Küreselleşme, pandemi, milliyetçilik

"Küreselleşmeyle milliyetçilik ilk anda sanılabileceği gibi birbirinin zıddı, birbirini dışlayan iki tarihsel olgu değildir. Bugün milliyetçiliğin kendisi de küreselleşmiş durumdadır… Milliyetçilik artık savunmacı bir ideolojidir; kuvvetten değil zaaftan, madunluktan doğar. Gurur biçiminde ifade edilen bir yenilmişlik duygusudur, içinde bulunduğu kötü durumdan kendisi hariç herkesi sorumlu tutmaya giydirilen bir kılıftır sadece.”

Küreselleşme, pandemi, ve milliyetçilik. Ben bu üç konuyu ikişer ikişer ele almayı tercih ediyorum, bu şekilde aralarındaki üçlü ilişkinin de peyderpey ortaya çıkacağını umuyorum.

Pandemi ve küreselleşme

Küreselleşme ve pandemiyle başlayalım işe. Her şeyden önce şunu göz önünde bulundurmamız gerekiyor ki, ne küreselleşme yeni bir olgudur ne de pandemi. Küreselleşme, adından da anlaşıldığı üzere durağan bir durum değil, bir süreçtir. Ve bu süreç yüzyıllardır gelişerek devam ediyor.

Örneğin İpek Yolu dediğimiz, Doğu Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan ticaret yolu Eskiçağdan beri kullanılıyor. 16. yüzyıla gelindiğinde, seyahat ve ticaret yolları artık yerküreyi neredeyse baştan başa kuşatıyordu. Elbette küreselleşmenin bazı yeni boyutları var günümüzde, küreselleşme hızı da eskisinden çok daha yüksek, ama dönüşümün çoğunluğu niteliksel değil niceliksel.

Salgın hastalıklara gelince, onların da hayli uzun bir geçmişi var ve büyük ölçüde küreselleşmeyi de gerçekleştiren, insanların hareketliliğine bağlı olmuşlardır tarih boyunca. Örneğin Ortaçağ Avrupası’nı kasıp kavuran veba Doğu Asya’dan gelmiştir; Yeni Dünya yerlilerini mahveden, başta çiçek hastalığı olmak üzere kolera, verem, tifo ve hatta grip gibi ölümcül hastalıklar ise Avrupa’dan. Frengi hastalığının hem Türkçedeki hem de Farsçadaki adına bakılırsa, hiç olmazsa Orta Doğu’ya Avrupa’dan gelmiş olmalı. Daha yakın dönemde İspanyol gribi ismine rağmen Kuzey Amerika’dan, AIDS ise Afrika’dan dünyaya yayıldı. Hong Kong gribi, Ebola, SARS, kuş gribi, domuz gribi, Zika, Batı Nil virüsü, şimdi de COVID-19 hep bir merkezden çıkarak dünyaya yayılmıştır.

1740'daki çiçek salgını sırasında Maine'deki Abenaki kabilesi bir Fransız misyoner tarafından resmedilmiş. 

Kısacası insanlar çok uzun zamandır bir yerde durmuyorlar; önce yakın, sonra giderek genişleyen çevrelerini keşfetmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de her türlü mikrobu, virüsü, kısacası bilumum hastalığı bir yerden bir yere taşıyorlar. Ve ya taşıdıkları hastalıklara bağışıklık kazanmamış olan karşılaştıkları insanları hasta ediyorlar, ya da karşılaştıkları hastalıklara bağışıklıkları olmadığı için kendileri hastalanıyor.

Peki, o halde değişen bir şey yok mu? Var tabii. Tarihin hiçbir döneminde coğrafi mesafeler şimdi olduğu kadar kısalmamıştır. Bugün bir Airbus A380 uçak 800’den fazla insanı birkaç saat içerisinde dünyanın bir ucundan bir diğerine taşıyabiliyor. COVID-19 pandemisinden önce, 2019 yılında, toplam neredeyse dört buçuk milyar yolcu taşımış dünya havayolları. On yıl önce, 2009 yılında bu sayı sadece iki buçuk milyar civarındaydı. Bu durumda salgın hastalıkların yayılma hızının küreselleşme hızına koşut olarak çok artmış olması doğaldır elbette.

Üstelik tek sorun yayılma hızı da değil. İnsanların çok daha yoğun yerleşimlerde yaşaması, doğanın suiistimal edilmesi, iklim değişimi, antibiyotiklerin sorumsuzca kullanılması neticesinde daha dayanıklı ve öldürücü mikropların ortaya çıkması gibi, çağdaş yaşamla ilgili birçok nedeni daha var salgın hastalıkların. Ama ben şimdilik yayılma üzerinde durayım.

Küreselleşme konusunda önemli kuramsal çalışmalar yapmış olan antropolog Arjun Appadurai, küresel düzeni destekleyen beş akımdan söz eder. Kültürel ve siyasi sınırları aşan insan akımı (ethnoscape); uluslararası medya yoluyla temsillerin ve suretlerin akımı (mediascape); mekanik ve bilgi teknolojileri akımı (technoscape); para ve sermaye akımı (financescape); fikir ve ideoloji akımı (ideoscape). Tabii bunlara meta akımını da ilave etmek gerekiyor, nedense Appadurai onu atlamış. Ama bütün bunların yanı sıra olumsuzluk akımları da var: Mikroplar, virüsler, parazitler, çevreyi kirleten atıklar, iş kazaları... Örneğin sanayileşmiş ülkeler artık kendi çöpleriyle başa çıkamıyor; geri dönüşüm de pahalı olduğundan, atıklarını Malezya, Filipin, Çin gibi Üçüncü Dünya ülkelerine gönderiyorlar. Çevreyi kirleten sanayilerin Üçüncü Dünya’ya göçüyle birlikte korkunç iş kazaları da oralara geçti; örneğin 1984’te Hindistan’ın Bhopal şehrindeki Union Carbide fabrikasındaki kazada 15 ila 20 bin kişi ölmüş, yarım milyona yakın kişinin de akciğerlerinde, gözlerinde korkunç ve kalıcı tahribat oluşmuştu. İşte, gittikçe sıklaşan pandemiler de küreselleşmeyi oluşturan akımların sonucu. Ve insanların, yiyeceklerin, atıkların hareketiyle birlikte hastalıklar da dünya ölçeğinde yaygınlaşıyor. (Chan Yuk Wah & David Haines: diseasescape.)

Böyle bir küresel sorunu halletmenin tek yolu küresel önlemler almaktır. Ancak en son pandemi olan COVID-19’a baktığımızda, birçok ülke, özellikle de milliyetçi, sağ popülist rejimlerin hâkim olduğu Amerika, Brezilya, Macaristan gibi ülkeler, kendi coğrafyalarında hastalıkların yayılmasına göz yumdukları gibi, Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası teşkilatlarla işbirliği yapmayı reddettiklerinden, hastalık inanılmaz boyutlara erişti.

Küreselleşme ve milliyetçilik

Şu halde küreselleşme ve milliyetçiliğe geçelim. Bir zamanlar küreselleşmeye çok safdil bir şekilde yaklaşılır, çok da uzak olmayan bir gelecekte bütün dünyanın McDonald’s hamburgeri yeyip Coca Cola içeceği tahmin edilirdi. Bunu bazıları iyi bir şey addederdi, çoğu kişi ise kötü bir şey, ama oraya doğru gidildiği konusunda üç aşağı beş yukarı fikir birliği vardı. Bugün ise olayın bu kadar basit olmadığını artık anlamış bulunuyoruz. Her şeyden önce İngilizce glocalization (globalization + localization), Türkçede (pek sevmediğim bir terim ama ne yapalım?) “küyerelleşme” denen bir durum söz konusu. Yerelliğin küreselleşmesi olarak tanımlayabiliriz bunu kısaca. Yani örneğin dünyada herkes Amerikanlaşıp birbirine benzeyeceğine, aksine, farklı gruplar kendi tarihlerine, yerel mutfaklarına, kültürlerine, “geleneklerine” (tırnak içinde) dönmeye gayret ediyor. Türkiye özeline bakacak olursak, Turgut Özal döneminden itibaren geleneksel sanatlara, geleneksel yemeklere, Osmanlı tarihine, hatta yerel mukaddesat biçimlerine ve saire duyulan ilginin arttığını görüyoruz; oysa Özal’ın politikası –hiç olmazsa görünürde– bunun tam aksini gerçekleştirmeliydi. Sınırların alabildiğine açıldığı, beyaz peynirin, muzun bile ithal edilmeye başladığı bir dönemdi Özal dönemi.

Bu durumda, küreselleşmeyle milliyetçilik ilk anda sanılabileceği gibi birbirinin zıddı, birbirini dışlayan iki tarihsel olgu değildir. Bugün milliyetçiliğin kendisi de küreselleşmiş durumdadır. Donald Trump’ın seçilmesi ve neredeyse yeniden seçilmesi, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden kopması, Macaristan’da, Polonya’da, Brezilya’da, Hindistan’da, İran’da, Türkiye’de yerlici (yani nativist) otoriter rejimlerin kurulması küreselleşmeye rağmen olmamıştır, küreselleşmenin birer sonucudur.

Milliyetçiliğin ilk ortaya çıkışı 18. yüzyılda, Kuzey ve Güney Amerika’daki sömürgelerdedir; yani milliyetçilik, küreselleşme tarihinin önemli bir aşaması olan sömürgeciliğin bir sonucudur. Daha sonra Fransız Devrimi ile Avrupa’ya geçmiş, giderek de yaygınlık kazanmıştır, ama milliyetçiliğin Avrupa’daki tezahürleriyle sömürgelerdeki –yahut hatta hiçbir zaman sömürge olmamakla birlikte, uzun zaman sömürgecilerin hedefi olan ve sonunda bir süreliğine işgal da edilen Türkiye’deki– tezahürleri bir değildir elbette. Yine de hepsinin ortak bir yanı vardır, o da nesnel kıstaslar kullanıldığında sayısız farklılıklar barındıran insanların, kendilerini bir soyut bütünlüğün fertleri olarak görmelerinin kavramsal ifadesi olan millet kategorisi üzerine bina edilmiş olmaları.

Soyut bütünlük derken şunu kastediyorum: Ailenizi, dostlarınızı, çalışma arkadaşlarınızı düşündüğünüzde her birini hayalinizde tek tek canlandırabilirsiniz. Komşularınızı, oturduğunuz mahallenin sakinlerini tek tek tanımazsanız bile; binalarla, sokaklarla somut ilişkileri bağlamında hayal edebilirsiniz onları. Hatta belki hemşehrilerinizi bile, yirmi milyonluk bir metropolde yaşasanız da, sokakta, toplu taşıma araçlarında, iş ve eğlence yerlerinde sabah akşam karşılaştığınız insanlardan biraz genelleştirerek tasavvur edebilirsiniz. Ama bütün bir ülkeyi, hatta belki ülke sınırlarının da dışında kalan “soydaşlarla” (tırnak içinde) birlikte hayal etmek çok daha soyut bir düşünce gerektirir. İşte millet kavramı böyle bir soyutlamadır ve her ne kadar milliyetçiler milletlerinin tarihin dipsiz karanlıklarından günümüze uzanan, kesintisiz bir gerçeklik olduğunu iddia etseler de, bugünkü anlamda milletler modern icatlardır.

Her neyse; milliyetçiliğin 18. yüzyılda neden ve nasıl doğduğu tartışılabilir, sömürgeciliğe karşı ilerici bir güç teşkil ettiği düşünülebilir, ama bugünkü milliyetçiliğin ilerici bir yanı yoktur. Bugün milliyetçilik savunmacı bir ideolojidir; kuvvetten değil zaaftan, madunluktan doğar. Kendiyle barışık, gücünden emin, aşağılık kompleksinden azade, dünyaya illaki birşeyler ispat etmesi gerektiğini düşünmeyen insanlar milliyetçi olmaz. Milliyetçilik, gurur biçiminde ifade edilen bir yenilmişlik duygusudur, içinde bulunduğu kötü durumdan kendisi hariç herkesi sorumlu tutmaya giydirilen bir kılıftır sadece.

Bu nedenle de milliyetçilik birlik, beraberlik ve dayanışma üzerine olduğu kadar özellikle günümüzdedışlama, yabancılaştırma, düşman belleme üzerine kurulmuş bir ideolojidir. Kimlerin aynı milletin fertleri olduğunu belirlemek, aynı zamanda kimlerin yabancı olduğunu belirlemek demektir. Küreselleşmenin önemli bir boyutu ise insanların hareketliliğindeki artıştır, daha önce belirttiğim gibi. Beyin göçünden savaş sığınmacılarına, yabancı işçilerden etnik temizlik mağdurlarına kadar dünya çapında 60-65 milyon civarında insan kendi ülkelerinin dışında ikamet ediyor şu anda. Gittikleri ülkelerde yabancı olmaları, o ülkelerdeki milliyetçiler tarafından muhtelif şekillerde kullanılıyor; ırkçılık ve yabancı düşmanlığı arttıkça milliyetçilik güçleniyor, milliyetçilik güçlendikçe de ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artıyor. Yani yabancılar milliyetçilerin işine yarıyor. Yabancıların yabancılığını inşa etmede ise salgın hastalıklar gayet yararlı silahlardır.

Milliyetçilik ve pandemi

O halde pandemiyle milliyetçilik arasındaki ilişkiye geçelim son olarak. Henüz bugünkü anlamda millet kavramının var bile olmadığı 14. yüzyılda, Avrupa’da şiddetli veba salgını başgösterdiğinde Yahudiler suçlanmış, on binlercesi katledilmişti. Geçtiğimiz yıl içerisinde ise Donald Trump COVID-19 diyeceğine, bütün ikazlara rağmen defalarca, inatla ve üstüne basa basa “Çin gribi” diyerek pandemiyi etnikleştirdi, ırkçılığı körükledi, Amerika’da yaşayan binlerce Doğu Asya kökenli vatandaşın sokakta sözlü tacize, bazen de saldırıya uğramasına neden oldu. Bunlar genel bir tavrın, aralarında neredeyse yedi asır olan iki örneğidir sadece, ve her ikisinin de temelinde farklılıkla patoloji arasında kurulan hayalî özdeşlik yatar ki, George Mosse ile özellikle Sander Gilman’ın konuya ilişkin önemli çalışmaları vardır.

1493 tarihli, sonradan renklendirilmiş bu ahşap oyma resimde, veba salgını sırasında Yahudilerin kuyuları zehirledikleri gerekçesiyle yakılmaları tasvir edilmiş (anonim).

Farklılığı garipsemek, yani dünyaya normatif gözlükle bakmak, herhalde hepimizin zaman zaman düşünmeden yaptığı bir şeydir; hatta belki temelde evrimin oluşturduğu bir beka stratejisi bile olabilir. Ama çeşitli dillere Fransızcadan geçmiş olan “normatif” kelimesinin Fransızcadaki ilk kullanımının ancak 1868’de olması çok anlamlıdır bence. Bu ilginç ayrıntı, dinde ve felsefede kökeni hayli eskiye gitmekle birlikte, “normativite” kavramının ancak Aydınlanma sonrasında sistemli bir hale getirilmiş olduğuna delalet ediyor. Bu sistemlilik özellikle bilimsel düşünceyi temel bir biçimde şekillendirmiş, bilim yapanların yani ezici çoğunluğu beyaz, erkek, ve burjuva olan bir kesimin hakikati kendileri gibi olanlar ve olmayanlar ayırımına göre temsil ve tahlil etmeleri sonucunu getirmiştir.

Örneğin tıp dalında uzun süre kadın, erkeğin tam tekâmül etmemiş, ilkel kalmış hali olarak görüldü ve ele alındı. Benzer bir şekilde, siyah ırk da insanlığın tam tekâmül etmemiş, hayvanla insan arasında kalmış bir alt sınıfı olarak algılandı. Dolayısıyla gerek kadınlara, gerekse beyaz olmayan ya da sayılmayan (Yahudiler gibi mesela) ırklara çeşitli bedensel eksiklikler, hastalıklar atfedildi. Ve bunun tersi de oldu; yani hastalıklara da cinsiyete, milliyete, yahut ırka dayalı kimlikler yakıştırıldı.

COVID-19 gibi tam anlamıyla küresel bir salgın hastalığı bu şekilde yerelleştirmek, bir ülkeye, bir ulusa, bir ırka indirgemek elbette abestir, ama Amerika’daki, Macaristan’daki, Brezilya’daki yerlici otoriter rejimler aynen bunu yaptılar. Özellikle ABD’de Trump hükümeti ha bire Çin’i suçladı; Dünya Sağlık Örgütü’nden çıktı; başka ülkelerle işbirliği yapacağına, Almanya’da geliştirilen aşıyı satın alıp tekel kurmaya çalıştı. “Pandemi politikası” denmeye layık, tutarlı bir yöntem izlemedi, tecritçilikle yetindi ve yabancı düşmanlığını körükleyerek dikkati dağıtmaya çalıştı. Bu suretle de 24 milyon vaka ve 400.000 ölümle salgından en fazla zarar gören ülke oldu.

Bununla beraber COVID-19, uluslar arasındaki eşitsizliği de akıl almaz ölçüde pekiştirdi; hatta yalnız uluslar arasındaki eşitsizlik değil, ülke sınırları içinde de eşitsizlik çok arttı: Örneğin Amerika’da siyahlarla Orta ve Güney Amerika asıllı (yani Hispanik denen) vatandaşlar arasındaki hastalık ve ölüm oranları beyazlarınkinden çok daha yüksek. Tabii mesele etnikten ziyade sınıfsal, ama iki kategori arasındaki örtüşme nedeniyle eşitsizlik etnik ve ırksal düzeyde tezahür ediyor. Farklılık hem hastalanma oranında hem tedavi kalitesinde, şimdi de aşıya ulaşmada kendini gösteriyor. Özellikle Türkiye gibi, kurumların zayıf, ahbap-çavuş ilişkilerinin güçlü, yolsuzluğun ulusal bir spor olduğu ülkelerde kime, ne zaman, hangi aşının yapılacağı keyfi kararlarla belirleniyor, neticede eşitsizlik sistematik bir hal alıyor.

Lafı uzatmayayım, kıssadan hisse şudur: Bugün pandemi de, milliyetçilik de küreselleşmeyle yakından ilintilidir. Dolayısıyla da pandemiyle milliyetçiliğin karşı karşıya gelmesi doğaldır. “Türk spermi AIDS virüsünü öldürür”, “Türk genleri COVID-19 virüsüne karşı dayanıklıdır” türünden geri zekâlı lafları bir kenara bırakalım; pandemiye karşı milliyetçi refleks kaçınılmaz olarak tecritçilik, yabancı düşmanlığı, günah keçisi arayışı şeklinde tezahür eder. Oysa küresel bir salgınla ancak küresel yöntemler kullanılarak baş edilebilir. Çözüm ancak küresel eşgüdüm, küresel işbirliği ve bunu mümkün kılan küresel kurumları desteklemekle mümkün olabilir. Küreselleşme iyi bir şey midir, kötü bir şey midir, bunu tartışmak şu anda abesle iştigaldir. Çünkü herkesin sadece kendini kurtarmaya çalışması, meşhur “mahkûm ikilemi” benzeri bir açmaza götürür. Küresel olmayan çözümler, pandeminin dönüp dolaşıp geri gelmesini kaçınılmaz kılar. Kısacası milliyetçi kaygıları bir kenara koyup soruna küresel bir perspektifle yaklaşmak şarttır.

 

 

EDİTÖRÜN NOTU:

Bu makale, yazarın 27 Ocak 2021 tarihinde Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nde yapılan "Küreselleşme, pandemi ve milliyetçilik" adlı paneldeki konuşmasına dayanmaktadır.