Linda Boström Knausgård: Dilden çıkmak

"Dünyaya ve insanlığa ilişkin büyük durumların, soruların içinden hareket eden bir yazar değil Boström. Minör bir alanda, sadelik ve yalınlıkla açıyor sorularını. Yazarın çağrışımlara açık, sezgilerini dinleyerek akan yazma stili kurduğu olayların akışında, kahramanlarında da hissediliyor. Yalnızca kahramanlar değil, yazar da kırılgan ve naif. Berrak, şeffaf, açık."

13 Ocak 2022 20:30

“Babam düşümde benimle konuştu. Dilinde bir sorun mu var, dedi. Yok, baba. Sözcükler çok ağır. Sağa sola fırlatılmayacak kadar ağırlar.” (AHG; s. 9)

Yazarın Otobiyografi ve Edebiyat başlıklı video söyleşisinin önündeyim.[1] İçerikten çok nasıl konuştuğu, yutkunduğu, baktığı, nefes aralıkları, susları, düşüncenin bedenden ne olarak ve nasıl çıktığı ile ilgiliyim. Linda Boström Knausgård, entelektüel bir süreç olan yazmayı doğrudan bedeninden geçirerek deneyen biri. Metinlerinde hissettiğiniz ve onu farklı kılan bu yan, yazısı, kendisi ve dünya üzerine konuşurken de kolaylıkla görülüyor. Tuhaf, ayrıksı, uyumsuz roman karakterleriyle ördüğü, İsveççe aslından Ali Arda’nın Türkçeleştirdiği iki romanı bir yıl arayla Kıraathane Kitapları’ndan yayımlandı. Bu yazı onun ikinci romanı Amerika’ya Hoş Geldiniz’i, Yasemin Çongar ile yaptığı Kıraathane söyleşisiyle birlikte ele alacak. Yer yer Eva Meijer, Dilimin Sınırları[2] ile kitabın dilsizleşen kahramanı Ellen’ı anlamak için yardımcı olacak.

Yazarın biyografisinden bildiğimiz, 26 yaşındayken, babası gibi kendisine de bipolar teşhisi konduğu. Söyleşiden öğrendiğimiz ise, o zorlu sürece ilişkin uzun ve kapatılarak sürdürülen tedavisi sırasında elektroşok yöntemine maruz kaldığı. Oraları dinlemesi, izlemesi oldukça zor. Hafıza kaybına yol açabilecek, zorbaca yapılan böyle bir müdahalenin travmatik sonuçlarını hissetmek de öyle. Hafızanın kaybı, dünyanın kavramlarıyla, diliyle, anlamlarıyla da silinmesi demek. Bütün bunları düşünerek baktığımızda, böyle bir travmatik süreçten geçen öznenin yazıyla kurduğu bağ hem özel anlamlar taşıyacak hem de bir dil, dünya ve anlam arayışı başka türlü bir önem kazanacaktır.

Kıraathane söyleşisinde İsveç’te romanın karakterleri gibi tuhaf ve özel kişiler için kullanılan bir sözcükten bahsediyor yazar: Eljest. Bu biraz kendisine, biraz babasına da dolanan bir kavram. İlk roman Helios Felaketi, ardından gelen Amerika’ya Hoş Geldiniz doğrudan otobiyografik romanlar değiller, ama yazarın hayatından kuvvetli izler taşıdıkları da aşikâr. Asıl yazarın üçüncü romanı olan, psikiyatri servisinde başından geçen travmatik olayları anlattığı, Kıraathane’nin bu dönem yayın programında olan Ekim Çocuğu otobiyografik bir anlatı. Linda Boström, otobiyografik unsurların romana taşınması ya da otobiyografik roman konusunda şunları söylüyor:

“Yazı insan muhayyilesi ve geçmişiyle çok etkin bir ilişki içindedir. Yazı hayattan bazı önemli temaları kullanır; ama yine de ondan yeni bir şey yaratmak zorundasınız. Her şeyi olduğu gibi alamazsınız; çünkü bence yazmak o zaman anlamsız olur.”

Yazar, otobiyografik anlatılar için dikkate almamız gereken önemli şeyleri anımsatıyor. Kurguyla kurgu dışının sınırlarının belirsizliği, yazarın hayatıyla yazdığı arasındaki geçişler, ilk düşünülecekler. Yaratma süreci tüm kişiselliğimizi ortaya koyduğumuz bir alansa, aslında tüm yazılanlarda otobiyografik bir yan hep vardır. Yazar-anlatıcı sınırını ortadan kaldırmak değil, tam tersi bu iki personayı birbirlerinden uzaklaştırmak için iki romanında da birinci tekil anlatıcıyı yeğlediğini söylüyor. İki kahramanın da büyüme evresindeki, ergenliğe henüz adım atmış kız çocukları olması, yetişkin yazarla empati, özdeşim kurmanın önünde bir engel olarak düşünülmüş belli ki. Böylelikle otobiyografik izlerin üstü örtülmüş. Mahrem, içsel, gizdökümcü hayat parçacıkları dönüştürülerek edebiyat içi, evrensel bir anlam dünyası kurmanın araçları kılınmış. Birinci tekil anlatıcının yazarı kolaycılığa götüren bir tercih olarak görülmesi fikriyle sık sık karşılaşıyoruz. Bu birinci tekil anlatıcılı metinler, asıl meselenin ne olduğunu okura açıkça anlatan önemli örnekler. Dilin, söyleyişin, kurgunun ve konuya yaklaşımın başkalığı ve gücüyle birleşen birinci tekil anlatım, bu metinlerin kuvvet noktasını oluşturuyor.

Kitabın arka kapak yazısında “deliliğin sınırlarında dolaşan, kısa ve keskin bir metin” ifadesi yer alıyor. Helios Felaketi’nin küçük Anna’sı da, bu kitabın Ellen’ı da hayli tuhaflar; ama kendi durumlarına özgü nedenleriyle seçtikleri ifade yolları delilik sınırlarından çok depresyonun bölgesinden onları daha iyi anlayabileceğimizi bize söylüyor sanki:

Depresyon. Yasa benzer; yastan kaynaklanıyor da olabilir. Korku ve üzüntüye de benzer; insan bir şey kaybettiğinde ya da kaybetmekten korktuğunda, düşerken ya da düştüğünde neler olup bitiyorsa; depresyon tüm bunlara verilen isimdir. Yine de tam budur, diyemeyiz. Depresyon, gerçekliğin özgün bir biçimde yitirilmesidir. Bizi derinden etkileyen bir olaydan sonra dünyaya farklı bakarız (…) Bir süre bize yabancılaşmış olsa da bu dünyanın içinde kalmayı sürdürürüz, çünkü köklerimiz oradadır. Kendimizde kalırız. Depresyon tam bu noktada, bize kendimizle dünya arasındaki bağlantıyı sorgulatır. Kendimizi bu dünyaya ait hissetmemekle kalmaz, kendimizi ait hissedeceğimiz güvenli bir yerin var olup olmadığını da sorgularız. Depresyon beynimize ve hayatımızın anlamına zarar verir, günlerimizi çürütür. (DS; s. 1)

Kayıp ve boşluk duygusu, yitirilen anlamın yeniden bulunma çabası, bunun dil-dilsizlik dolayımıyla yapılıyor oluşu bu metinleri özellikle kayıp, yas, melankoli odaklı okumaya elverişli kılıyor gibi. Bunun için Amerika’ya Hoş Geldiniz ile Eva Meijer’in Dilimin Sınırları metnini eş zamanlı okumak farklı bir okur deneyimi olabilir; kitapların sınırlarının birbirlerine doğru silinerek açılması Linda Boström’un farklı bir anlam ve değerler dünyası kurma arzusunu neden dil-dilsizlik içinden vermeye çalıştığını anlamayı kolaylaştıracaktır:

“Depresyon, beyindeki kimyasal bir problemden fazlasıdır; depresyondaki kişilerin akıllarını meşgul eden meselelerin temeli insanlıkla ilgilidir. Hatta depresyon çoğu zaman; insan ve ruh, dil, otonomi, iktidar ilişkileri ve yalnızlık gibi felsefi meselelerle de yakından ilişkilidir.” (DS; s. 3)

Eva Meijer’in yaşamı boyunca mücadele etmek zorunda olduğu depresyonuna dair deneyim aktarımı, Ellen’ın dilsiz dünyasının renkleriyle, duyumları, duygu ve düşünceleriyle çok ortak özelliğe sahip. Bu roman kayıplar, özellikle kaybedilen, uzak bir hülya olarak hatırlanan ve bir sınır aşılırsa –ki o sınırda kalmayı dilsizliğiyle sağlamaya çalışır Ellen– artık çocukluktan ebediyen kopacak olan küçük bir kızın ruhunda, bedeninde, duyuş ve düşünüşünde sürmekte olan başkalaşımlarla ilgili. Büyümekten çok, feci şekilde korkulan büyüklerin dünyasına girmemek için büyümeyi dilsizleşerek durdurmaya çalışan bir kızın ayak diremesinin hikâyesi. Kendini anlatamamak, dünyadan kopmak, yersiz yurtsuz hissediş, boşluk duygusundan bir türlü kurtulamamak ya da onun yerine ne koyacağını bilememek, zaman algısındaki belirsizlik, bir türlü şimdiki zamanı yakalayamamak, ya geçmişte olanla meşguliyet, ya geleceğin belirsizliğiyle kontrolsüz bir kaygının esiri olmak, bir türlü içinde olunan zamanın hissediş olarak ele geçirilememesi. Tüm bunlar Meijer’in deneyim aktarımında da, Ellen’ın anlatısında da varlar. Bu hal, yani içeride yaşanan gerçeklikle dışarıdaki gerçekliğin bir türlü kavuşamaması öznelerin kaygı, korku duygularıyla iyice içeri göçmelerine neden olurken, dış dünyayla da aralarının açılmasına yol açar. Bu uyumsuzluk ve iletişimsizliği psikozla karıştırılmamak koşuluyla bir tür delilik olarak görür Meijer:

Deli olmak derken kastettiğim aşağı yukarı şunlar; başkalarının gördüğü ve içinde yaşadıkları bir dünya var, ancak artık bu benim dünyam değil. O dünya ile benim deneyimlerim arasındaki mesafe deliliğimin bir göstergesi. Bu sadece benim deneyimlediğim bir şey değil, böyle bir mesafe gerçekten de var. Aslında doğru olduğunu bildiğim şeylerle hiç bağdaşmayan, başkalarının değerleriyle ölçülmüş ve deli olmasam böyle düşünmeyeceğim için buna delilik diyorum. Burada ortaya çıkan ve bana ait olmayan, hatta eleştireceğim düşünceler bazen düşündüğüm anda korku ve kederle öylesine bir yoğunlukla iç içe geçiyor ki, normal bir şekilde hareket etmek bile olanaksızlaşıyor: Mesela aklımdan çıkmayan ölmem gerektiği düşüncesi. (DS; s. 42-43)

Kronikleşmiş ruhsal sorunlarıyla baş edemeyen ve ailesine korku salan bir baba, bu nedenle ondan ayrılarak çocuklarını ve kendini korumaya çalışan, ama merhametini de çocuklarının babasından esirgemeyen, var olmak için dışadönük bir ışıklı gayretle kendi yolunu çizmiş –fazla büyük, fazla neşeli, fazla kudretli– bir anne, Ellen’a babası gibi şiddet eğilimleriyle korkutan, ama türlü felaket anlarında onun elini tutan bir ağabey. Travmatik yaşantıların saldığı korku nedeniyle Tanrı’yla yaptığı konuşmalarda babasının ölmesini diler küçük kız ve baba ölür.

“Babam öldü. Bunu anlatmış mıydım? Benim suçum. Babamı öldürsün diye Tanrı’ya yüksek sesle yakarmıştım; öldürdü. Bir sabah yatağında katılaşıp kaldı. Yani, konuşmam bu kadar etkiliydi. Belki şu büyüme işi doğru değildi. Belki dileklerim yerine geldiği için konuşmayı bıraktım.” (AHG; s. 7)

Tanrı’yla konuşabildiğine, Tanrı’yla yaptığı işbirliğinin sonucunda babasının öldüğüne inanan Ellen da ölmesi gerektiğini düşünür. Bunu Tanrısından ister de:

“Gökyüzündeki sevgili Tanrı. Annemi esirge. Onu mutlu et. Bana bir ölüm bul.” (AHG; s. 77)

Dünyaya ve insanlığa ilişkin büyük durumların, soruların içinden hareket eden bir yazar değil L. Boström. Minör bir alanda, sadelik ve yalınlıkla açıyor sorularını. Yazarın çağrışımlara açık, sezgilerini dinleyerek akan yazma stili[3] kurduğu olayların akışında, kahramanlarında da hissediliyor. Yalnızca kahramanlar değil, yazar da kırılgan ve naif. Berrak, şeffaf, açık. Yapı, dil, kurgu yazarın katı, sarsılmaz, değişmez bir mükemmelliği amaçlamadığını gösteriyor. Yabanıl bir kendiliğin, anlaşılma, hayata katılma, yaşamak için bir yol bulma çabasını 11 yaşındaki bir kız çocuğunun sansürsüz, içten, somut ve soyut düşünme gelgitleriyle göstermeyi amaçlıyor.

Ellen, annesi babası ve ağabeyiyle yaşarken bir gün birden babasız kalınca artık gerçeklerden de kaçamaz hale gelir. Annesinin biz bir “ışık ailesi”yiz diye tanımladığı ailenin geriye dönük hatırlayışlarla içine girdiğinizde, orada şiddetin köpürttüğü, yoğun bir karanlıkla karşılaşırsınız:

“Karanlık bir aile değil miydik biz aslında? Sırlardan ve endişeden mustarip değil miydik? Ama bizzat annem vardı. Doğal bir güçtü o. Her şeye karşı koyan bir güç.” (AHG; s. 50)

Kayıp, suçluluk, dış dünya, anlaşılamama, yalnızlık, korkutucu büyüme hezeyanları üst üste gelince kız dilini kaybeder. O kayıpla birlikte konuşmamaya karar verir. Bütün anlatı bu konuşmayan küçük kızın yok olmayı dileyerek girdiği koyu karanlığı, zihnindeki o karanlıktan gördüğü dış dünyayı, annesini, annesinin tiyatrosunu, okulu, Tanrı’yı, ağabeyini, onunla ve diğerleriyle olan iletişimsizlik, anlaşılamama açmazını anlatıyor.

“Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar’da zihinsel deneyimlerin kişisel olmasına karşılık dilin zorunlu olarak kamusal olduğunu söyler. Özel dilden söz etmek mümkün değildir. Kişisel bir dilden söz etmek mümkün değildir. Dil sadece deneyimlerini başkalarına anlatmak için kullandığın bir çerçeve değil, aynı zamanda deneyimlerini kendin için biçimlendirdiğin bir kafestir. (…) olaylar ve duygular üzerine konuşmak bu nedenle bir şeyleri eşelemek ya da onlarla yüzleşmekten daha fazlasıdır. Konuşmak yaşanmış olanı yeniden biçimlendirebilir.” (DS; s. 56)

Dilin bir kafes, bir cehennem olarak hissedilişi yalnızca başkalarının oluşuyla ilgili de değildir. Yaşanan, duyulan, düşünülen şeyle dile dönüşenin asla aynı şey olmadığı bilgisi dünyayla aramızdaki boşluğu büyütür. Bu boşluk bazen Ellen ya da Meijer’ın deneyimlerindeki gibi aşılamaz büyüklüğe ulaşır. Bu dünyada olup bir yerinin olduğunu hissetmemektir, bir tür kayboluş.

“Konuşmayı bırakalı çok oldu. Herkes alıştı. Annem, kardeşim. Babam öldü, o ne derdi bilmiyorum. Belki kalıtsal bir şey. Kalıtım bizim sülaleyi kötü vuruyor. Merhametsizce. Atadan toruna, bütün akraba silsilesini. Belki de sessizlik hep içimdeydi. Daha önce uyumsuz şeyler söylüyordum. Yağmur yağarken güneş parlıyor diyordum. Yulaf lapası çim yeşiliydi, toprak tadındaydı. Okul her gün zifiri karanlığa gitmekti. Eve dönene kadar korkuluğa tutunmak. Okul bittiğinde ne yapıyordum? Kardeşimle oynamıyordum. O müzik odasına kapanıyordu. Odasına kapanıp kapısını çiviliyordu.” (AHG; s. 5)

Daha ilk paragraftan anlatının düşünmeye davet ettiği kavramların neredeyse hepsi sıralanmış gibidir. Aile, dil, iletişim, okul, dış dünya, korkular, yalnızlık, ev ve onun tehditkârlığı kadar koruyucu kuşatıcılığı… Doğrudan, kısa, kestirme, net cümleler, uzun psikolojik analizler, betimlemeler yerine, somuttan yararlanan, keskin, göstermeci bir dil yazarın bu romanının da tercihi. Yazarın oyuncu olan annesi sayesinde tiyatroyla kurduğu ilişki, çocukluğundan bu dünyaya dair biriktirdikleri ve sonrasında kendisinin de tiyatroyla ilgilenmesinin izleri bu metinde açıkça görülür. Ellen’ın annesi de bir oyuncudur. Ellen’ın çocukluğu yazarınki gibi tiyatro kulislerinde geçmiştir. Bu, iç sesle kurulan anlatının üslubunu doğrudan etkilemiştir. Yazarla küçük anlatıcı Ellen’ın ortak noktalarından biri de tiyatroda geçen vakitlerinde, oyun sahnelenirken suflörün yanına oturtulmalarıdır. Linda Boström söyleşisinde okuduğu kitapların, bulunduğu coğrafyanın, karşılaştığı her şeyin birbirine karıştığı, iç içe geçtiği bir bellek mekânda yazının kendiliğinden, plansızca belirdiğinden de söz ediyor. Burada sözünü ettiği metne hazırlıksız yakalanmaktan çok, yazma sürecinde edinilen birikimin nasıl akacağına, nasıl belireceğine dair bir kendiliğindenlik vurgusu. Böyle düşünerek yazma süreci ve yarattığı kahramanlar ilişkisine baktığımızda, yazarı Ellen’ın suflörü gibi düşünmemiz çok mümkün. Ellen’ın iç sesiyle kurulan anlatıda Ellen da yazar gibi davranır. Onu okurken çağrışım zincirleriyle birbirine bağlanan kavramların sırasız ve düzensiz beliriverişi, iki personayı birbirine sıkıca bağlar.

Yazarın tiyatro uğraşının yanında edebiyata şiirle başladığını, ilk yayınının şiir olduğunu da biliyoruz. Tiyatronun göstermeci ve doğrudan yanı kadar şiirin türsel özelliklerinden de yararlanılan melez ve özel bir üslup yaratmış L. Boström. Bu iki romanında da kuvvetle hissediliyor. Şiirsel sözcüğünden burada kaçalım; ama şiirde kalalım. Düzyazı metinleri için yanıltıcı bir tanımlama şiirsel; yine de bir metnin okuruna şiirin bıraktığı hissi vermesi üzerinde dikkatle durmalı. Lirik şiirin “ben”iyle metindeki anlatıcının “ben”i nasıl ve nerede buluşuyor? Buluşabiliyor mu? Yoksa gizdökümcü şiirin itirafçı öznesiyle mi daha yakın bu iç ses? Gündelik dilin, diyalogların kısa, boşluklu, eksiltili üslubu mu daha çok bu metni şiirle akraba kılıyor? İçeri almaktan çok dışarıda bırakmak, duyumların gündelik alışkanlıklardan farklı bir duyuşla dile getirilmesi, küçük bir kızın zihninde dünyanın ve şeylerin somutlanmasına dair aktarımlar mı onu kimi yerlerde büsbütün şiir kılıyor? Zaman, peki? Gün parçalarıyla ilerleyen anlatıda zaman geçmişe ve geleceğe dair nasıl bükülüyor; “şimdi”, zaman koridorunda nasıl beliriyor? Gece , sessizlik, karanlık… Kimi şeyler kelime olmaktan çıkıp nasıl neredeyse madde olmaya doğru imge gücüyle hareket ediyor? Bütün bunların birleştiği yerde tuhaf, farklı, alışılmadık bir gerçekçilik dile geliyor: “Eljest”in gerçekliği.

Yazarın ilk romanında kaybettiği dili yeniden kazanmaya çalışan kahramanından sonra, bu ikinci romanda, iç sesini dışarıya ulaştıramadığı için kendini dilsizlikle her şeye kapatan kahramanı Ellen, anlatıların merkezine iletişim sorununu oturtuyor. Bu görülmek, anlaşılmak, anlatmak, ortak anlam alanları yaratmak gibi yetişkinlikte de insanın peşini bırakmayan ontolojik soruları sorduran, yaraları hatırlatan bir alana çekiyor okuma eylemini. Dil o denli keskin ve şiddetli ki, empatiye ve özdeşime olanak vermiyor. İsveç coğrafyasının buzul soğuğu, gerçeğin keskin yanı dile vuruyor. Dilin her iki romanda da iletişimsizlik kaynağı olması, ben ve ötekilerin, ben ve dünyanın arasının kapanmaz biçimde açılması demektir. Hikâyenin parçalanması, ben’in bir süre sonra varlık olarak da görünmezliğine yol açacaktır. Dili mağarasına geri çekmek, karanlığa düşmek, Işık Ailesi’nden uzaklaşmak, devam etmekten vazgeçmek de demektir. Bu kadar keskin bir bıçağı sürekli yumuşak karnında hissetmek derin yalnızlık, kopuş, uğultulu sessizlik, anlamsızlık demektir. Bu sopsoğuk büzüşmeden Ellen kurtulabilecek mi?

“Bizim delilik diye adlandırdığımız durumların bir kısmı belki de delilik değildir. Hayat zor, başına türlü şeylerin gelebileceği bedenler olarak onun içine bırakıldık. Birilerini kaybetmeyi sindirmek güçtür. Bundan dolayı sorunlar yaşamamız ya da kayıplarımız karşısında, mesela sanat yaparak ya da başkalarının standart tepkilerinin dışında tepkiler vermemiz tuhaf değildir.” (AHG; s. 64)

Çok sevdiği birinin ölmesini istemek… Hem onun hem etrafındakilerin huzuru için. Bunun için Tanrı’dan yardım dilemek. Dileğin gerçekleşmesi büyük, giderilmesi zorlu bir suçluluk doğurur. Baba hayaletinden kurtulmak, o hayaletten bende ne kadar, neler var korkusuyla cebelleşmek, “ben de yok olmalıyım Tanrım” noktasına gelmek. Büyümenin eşiğinde kendini durdurmuş birinin aynı zamanda ölmeyi arzulaması… Şiddet burada bir aşırılık olarak, hiç çözülmeden, dille son satıra dek taşınır.

Romanda Ellen gibi yakından bakıldıkça derinleşen bir anne de vardır. Gençlik arzusu, yaşama tutkusu, sanatla ve aşkla direnme biçimi, ışıklı, bir o kadar yorucu iyimserliği… Durursa düşecek, kaybolacak olanlardan. Çocuklarını seven bir anne, onlara kişilik hakkı tanıyan, bunun için yer açan ama aşırı aydınlığıyla kimi zaman kızını boğan, nefessiz bırakan. Ellen’ın laneti tek tek aile fertlerinin içini netlikle sezmiş, görmüş olmasıdır belki de. Bir çocuk için çok fazla. Işık bu nedenle kâbusa dönüşür. Böylesi ışıklı bir annenin karanlıktaki kızı. Annesi söz konusu olduğunda da onun iyiliğine yetişemeyecek oluşu, ona layık bir kız olamama kaygısına dönüşür Ellen için.

“Annem hakkında konuşabilirdim. Ama sustum. O havalı gülümsemesini istemiyordum. Özenle kesilmiş saçlarını. Güzel bir kız olmamı arzu etmesini. Güzellik onun için özel bir şeydi. Çiçek gibi yetiştirilen önemli bir vasıf. Tohumu ekiyorsun, suluyorsun, büyümesini izliyorsun. Onun gibi olabilirdim: Bir hakmış gibi taşınan parıltıyla karanlık. Ama bende bir eksiklik vardı. Doğal bir güç değildim. Kuşkuya bulaşmıştım. Kuşku her yerdeydi. İliklerime işlemişti, yayılıyordu. Beni istila ettiğini hissettim. Gündüzleri, geceleri, gün batımlarında kuşkunun içinde yüzüyordum.” (AHG; s. 7)

Annenin saçtığı ışıktan gölgeli karanlığa sığınmak anlamını da taşır kız için sessizlik. İçinde ses kalıp kalmadığını bilmeyerek annesine nasıl bir şiddet uyguladığının, onu nasıl küçülttüğünün de farkındadır. Konuşmak ancak ve ancak annesinin kaybolması riskine karşı Ellen’ın göz alabileceği bir şeydi. Annenin ışıltılı aydınlığına karşı Ellen’ın karanlığı:

“Karanlık her yerdeydi. Karanlık kokuyordu. Korku ve yapışkan, şekerimsi bir şey kokuyordu. Musluktan fışkırıp küveti dolduran şey karanlıktı sanki. Saçlarımı karanlıkla yıkadım, bedenimi, tüm varlığımı. Karanlığı yedim, içimi karanlıkla boyadım. Karanlık yavaş yavaş yerleşti. Bir tek annem hâlâ aydınlıktı.” (AHG; s. 30)

Ellen, içindeki sesleri bütünleyip dil olarak mağarasından çıkarmayı bir tek annesi için göze alabilecektir. Okuldan gelen örtük baskı, terapinin bir yol olarak denenmesi eşiğine getirir anne kızı. Ne telkin, ne zorlama… Bunların yaratacağı korku, öfke, panik duygularını kızının bedeninde okur anne. Her şey hazır olduğunda ve kendiliğinden… Böylesi zorlu iletişim bozukluklarında iyileştirici yollardan biri hep terapi olarak görülmüşse de tek yol değildir. Her zaman sonuç veren bir yöntem de değildir. Yabanın ehlileştirilmesi, aşırılıklarından arındırılması, uyumlanması bazen otantik benliğe yaklaşmaktan çok ondan kopuşu ve tam bir kayboluşu da getirebilir:

“Terapiyi bir diyalog olarak kabul etmek, dilin çevremizi ve kendimizi kavramaktaki rolünün önemine vurgu yapar. Deneyimle gerçeklik arasındaki bağlantı genel olarak şöyle ifade edilir; deneyim mutlak olarak öznel ve kişiseldir ve onları sözcükler yoluyla başkalarına aktarabiliriz. Kullandığımız sözcükler çevremizdeki bir şeylere işaret eder (nesnelere, duygulara, ilişkilere vb.). Oysa bu yanıltıcı bir görüntüdür. Ben sözcüklerle size duygularımın haritasını yapabilirim, ama bu sözcükler duygularla aynı değildir. Hiçbir zaman tam olarak olan bitenle örtüşmez. (…) Dil, öteki ile aramda köprü kurarken aslında onunla bizi ayırır, tenimiz gibi. Daha fazla sözcük bilgisine sahip kişi beki diğerlerine kıyasla daha zengin bir duygu dünyasına sahip olmayabilir.” (DS; s. 55)

Büyümek, normu, yasayı tanımak, toplumsal bir varlık olduğunu ve toplumun uzlaşılmış kuralları olduğunu kabul etmek demek. Bütünüyle teslimiyet ve rıza, itiraz hakkı saklı, şerhli uzlaşı ve radikal reddediş. Gelecekteki Ellen bunlardan hangi tavrı seçerek toplumun içinde var olacak? Radikal bir redden müzakereli bir uzlaşı alanına Ellen gelebilecek, bunu isteyecek mi? Soruların yanıtlarını açık bırakır yazar. Ama Ellen’ın sesi istemsizce artık kendiliğinden boğazından dışarı taşmak istemektedir. Devam arzusu, yaşama istenci kendi kendine başkalaşan ruh ve bedende yavaşça ve yeniden köklenmektedir:

“Uyurken kimdim ben? Başka bir zamandaydım sanki, yaşam alanının daha ferah olduğu, varlığımı sorgulamayan, bambaşka bir zamanda. Orada yalnızca yaşıyordum, çok basit bir şeymiş gibi. Soracak bir şey yoktu. Çoğu kişinin durumu bu diye düşündüm, hatta belki kardeşimle annemin bile. Belki de büyümeyi engelleyen şey sorularımdı, serbestçe ilerlemesi gereken şeyi durduran.” (AHG; s. 95)

Yazar kesinlik taşıyan, sona ermiş durumlardansa askıda halleri finalleri için tercih ediyor. Ucu açık oluş, belirsizlik tıpkı hayat gibi tüm alternatifleri içeriyor.

“Birbirimizi görmüştük. Ne yapacaktık şimdi? Birbirimizle ne yapacaktık?” (AHG; s. 105).

Bütün aileleri kapsayan bir soruyu bırakarak kapatıyor yazar anlatısını.

 

NOTLAR:



[1]
Otobiyografi ve Edebiyat: Linda Boström Knausgård’la Sohbet - YouTube

Boström Knausgård’la Yasemin Çongar tarafından 22 Ekim 2020’de Skype üzerinden yapılan söyleşide Helois Felaketi, Amerika’ya Hoş Geldiniz ve Ekim Çocuğu romanlarına ve yazma deneyimine odaklanılmıştır.

[2] Eva Meijer, Dilimin Sınırları, çev. Gül Özlen, İstanbul: KAPLUMBaA, 2021.

[3] Bkz. Otobiyografi ve Edebiyat: Linda Boström Knausgård’la Sohbet - YouTube

 

KAYNAKLAR:


Linda Boström Knausgård, Helios Felaketi, çev. Ali Arda, Kıraathane Kitapları, 2020.

Linda Boström Knausgård, Amerika’ya Hoş Geldiniz, çev. Ali Arda, Kıraathane Kitapları, 2021.

Eva Meijer, Dilimin Sınırları: Dilimin Sınırları - Depresyonla ilgili Küçük Felsefi Bir Araştırma, çev. Gül Özlen, Kaplumbaa, 2021.