"Konuşma dilinden olabildiğince zengin bir modern edebiyat dili yaratmak..."

Faruk Duman: “Sus Barbatus! benim açımdan her yönüyle aklıma yatan, bana yazma coşkusu ve gücü veren bir roman oldu. Özellikle teknik sorunlarını hesapladıktan, yani bunları bu kadar sayfa boyunca nasıl yazacağımı saptadıktan sonra, artık yazı yazıyor sayılmazdım, yazma düşüncesi de aradan çekilmişti. Oradaki insanlardan biri olmuştum.”

17 Şubat 2022 19:00

 

Hafızasızlıkla nitelenen bir çağda, çağdaş bir yazar olarak günlük uğraşlar içinde dağılmayıp, 40 yıl öncesinin tüm ayrıntılarına odaklanabilmenizi, üç cilt romanı bir bütün halinde, dağılmaksızın yazabilmeyi konuşarak başlamak isterim. 

Teşekkür ediyorum. Konuyu ve karakterleri sevmek gerekir. Bu hikâyeleri yazmaya başlamadan önce, yani ‘80 öncesi o bölgede yaşananların çevresinde gelişen hikâyeler bunlar; kendime göre çok yeni ve heyecan verici bir yazınsal damar bulduğuma inanmıştım. Bende böyle oluyor; yazdığım yazıda aklıma yatmayan bir şeyler varsa, orada ilerleme sağlanamıyor. Barbatus benim açımdan her yönüyle aklıma yatan, bana yazma coşkusu ve gücü veren bir roman oldu. Özellikle teknik sorunlarını hesapladıktan, yani bunları bu kadar sayfa boyunca nasıl yazacağımı saptadıktan sonra, artık yazı yazıyor sayılmazdım, yazma düşüncesi de aradan çekilmişti. Oradaki insanlardan biri olmuştum.

Elbette yazıya odaklanmak bir tür yolculuk. Hikâyeye tüm dikkatini vermek, bir bakıma okur için de öyledir. Ama bazı hikâyeler okuru iyice içine alır. Germinal gibi büyük romanlar, Yaşamak Hırsı gibi öyküler. Bunları örnek alıyordum. Yani benim odaklanma biçimimin okurda da karşılık bulmasını istiyordum. 

Barbatus’un sakallı bir domuz türü olduğunu okuduğumda onun roman içinde gezinen mistik ruhu kafamın içine iyice yer etti. Romana baştan itibaren bu ismi mi vermek istediniz? Ayrıca doğanın rüzgârıyla, yağmuruyla, soğuğuyla, bitkilerin hışırtısı, böceklerin tıkırtısı, hayvanların sesleri, geğirtileriyle, karakterlerin birbiriyle diyalogları ve kafalarının içinde kendi kendilerine konuşmalarıyla, seslerin bu denli hikâyeyi sürüklediği, bizim de seslere kendimizi kaptırdığımız, böylesine konuşan bir romanda neden sadece Barbatus demediniz de bir emir kipiyle Sus Barbatus! demeyi tercih ettiniz?

Evet, bu sakallı yaban domuzunun tam Latince adı “Sus barbatus”… Yani aslında oradaki “sus” Türkçe değil, ben kahramanın adının sonuna bir ünlem koyarak böyle bir çift anlamlılık yaratmak istedim. Sus Barbatus!’un adı zaman içinde olgunlaştı. Başlangıçta, yani ilk cildin ana hikâyesi, biliyorsunuz, domuzun canlı olduğu son anları da kapsar; içini bir titreme almıştır ve gözü de bir geyik tarafından çıkarıldığı için zaten ölmek üzeredir. Kenan onu vurduğunu zannediyor. Bu sahneleri yazdığım sırada domuzun bir mite dönüşeceğini tasarlamıştım, o nedenle çizim defterlerimde romanın ilk adı “Bir Domuzun Serüvenleri”ydi. Sonra bundan vazgeçtim. Klasik bir roman yazmak istiyordum. Anna Karenina gibi, Goriot Baba, Madam Bovary gibi… O nedenle kahramanın adını kapağa çıkardım.

“Dünya bir daha eskisi gibi olamazdı.” Birinci cildin ilk bölümünde geçiyor bu cümle ve aslında üç cilt boyunca doğa, hayvanlar karakterler, nesneler, mekânlar bazında “Bir daha dünyanın eskisi gibi ol(a)mayacağı” vurgusu hep yapılıyor. 1979 yılı –müthiş bir kırılma döneminin başlangıcına– 1980 dönemine hazırlıyor bizleri, bunu çok iyi biliyoruz böyle bir dönemin içinden geçen, bunu bizzat yaşayanlar olarak ama romanın üç cildini de buna rağmen nasıl olup da büyük bir merakla okuyoruz?

Ben dönemin üzerine çok gitmek istemedim. Aynı biçimde, coğrafya üzerine de… ‘79 senesinin adı bir yerde hızlıca geçer, olayların yaşandığı asıl yerler de baş harfleriyle görünür. Bunun nedeni, yapıtın ve bu yapıtta anlatılan olayların, sahnelerin evrenselliğiyle ilgili. Örneğin, hayvanı vurup kente indirmek istiyor ama kendisi de iyi durumda değil; bu durumda onunla arasında bir kader birliği başlıyor. Ve sık sık vurguladığı gibi, normalde pis hayvan, dışlanmış hayvan ona göre. Ama yol ikisini de değiştiriyor. Bunun gibi daha evrensel, insanla, dünyayla, doğayla ilgili görünümler beni daha çok ilgilendiriyordu. Ama ‘80’i hatırlayanlar neden sürüklendiler Sus Barbatus!’un içinde? Ben pek çok okurumun, bütün bu olayların sonunda ne olduğunu bildikleri halde romanın sonuna çok üzüldüklerini gördüm. Aslında konu şu: Darbeyi değil, Aynur’un, Mustafa’nın, Gülşen’in hikâyelerini takip ediyoruz. Hikâyeler çok önemlidir. Sevdiğimiz kahramanların başına ne geleceğini merak ederiz. Bence Barbatus’umuzun sonuna kadar okunuyor olmasının (ne mutlu) sırrı bu hikâyelerde, bu kahramanlardadır.

“Havanın içinde, karın üstünde durup durup dışarıya soğuk üfleyen bir şey vardı. Kendisi için. Kendisi için hazırlıyordu yeryüzünü.” Yeryüzünün kendisi için hazırladığı kim? Ya da kimler? Kemal’in romana girmesiyle yeryüzünün yaptığı hazırlık değişmiyor mu?

Yeryüzünü kendisi için hazırlayan, tipi. Ama elbette, biraz ilerleyince bu tür ifadelerin arkasında toplumsal konuların da olduğunu anlıyorsunuz.

Roman K. kentinde ve oradaki örgütlenmelerin Ş.’ye taşmasıyla bitecekti, K.’deki hapishane isyanı, demiryolcuların toplumsal durumları benim ailemin de yaşadığı şeyler olduğu için, son ciltte bunlara açık yer vermek istiyordum. Aynı zamanda, bu tür sahneler Barbatus’u başka bir yere taşıyacaktı. Romanı hareketlendirecek ve hızlandıracaktı. Oradaki Savaş ve Barış çözümlemelerine bakarsanız, bu hızlanmayla ilgili gerekçeleri de göreceksiniz.

Kemal, ‘80 öncesinin ve hemen sonrasının o bölgedeki çocuklarından biri. Bunların toplumsal bakımdan emekçi çocukları olduğu, çok erken yaşlarda çalışmaya başladıkları ve kentin sebze hali gibi, istasyon gibi kalabalık ortamlarında “piştikleri” söylenebilir. Bana göre kendi ağızları ve dilleriyle o dönemi temsil ederler. Şimdi çok değişti tabii. Ben hep sevgiyle andığım ve yakından tanıdığım için, Barbatus’a konuk etmek istedim. Ayrıca çok yakından bildiğim yerler ve hayatlar bunlar elbette.

Romanın gençlerini Aynur özelinde konuşmak isterim sizinle. Gençler işkencelere maruz kalarak, günlerce aç kalarak, bir deri bir kemik halde hikâyeyi boylu boyunca kat ediyorlar ama onların mevzu bahis olduğu her sahnede müthiş bir tokluk duygusu yayılıyor hikâyenin içine. Her dayak sahnesi sonrası karakterler ciddi bir aydınlanmanın içine giriyorlar. Jilet bile yediği dayaktan sonra –gençlerle hiç alakası olmamasına rağmen– bir aydınlanma koridorunun içine giriyor sanki. Şiddetin kırılma anlarındaki görünürlüğü bambaşka bir yerden işleniyor Sus Barbatus!’ta; ne dersiniz?

Tabii Aynur gibi gerçek kişilikler zaten bana bu romanı yazdırdı, öyle söyleyebilirim. Sus Barbatus!’un kahramanları henüz ‘80’i görmemiş durumda, ben katıldığım söyleşilerde bu konuyla ilgili çok görüş, anekdot dinledim. O zaman için bilinir zaten; devrimin eli kulağındadır. Ve bu büyük bir direnç yaratıyor, mutluluk ve coşku yaratıyor, mizah yaratıyor. Bunun yanında halk sevgisi henüz yitmemiş. Olaylara bakışta bir sağlık var. Geçenlerde sergimizin açılışında bir okurum, bu romanı okurken kendisini sağlıklı hissettiğini söyledi. Yukarıdaki yanıtlardan birine ekleyebiliriz kanımca bunu: Kendimizi, ülke hakkındaki görüşlerimizi sağlıklı hissettiğimiz için okuyoruz biraz da. Benim gördüğüm, bu çok özlediğimiz bir şey.

Bunun yanında, karakterlerin dönüşümü ve yer değiştirmesi, hayaletlerin insanların ya da hayvanların içine girerek onlara cesaret verişi, hikâyenin her yanında görülmesini istediğim bir şeydi. Jilet’in dönüşümü de bunlardan biri. Jilet’i o anlamda yazarken çok sevdiğimi söyleyebilirim. Müthiş direnme gücü, bir küçük kuş karşısında yok olup gidiyor. Kuş onu yumuşatıyor. Başka bir insan haline getiriyor.

Otoriteyle doğru bir ilişki kurmanın imkânsızlığı bence Sus Barbatus!’ta en önemli kırılma anlarını oluşturuyor, ne dersiniz?

Tabii kahramanlarımız güç karşısında kendilerine kapalı bir alan, bir mağduriyet yaratan kahramanlar değil, yabanıl yaşamla ilgili gözlemler o nedenle çok önemli hale geliyor. Yaşam bir mücadeledir; örgütlenme, bir arada bulunma davranışı onlara kendi öz güçlerini kazandırıyor. Bu yüzden sürekli bir olumlu, sağlıklı bakış açısı içinde yaşıyorlar. Hatta demiryolcu Mehmet’in ve oğlu Kemal’in hikâyelerine bakarsanız, olumsuzluklar, şiddet ya da iktidar bir yılgınlık değil, bir cesaret veriyor. Bu sanırım o dönemle ilgil bir şey. Ama bana kalırsa bugün için bize de ışık tutabilir. 

Çizim: Selin Saygılı

Sus Barbatus!’taki anlatımınız, dilbilgisi kullanımınız, cümle yapıları birinci cildin yayımlanmasıyla beraber en çok konuşulan konular arasında yer aldı. Yerel ve günlük dil kullanımlarının –rutin, günlük konuşmalarımızın– bir edebi metin içerisinden bozulmadan aktarımı biz okuyucuları şaşırttı. Çünkü özne, yüklem, fiil, fiilimsi gibi bize öğretilen dilbilgisi kavramları ortadan kalkıyor. Buna rağmen –ve tam da bu sebeplerden aslında– metnin içine çekildikçe çekiliyoruz, bu nasıl mümkün olabiliyor?

Ben şaşırıyorum. Bizim geleneksel dilimizde, binlerce yıldan bu yana sürdürdüğümüz sözlü kültürde öyle dilsel kullanımlar var ki, bunlardan neredeyse hiç yararlanmıyoruz. Yalnızca edebiyatta değil, günlük dilde de, haber ve gazete dilinde de bunlar artık yok. Bana kalırsa Türkçe eşsiz, olanakları sınırsız bir edebiyat dilidir. Ben de bir yazar olarak bunun tadını çıkarmaya ve çok küçük oranda da olsa hakkını vermeye çalışıyorum. Konuşma dilimiz, yani geleneklere bağlı kalarak söylersek, sözlü edebiyatı da bugünlere taşıyan anadilimiz gündelik ve yerel kırılmaları da içine alır. Bununla birlikte asıl anlatıcıların, yani âşıkların, meddahların ve ozanların elinde işlenir, bir dere yatağındaki çakıl taşları gibi parlar ve bugüne gelir. Şimdi bugün için, yani toplumumuzun büyük çoğunlukla kentlerde yaşadığını düşünürsek, bu tür bir edebiyatın kolay anlaşılamayacağı zannedilebilir. Ama tabii benim de ilk öykülerden beri ısrarlı olduğum bir konudur: Konuşma dilinden olabildiğince zengin bir modern edebiyat dili yaratmak. Bunun üzerinde çalıştım. Şimdi Sus Barbatus!’la birlikte görüyorum ki, tüm derinliğine ve çeşitliliğine karşın, genç yaşlı demeden okurlar bu dili, anlatım biçimini hemen, çok çabuk kavradı. Bana yansıyan böyle… Bazı çok genç okurlarımdan örneğin şöyle yorumlar duydum: “Bir yazı okur gibi değildik. Orada, Kenan’la Zeynep’in yanında gibiydik…” Bu bizim güzel dilimizin bir sonucu ve canlılığıdır. Böyle yorumlara bu nedenle çok seviniyorum.

Sürekli genişleyen bir mekân algısı var Sus Barbatus!’ta; doğa yoluyla ya da araçlarla, hatta oradan oraya insanlarla giden hayvanların varlığıyla, dört duvar arasında olmayan, genişledikçe genişleyen ve tüm bunlar kafamda birleştiğinde bir tür mekânsızlık, sınırsızlık duygusu yaratan mekân anlayışı; ne dersiniz?

Romanı kurgulamaya çalıştığım dönemde yine Artvin’den, Şavşat’tan Ardahan’a gidip geliyordum. Burada, Şavşat’tan Ardahan’a yol alırken sürekli yükselirsiniz, sonra ağaçlar birden kaybolur, Ardahan’a uzanan ovaya tepeden baktığınız yüksekliklere tırmanmış olursunuz. Bir gün burada durup aşağıya baktım; köyler, yolların bakır rengi, kıvrımlı, iniş çıkışlı bitimsiz patikalar, toprak damlı köy evleri, cılız bahçe ve çukurlara birikmiş cansız akışlı sular… Ama bütün bunlara yukarıdan baktığınız zaman sizin betimlediğiniz gibi sınırsız bir şeye, bir haritaya bakar gibi olursunuz. O zaman bir anlatıcının bu harita üzerinde dolaşır gibi davranmasını hayal ettim. Bütün o sınırsızlıkları elde etmeye çalışan bir anlatıcı…

Yine de yer isimleri konusunda belirsizlik yaratmam gerekiyordu. Çünkü aslında romanda anlatılan yaşam biçimleri, Artvin köyleriyle Ardahan köylerinin bir karışımından meydana geliyordu. Yani genişleyen, belirsizleşen bir doğa, yerleşim ama bunun yanında okurun da hâkim olabileceği coğrafya. Sözgelimi, romanımıza bakarsanız köyden çıkıp Ç. Gölü’ne, biraz zahmetle de olsa yürüyebilirsiniz. Ama aslında hiç kolay değildir.

Sus Barbatus!’a önemli bir katkı, görsel olarak da hikâyenin zihnimizde belirmesinde çok önemli yardımcı unsur Selin Saygılı’nın resimlemeleri. Üçüncü cildin sonundaki fiziki haritayı, bazı karakterlerin, hayvanların çizimlerini görünce ne düşündünüz?

Evet, çok önemli… Selin Saygılı’nın çizimlerini zaten seviyordum. Ben Sus Barbatus!’u yazarken çizim defterlerimi de alırdım hep yanıma. Defterlerin, bir yandan yazıyı yazarken sayfa kenarlarında oluşan boşluklarına küçük çizimler yapardım. O zaman resimli bir baskı hayal etmeye başladım. Sonra elbette bu çizimlerin nasıl olacağına karar vermek gerekiyordu. Selin Saygılı genç kuşaktan, çok dinamik ve hareketli çizimler yapıyordu. Ben, Barbatus’un böyle bir anlayışla çizilmesi gerektiğini düşündüm. Selin, sağ olsun, hemen sevinerek kabul etti, çok özverili çalıştı. Sürekli okuyordu. Ve çok hızla, hiç sorunsuz ortak bir dil yakaladık. Kapak için alternatifler çalıştı sonra. Ortada bir göz bulunmasını istiyorduk. Çok güzel oldu. Özellikle Zeynep, Faruk, Kenan, Piyer çizimlerine sürekli bakıyorum. Hepsi birbirinden güzel.

İkinci cildin 580 ve 581’inci sayfalarında HİKÂYE başlığı atılan sayfaların siyah olmasından bahsetmek istiyorum Faruk Bey. Gözümüze kara bir perde iniyor sanki. Karartılan hikâye sayfaları karartma gecelerinin yaklaştığını mı sembolize ediyor?

Orada karanın özel bir anlamı yok. İkinci cildi sonlandırmak için, yine HİKÂYE başlığını taşıyan, ama öbür kısa hikâyelere benzemeyen bir sonuç bölümü kaleme almak istiyordum. Ve bunun katı bir geçişle ele alınması gerekiyordu. Biliyorsunuz, Cennet herkesi toplayıp Mustafa Öğretmen’le Gülşen’in yanına getirir, orada Mustafa Öğretmen onlara Ağrı Dağı Efsanesi’ni okuyup okumadıklarını sorar. Oysa Elif de, Yusuf da okuma yazma bilmez. Bunun üzerine, öğretmen onlara o küçük kitabı okumaya başlar. Bir anlamda, o kara örtü, zamanın hızlı ve keskin biçimde geçmesini sağlar.

 

Sus Barbatus! sergisinden. 15 Ocak-27 Şubat 2022. Küratör: Elif Erdoğan. Sanatçılar: Faruk Duman, Selin Saygılı

Son olarak toplamda dört yıllık yoğun bir yazım süreci, öncesinde de çok odaklanılmış, yoğun bir hazırlık süreciyle ortaya çıkan bir külliyat. Dinlenecek misiniz biraz, daha doğrusu dinlenmeyi düşünüyor musunuz?

Çok yorucu oldu. Hikâyenin içinde yakaladığım ritmi yitirmemek için hiç ara vermedim. Bazı günler yirmi otuz sayfa yazdığım olmuştur. 2017’nin başından sonra, geçim dertleri dışında tek gündemim Sus Barbatus! oldu. Dickens, David Copperfield’ı yayıncısına teslim edince, “Siz şimdi okuyup bitireceksiniz, ben yıllardır onlarla yaşıyorum, söyleyin şimdi ne yapacağım” der.