir Greenpeace gemisi üzerinde balina avcılarına karşı mücadele ediyordu. Sepúlveda’nın geçirdiği siyasi dönüşüm, dünyadaki sol hareketlerin 1970’lerden 2000’lere kadarki dönemde yaşadığı çeşitlenmeye koşut gelişti. Almanya’da geçirdiği uzun dönemde bir yandan gazeteci kimliğiyle Avrupa’nın gezegenin en Güney ucundaki çevre sorunlarından haberdar olmasını, diğer yandan yazar kimliğiyle Şili’nin 67-73 döneminin anlaşılmasını sağladı. Romanları, öyküleri ve tiyatro oyunlarıyla çok sayıda ödül aldı. Adı büyülü gerçekçilik akımıyla birlikte anıldı. Bu arada çocuklar için de yazmayı ihmal etmedi.

Almanya’da yaşarken sıklıkla Türk sanılan, bazı öykülerinde Türkiye’ye yer veren Luis Sepúlveda’nın Türkçede yayımlanmış kitapları ne yazık ki uzun süredir yeni baskı yapmıyor. Oysa “bize” çok yakın Sepúlveda. Ve Şili…  Her ne kadar dünyanın sonundaki dünya olsa da.

Dünyanın Sonundaki Dünya

Sepúlveda’nın Türkçedeki kitaplarına, yazarın elinden çıkış sırasıyla göz atacak olursak ilkin Dünyanın Sonundaki Dünya’yla başlamamız gerek. Almanya’daki Şilili bir gazetecinin bir balina katliamını ve katliam sırasında yaşanan sıradışı bir olayı araştırmak için Patagonya’nın Güney’indeki Ateş Toprakları’na yaptığı yolculuğu anlatır Sepúlveda bu kitabında. Yolculuk kurmaca olsa da gençliğinde aynı yolculuğu yapışını anımsayan anlatıcının dili çoğunlukla otobiyografiktir. Hatta öyle otobiyografiktir ki Sepúlveda’nın sosyalist mücadeleden çevre aktivizmine evrilen siyasi kimliğinin altında yatan içsel hesaplaşması belki de en açık ifadesini bu kitapta bulur:

“Yolculuk boyunca, anılarımdaki Şili’yle örtüşmeyeceği korkusuyla her defasında ertelediğim bu dönüşü düşünüp durdum. İlk gözağrım olan bu soylu ve güzel ülke… Çocukluğun unutulmaz toprağı…

Hapishaneye tıkılmanın ne demek olduğunu bilen ve sürgünün vatansızlığında yeniden güç toplamak için böylesi bir dehşetten kaçanlardanım, ama dünya tanımadığımız bir gerçekliğin tokadıyla bağrına basmıştı.

Şili kökenli askeri barbarlık, öteki üniformalı barbarlıklardan farklı değildi ve biz giderek küçük hayâllerimizin içerdiği bencilliğin farkına vardık. Eşitliğin düşmanlarını alt ediyoruz derken birbirimizi kandırdık ve en güçlü olduğumuza inandığımız dövüşlere onları zorladığımızı sandığımızda aslında aymazlığımız nedeniyle oyunun kurallarını onların koymasına izin verdik.

Uzun, huzursuz ve acı dolu bir dönemden sonra, bir tür öğrenime dönüşen sürgün yaşamı, bize insanlığın düşmanlarına karşı verilen savaşımın yerkürenin her yanında sürdürüldüğünü öğretti. Bu savaşımın ne kahramanlara ne de mesihlere gereksinimi vardı; en temel hakkın savunusuyla başlıyordu: Yaşama hakkı.” (s. 61-62)

Sepúlveda’nın sözünü ettiği yaşama hakkı, kıyıma uğrayan halklarıyla, balinalarıyla, ormanlarıyla, tüm canlılarıyla herkesi kapsar. Bu nedenle çevre mücadelesi aslında bir yaşam mücadelesidir. Bütün kıyımlara yol açanların yolu sıklıkla sermayenin acımasız yoluyla kesişir, dolayısıyla çevre mücadelesinin yolu da sosyalist mücadeleyle... Güney denizini yutarcasına ilerleyen dev bir Japon balık işleme gemisi, koruma altındaki balinaları denizle birlikte çekip kemiklerini tükürmektedir. Bilim ve gelişme mantığı ile aslında bu katliamı görmezden gelen devlet yetkilileri de suç ortağıdır.  

“Ne var ki, çevrenin tahribi, yerkürenin her gün yinelenen katli yalnızca fil ve balinaların doğranmasıyla sınırlı değil. Bilim ve gelişmenin mantık dışı bakış açısı da işlenen bu suçlara kılıf uydurmayı iş edindi. Bazen aymazlık insanoğlunun tek özelliğiymiş gibi geliyor bana. Yeniden balinalara dönelim. Niçin öldürülüyor bu hayvanlar? Bir avuç zengin ama karaktersiz bunağın tekdüzeleşen gırtlak keyfini çeşnilendirmek için mi? Bir zamanlar balinalar kozmetik sanayii için önemliydi ama bu şimdi geçmişte kaldı. Bir litre balina yağına ödeyeceğiniz parayı yoksul bir ülkedeki bitkisel yağ üretimine yatırırsanız aynı nitelikte yirmi litre yağ elde edersiniz.” (s. 57)

Almanya’dan gelen gazeteciyi Ateş Toprakları’nda karşılayan ve kendini “bir deniz piçi” (s. 64) olarak tanımlayan kaptan Jorge Nilssen, denizi iyi tanır. Çünkü annesi balinalar gibi katliama uğramış, sonuçta yok edilmiş bir halk olan Ona’lardandır ve “Ona’ların tanrıları denizde yaşar (s. 70). Nilssen deniz hakkında şöyle der:

“Denize ne gözle bakarsınız bilmem, ama ben ve sanırım Küçük Pedro da öyle, denize o yok edici gücüne karşın insanların küstah ve güçsüz girişimlerine büyük bir cömertlikle katlanan uçsuz bucaksız ve kudretli bir yaratık gözüyle bakıyorum.” (s. 72)

Aşk Romanları Okuyan İhtiyar

Sepúlveda’nın ününü büyük ölçüde Aşk Romanları Okuyan İhtiyar’a borçlu olduğunu söylersek herhalde yanlış olmaz. Bol ödüllü bu kısa romanda bir tür vahşi kedi olan bir ozelota karşı mücadele etmek zorunda kalan ihtiyar Antonio José Bolivar’ın öyküsü anlatılır. Bolivar dünyanın geri kalanıyla tüm bağı yılda iki kez gelen bir tekne olan tropikal bir köyde yaşar. İhtiyar, köye yerleşmiş ilk nesil göçmenlerden geriye kalan son kişidir. Bu ilk nesil, yerli Shuara’lardan çok şey öğrenmiştir:

“Onlardan avlanmayı, balık tutmayı, sağlam kulübeler yapmayı, yenilebilir meyveleri zehirli olanlardan ayırmayı öğrendiler.

Ama her şeyden önce onlardan, yabanıl ormanda hep birlikte yaşama sanatını öğrendiler.” (s. 35)

Yeni göçmenler ise bunları bilmez, özellikle de ormanda birlikte yaşama sanatını. Kibirle ormana dalar ve yanlış mevsimde yanlış hayvanı öldürürler. Ucunun kendilerine dokunacağını hesap edemeden doğayı talan ederler. Neredeyse bir Shuara olan ihtiyar Bolivar’ın yeni toplumda başka bir misyonu vardır artık:

“Antonio José Bolivar, uygar insanın başyapıtı olan ‘Çöl’ü yaratmak için ormanı yok eden göçmenlerin eylemlerini sınırlandırmaya çalışıyordu.” (s. 50)

Okumakta zorlansa da aşk romanlarına meraklıdır Bolivar. Acı veren, ağlatan romanlar getirmesini ister bir dostundan. Bu merakın nedeni belki sadece aşkın geride kalmış zamanlar gibi gerçek ve saf olmasıdır.

“Daha sonraları doktorun getireceği başka romanlar gibi bunu da pencerenin yanındaki yüksek masaya dayanarak belki yüzlerce kez okudu. Artık anımsamaktan acı duyduğu huzursuzluk verici geçmişi yerine, zamanın kendisinden bile yaşlı olan aşk duygusunun, acıyla bütünleşerek mutluluğu oluşturduğu bu baştan çıkarıcı romanları okuyordu.” (s. 60)

Acı, doğanın bir parçasıdır. Ama cinayet öyle değildir. Görkemli bir hayvanı anca insana yaraşır bir şekilde vuran bir avcı onursuz ve kirlenmiştir:  

 “Antonio José Bolivar, yavaşça doğruldu. Zayıf düşmesine rağmen görkemli, harika bir hayvandı. İnsanın düşleyemeyeceği bir kusursuzluk, görkemlilik anıtı.

İhtiyar ayağındaki acımaya aldırmaksızın, onu okşadı ve birden utanç içinde ağlamaya başladı. Kendini onursuz, kirletilmiş ve bu savaşın galibi olmaktan çok uzak hissediyordu.” (s. 114)

Sepúlveda Aşk Romanları Okuyan İhtiyar’da hayvan ile insan arasındaki ilişkiyi okuru kapıp götüren bir gerilimle aktarırken bir yandan da yabani ormana ağıt yakar.

Boğa Güreşçisinin Adı

Boğa Güreşçisinin Adı tabancaların patladığı, Travenian tarzı bir macera romanı. Bu defa Sepúlveda gerilimi romanın kurgusuyla sağlıyor ve bir hesaplaşma sahnesinde birbirine bağlanacak dört farklı öykü anlatıyor. Bunlardan birinin kahramanı olan, Şilili Belmonte karakterinde (ünlü bir boğa güreşçisinin adaşı) yazarın kendisinden izler bulunduğuna hiç şüphe yok. Belmonte Hamburg’da yıllardır ülkesinden uzakta yaşıyor ve sıklıkla Türk sanılıyor. Bu kitapta Sepúlveda alttan alta Hamburg’un kendisine verdiği sürgün duygusunu işliyor. Belmonte’nin ağzından sürgünü şöyle tanımlıyor:

“Çoğu kez gerçeklerin karşısına çıkmak için kendi kendimi tokatlamışımdır: ‘Hadi, git. Avrupa’dasın, Batı’dasın, Almanya’dasın, aptal bir enlemde, Hamburg’dasın.’ Ama bu bir aynanın sunduğu savunmasız bir hayale vurmakla aynı olmuştur. Çünkü bazılarının örtmece bir deyimle sürgün diye adlandırdıkları ‘hiç kimsenin’ ülkesinde yaşadığım gerçeğini çoğu kez asi bir sinir sistemine sahip olmakla anımsıyordum.” (s. 34)

Yazar Güney Amerika’da bulunan ve Almanya’dan geldiği her halinden belli olan bir fındık kıracağından bahsederken de şunu söylüyor: “Herhangi bir sürgün gibi işe yaramaz ve şaşkın bir görüntüsü vardı.” (s. 117) Belmonte Sepúlveda’nın kendi yaşamında yapamadığını yapıp yıllar sonra ülkesine dönüyor ve daha ülkesine girerken sınır polisi tarafından ülkenin değiştiği konusunda uyarılıyor. Zira kendi yokluğunda çekilen acılarla yüzleşmeden, ısmarlama bir demokrasi gelmiş ülkeye:

“Belki de bu polis asla var olmamış hapishanelerde çalışmıştı. O hapishanelerde, yüzleri hiç anımsanmayan, asla tutuklanmamış, hapse de konmamış kadınları, çocukları, yaşlıları, yetişkinleri sorguya çekmişti. Çünkü Şili, beraber olmak için bacaklarını demokrasiye açtığı zaman ilk önce ücretini istemişti, adı ‘unutmak’ olan ödemeyi yapmak gerekiyordu.” (s. 138)

Boğa Güreşçisinin Adı’nda Sepúlveda’nın diğer kitaplarında da gördüğümüz bir izlek karşımıza çıkıyor: Dayanışma. Esas eleman rakibini ancak karşılıklı güven ilişkisine dayalı bir arkadaşlar ağının desteğiyle alt ediyor. Sonuca ulaşmak garanti olmasa bile arkadaşlar ve arkadaş arkadaşları birbirine sınırsız bir destek sunuyor. Yine de Şili talihsiz bir ülke, Ateş Toprakları daha da talihsiz. Kitaptaki bir rahibin dediği gibi:

“Yine de ben senin günahlarını bağışlıyorum çünkü, Tanrı gözlerini Ateş Toprakları’na çevirmez. Amin!” (s. 154)

Patagonya Ekspresi

Sepúlveda’nın otobiyografik notlarını derlemesinden oluşan bu kitap, yazarı tanımak için iyi bir fırsat sunuyor. Sadece yaşadığı sıradışı durumları değil, bunları yaşarken ve anarken kullandığı alaycı dilini, dünyaya yarı şaka yarı ciddi bir oyun gözüyle bakışını da tanımak için bir fırsat bu. Şili’nin hapishanelerindeki işkenceleri ve başkasının yazdığı şiirleri kendininmiş gibi yutturmaya çalışan tuhaf subayları, mahkumlar arasındaki dostluğu ve entelektüel ortamı, ardından fakir bir genç olarak diğer Latin Amerika ülkelerinde yaşadığı maceraları anlatıyor: Patagonya’yı, Bolivya’yı, Ekvador’u, sınır geçişlerindeki engelleri, onu zorla damat yapmaya çalışan aristokrat eskisi bir aileden kaçışını, kendini uçaklı cenaze servisi işine girmek zorunda bulan tanıdığını, bir yunusla arkadaşlık kuran engelli bir çocuğu... “Ekvador’da her şey o denli saçmadır ki, hiç kimse hiçbir şeye şaşırmaz” (s. 68) diyerek tanıttığı Ekvador’da parasız ama neşeli zamanlar geçiriyor. Örneğin bir süre kamp benzeri bir ortamda kalarak üniversitede dersler veriyor:

“Ertesi gün tropik ülkenin rutin işleri başlıyordu: La Olla’nın kokusuyla uyanmak, belkemiğinin dikey durumunu yeniden sağlamak, ayakkabılarımızdaki hamamböceklerini ve akrepleri boşaltmak, uzun uzun duş yapmak, sokağın yapışkan buharına çıkmak, kantinde bir kadeh şarap, şahane bir kahve içmek, beş sokak yürümek ve üniversiteye gelince derse başlamadan önce bir duş daha almak.” (s. 52-53)

Bütün bu öykülerin kapsadığı coğrafya, aktarılan seyahatler öyle devasa bir alana yayılıyor ki, sadece başlangıcı günlerce süren yolculukları insanın aklı almıyor. Kitaba adını veren Patagonya Ekspresi de dünyanın en Güney’indeki tren hatlarından birinin adı:    

“İki yüz kırk kilometre ilerledikten sonra El Zurdo ve Bellavista kentlerini birbirine bağlayan, Atlantik kıyısından Rio Gallegos’a gelen, demiryollarının en güneyde olanı, gerçek Patagonya Ekspresi buradan hareket eder.

İki yolcu vagonu, iki de yük vagonundan oluşmuş katarı, otuzlu yılların başlarında Japonya’da yapılmış kömürle çalışan bir lokomotif çeker. Yolcu vagonlarının her birinde, bir uçtan bir uca uzanan beyaz ahşap uzun banklar vardır. Bir köşesinde bizzat yolcuların yaktıkları ve odun attıkları bir sobası vardır, sobanın üstünde de kromdan yapılmış bir Bakire Luján Meryem’i.” (s. 119)

Baskıcı rejimler, sıkı dostluklar, halk söylenceleri ve doğanın koşullarına uyum çabası insanların aşmakta zorlandığı mesafeleri çok daha kolay aşıyor ve bütün Güney Amerika’nın her yerine yayılıyor. Öyle ki insan gerçeklik duygusunun tatlı tatlı uykuya daldığını hissediyor. Sepúlveda’nın da dahil edildiği büyülü gerçekçiliğin kaynağı belki de bu duygudadır. Siyasi yönü çarpıcı bir gerçekçilikle yoğrulan büyülü gerçeklik anlatıları insanlara, halkların geçmişine, doğaya ve yolculuğa gelince neyin gerçek olup neyin olmadığı konusunda okuru düşe benzer bir belirsizlik içinde bırakıyor. Sepúlveda bir yerde, yalan anlatma yarışması yapanların konuşmalarını aktarırken aslında büyülü gerçekçiliğin temel ilkesini özetliyor:

“Orada şarıl şarıl işedikten sonra yıldızlarla, binlerce yıldızla dolu gökyüzüne başımı kaldırıyorum.

– Bit yalanı, güzel bir yalan, diyor Baldo.

– Ya şu gökyüzü? Bütün şu yıldızlar, Baldo? Patagonya’nın bir başka yalanı değil mi?

– Ne önemi var. Bu dünyada mutlu olmak için yalan söylüyoruz. Fakat hiçbirimiz yalanı aldatmakla karıştırmıyoruz.” (s. 95)

Sepúlveda’nın anlatısı da okurunu mutlu ediyor ama aldatmıyor...

Duygusal Bir Katilin Günlüğü

Duygusal Bir Katilin Günlüğü’nün alt başlığı “polisiye iki uzun öykü”. Kitaba adını veren öykü bunlardan ilki. Anlatıcı, ana karakter terk edilme dönemindeki bir kiralık katil. Üstlendiği “işi” yerine getirmeye çalışırken daha önce yaşamadığı zorluklar yaşıyor, şüphelere düşüyor ve kendisine hiç yakıştıramadığı hatalar yapıyor. Bütün bunlar onu sık sık aynaya bakıp kendisini bir yabancı gibi görerek kendisiyle hesaplaşmaya, daha doğrusu kendisini paylamaya itiyor:

“Benim ceketimin aynısından giymiş olan aynadaki adam, ‘Seni anlamıyorum. İşini bitireceğin adamı koklamaya, enini boyunu ölçmeye geldin ama aptal bir şarkı neredeyse seni ağlatacak. Ne profesyonelmişsin ama!’ dedi.” (s. 31)

Katilin duygusal açıdan zorlu bir dönemde olduğunu söyleyebiliriz ama gerçekten duygusal olduğunu söylemek zor. Bu uzun öykü hakkında belirtilmesi gereken; öykünün önemli bir kısmının İstanbul’da geçtiği. Buradaki İstanbul, best seller romanlardaki gibi turistik bir fon işlevi görüyor; karakterler bir Kapalıçarşı’ya bir Ortaköy Camisine gidiyorlar… Sepúlveda’nın kendi özgün tarzından biraz uzaklaştığı deneysel bir çalışma.

Kitabın ikinci öyküsü “Yacaré” çok daha ilginç ve Sepúlveda’yı daha çok yansıtıyor. Milano’nun önde gelen deri işleme şirketinin sahibinin ölümüyle başlayan soruşturma, cinayet olduğu bile düşünülmeyen bu ölümün ardındaki esrarengiz sebeplere uzanıyor. Öldürülen patronun günahının yacaré timsahlarını katletmesi olduğu ortaya çıkıyor. Gerçeği ortaya çıkaran da kötü patronun kızı:

“Teklif babama yapılacaktı. El Pantanal’da, nehirlerde, tropik çalılıklarda ve bataklıklarda yaşayan, küçük timsah yacarélerden binlercesi vardı. Bu timsah türü koruma altına alınmıştı ve sayıları gün geçtikçe artmıştı. Ayrıca, görünüşe bakılırsa, Schiller adındaki bu adamın, durumu görmezden gelerek işbirliği yapacak kişilerle çok iyi ilişkileri vardı. Rakamlar yalan söylemez ve gerçekten de Schiller’in önerdiği çözüm, maliyetleri küçümsenemeyecek ölçüde azaltıyordu.” (s. 86)

Bu öyküde Sepúlveda yine doğaya yapılan bir saldırıyı ele alırken saldırıyı yapanlara hassasiyetle odaklanıyor. İşin içinde büyük şirketler, yacarélerin öldürülmesine göz yuman Güney Amerikalı yetkililer ve yasak ürünün Avrupa’ya girmesine göz yuman Avrupalı yetkililer var.

“Guido Vincenzo, El Patanal’daki kültürleri araştıran genç bir antropologdu. Günün birinde, Anarélerin yok edildiğini anlatan bir makalesi yayınlandı ve sorumlular arasında Brezilyalı ve Paraguaylı yetkililerin yanı sıra, İtalyan endüstrisi, Maroquinerías Brunni şirketinin adı da geçiyordu.” (s. 93)

Doğa katliamını gerçekleştiren zincirin bütün halkaları birleşince, tek kurbanları yacaréler olmuyor; aynı uğursuz zincir timsahları korumaya çalışan bir köy dolusu yerliyi ve gerçekleri ortaya çıkartmaya çalışanları da öldüren bir cinayet şebekesine kolaylıkla dönüşüveriyor. Bir kez daha anlaşılıyor ki insan yaşamını korumanın yolu, her canlının yaşamını korumaktan geçmekte.

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi

Luis Sepúlveda aynı zamanda bir çocuk kitapları yazarı. Romanlarında aktardığı temel mesajları, taşıdığı kaygıları ve takip ettiği izlekleri çocuk kitaplarına da taşıyor. Bunları çocuklar için sadeleştirerek yazarken yapmanın hayli meşakkatli bir iş olduğunu tahmin etmek zor değil. Sepúlveda’nın çocuk kitapları içinde en ünlü olanı Martıya Uçmayı Öğreten Kedi. Hüzünlü başlayan bu anlatıda hayat dolu bir martı Kengah denize akıtılan petrolün kurbanı oluyor ve son gücüyle kendisini kedi Zorba’nın yanına atıyor. Yumurtasını ona emanet ederken, doğacak yavruya uçmayı öğretme işini de Zorba’ya bırakıyor. Neyse ki Zorba yalnız bir kedi değil, liman bölgesinin kediler topluluğunun bir üyesi. Kediler, Kengah’ı bir topluluk dayanışması ruhuyla uğurluyorlar:

“‘Ve şimdi insanların neden olduğu felaketin kurbanı olan bu martıya elveda diyelim. Boynumuzu aya doğru uzatıp liman kedilerinin veda şarkısını miyavlayalım.’

Dört kedi yaşlı ağacın dibinde uzun, hüzünlü bir şarkı miyavlamaya koyuldular, miyavlamaları çok çabuk çevredeki kedilerinkilere karıştı, sonra ırmağın öbür yakasındaki kedilerinkilere ve miyavlamalar köpek havlamalarıyla, kafesteki kanaryaların ve yuvalarındaki serçelerin dertli cıvıltılarıyla, kurbağaların hüzünlü vıraklamalarıyla, hatta şempanze Matias’ın düzensiz ciyaklamalarıyla bütünleşti.

Hamburg’daki tüm evlerin ışıkları yandı; evlerdeki insanlar hayvanları birdenbire saran bu garip hüzün üzerine kafa yordular.” (s. 56)

İnsanlar doğaya zarar verip yıkımlar sebep olurken hayvanlar kendi aralarındaki farklılık ve çekişmelere rağmen örnek bir işbirliği sergiliyorlar. Zorba’nın derdini ve sorumluluğunu topluluk olarak üstlerine alıyorlar. Bu kitapta sağduyu ve sorumluluk hayvanlara yüklenen bir özellik, diğer yandan insanlara gelince:

“Ne yazık ki insanların sağı solu belli olmaz! Sık sık iyi niyetlerle yola çıkıp en kötü felaketlere neden olurlar.” (s. 77)

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi doğanın ve hayvanların insan yıkıcılığı karşısında dayanışmayla hayatta kalma çabasına dair sevimli bir kitap. Mustafa Delioğlu’nun resimleriyle daha da sevimli hale gelmiş.

Sepúlveda’nın ölümüyle Şili’nin 68’ine ve 73 darbesine dair çok önemli bir tanıklığı yitirmiş olduk. Bununla birlikte Sepúlveda edebiyatının sadece bu travmatik süreçle sınırlı kalmadığını, çevre aktivizminden yerli halkların kırımına, maceradan çocuk edebiyatına geniş bir yelpazeyi kapsadığını söylemeliyiz. Bu çok yönlü, dünyaya anlatacakları bulunan örnek entelektüelin ölümü edebiyat, siyaset ve sanat dünyaları adına büyük bir kayıp.

Luis Sepúlveda’nın Türkçedeki kitapları ancak sahaflarda bulunuyor artık. Türkiye’ye ilgi duyan, benzer bir siyasi ortamdan gelen ve şüphesiz bizle çok ortaklığı bulunan bu değerli yazarın kitaplarına yeniden kavuşsak ne güzel olur. Belki böylece kendisi hayattayken onu yeterince tanıyamamanın verdiği eksikliği biraz olsun telafi edebiliriz.