Komet’in Kometliği

“Komet, kendi resmine bulunabilecek en uzak ve aykırı adları bile dikkatle inceleyen bir sanatçıydı. Sanat dünyasındaki hiçbir yeniliğe kapalı değildi. Bu bile yanlış bir ifadedir. Komet yenilikle iç içe, yürek yüreğe, soluk soluğa yaşayan bir sanatçıydı.”

 

Komet’in ölüm haberi erişti. Komet öldü. Günlerdir, aylardır bekliyorduk. En son evine gittiğimde çok hastaydı. Hemen her gün telefonla konuşuyorduk. Arada bir canının çektiği yemekleri istiyordu, gönderiyor veya götürüyordum. Son görüşmenin ardından ben de, eşim de ikinci kez Covid’e yakalandık. “Neredesin?” diye mesaj atınca, “Konuşamıyorum, Covid’den yatıyorum” dedim. Hemen cevap yazdı, “Kusura bakma, ben de hastayım, gelemiyorum” dedi. Hastaları ziyaret etmeyi severdi. 2017’de ayağım kırıldığında birkaç kez gelmiş, hediyeler de getirmişti. Biraz toparlanınca, henüz yataktayken hatırını sormak için ilk iş olarak aradım. “Hastanedeyim” dedi. Yasaklı halim sürüyordu, ziyaretine gidemedim. Ama telefonda çok uzun ve çok gülüşerek konuştuk. “Müheyya” dedim, her zamanki gibi aklına Türk musikisinden bir şarkı geldi: “Müheyya oldu meclis.” Durur muyum, söylemeye başladım, “Sözler Baki’nin” dedim, “Hüseyni’yi hiç sevmem” dedim falan… Gençliğimde alter-egom olan Antoine Doinel’i Truffaut’nun filmlerinde canlandıran Jean-Pierre Léaud’yla arkadaştı, onunla ilgili ortak anılarımızı konuştuk, gülüştük, Yasemin’e özellikle selam söyledi, kapattık.

Ayaklanınca, hastanedeki son incelemelerden sonra ve henüz oradayken aradım, geleyim diye, asistanı çıktı telefona, yoğun bakıma kaldırıldığını söyledi. Onunla uzun uzun konuştuk. Sonra bir kez ikişer cümleyle yazıştık, derken, her yer karanlık...

Hayatımdaki en yakın kişilerden birini yitirdim. Ben ailemi kendim kurdum. Komet o ailenin en gözde üyelerindendi. Pek aklım başımda değil, hemen ardından bir şeyler yazmayı da biraz ‘istismar’ olarak görüyorum. Ama kendimi yazmak zorunda hissediyorum. Acımı, karamsarlığımı, içimi saran yalnızlık, hatta ıssızlık duygusunu biraz olsun aşmak için yazıyorum. Son otuz yıldır neredeyse her gün konuştuğum, buluştuğum, birçok olay nedeniyle ve aracılığıyla hayatlarımızın birbirine karıştığı birisinden söz ediyorum. Edemiyorum. Oturup analitik, serinkanlı, mesafeli şeyler söyleyecek halim yok; neredeyse otuz yıldır yapıyorum o işi. Şimdi biraz anılar, çok sevdiğim sözcükle, kırıntılar…

Gece yarılarında araşıyoruz. Ana işimiz birbirimize dinlediğimiz şarkıları dinletmek. Babasının bir anısını anlatıyor, bir defasında: Gazi Eğitim’de Alman hocalardan ders gören bir keman öğrencisi babası. Bir gece, para kazanmak için gidip ‘sazda’ çalıyorlar. Ertesi sabah yeniden akort etmelerine rağmen kemanlarını, yayı çeker çekmez Alman hoca Zuckmayer o anda anlayıp, “Akşam Türk müziği çalmışsınız” diyor. Defalarca anlattırıyorum bu anısını.

1986’da, ‘87’de tanıştık. Nefis bir yaz günü. Çiçek Bar’da. Öncesinde çıkardığımız dergide, Kalın’da bir yazı yazmışım hakkında. Sert. O zamanlar tanışım olan birisine telefon edip kızıyor, köpürüyor ama sonunda, “Çok sıkı yazmış ama, kızamıyorum” diyor. Tanışırken ikimiz de ürkeğiz ama biz belli ki başka bir âlemde tanışmışız, öylesine kaynaşıyoruz. O aralar Paris’e gideceğim. Bende kalacaksın diye ısrar ediyor. Son zamanlara kadar hep onda kalıyorum. Ve ne oyunlar oynuyorum ona.

Sabahları geç uyanıyor. Bense çok erken. Birlikte bir şeyler yapacağımızı konuşmuşuz. Bekliyorum, kalkmıyor bir türlü. Cep telefonları yok, hiçbir şey yok. Odamdaki telefonun paraleli onun odasında. Ankara’yı arıyorum. Karşımdakine “Çaldır, açsın ama cevap verme, kapat, belki uyanır” diyorum. Aynen böyle yapıyoruz. O sıralar ‘kablosuz’ telefonlar yeni çıkmış. Çalan telefonu açıp da karşıdan ses duyamayınca hattın ‘çekmediğini’ sanıp, cıva gibi, her zaman öyleydi, koridora fırlıyor, zıplaya zıplaya en uca kadar gidiyor, peş peşe “Alo, alo, alo...” diyor. Ne yazık ki (!) uykuya geri dönüyor, sabah 11. Aynı oyunu, Ankara’yı arayarak tekrarlıyoruz. Gene fırlıyor. Tam yatağa dönecekken, bu defa “Yeter yahu, kalk artık” diyorum, “Kimdi bu arayan?” diye soruyorum, zor şer uyanıyor. O sıralarda hayatında bir kadın var, zorlu bir ilişki, onun aradığını düşünüyor. İtiraf ediyorum, kahkahalarla gülüyoruz. Esprili hiçbir şey Komet’e yabancı değil, uzak değil, ters değil.

Kırk yıla yakın bir dostluk. Bir defasında onda kalmıyorum ama sabah Flore’da buluşuyoruz. Üstümde bir ceket var. Görür görmez kumaşını, cinsini her şeyini bire bir tanıyor ve kendisini herkesin şaşkın bakışları altında koltukların üstüne atıyor, ellerini gözlerine bastırıyor, garip, acı çeken birisinin çıkaracağı sesler çıkarıyor. Aşkla dolu sevdiği her şeye karşı. O kadar seviyor ceketi. Evine gidiyoruz. Ben ceketi çıkarıp ona veriyorum. Bir ceketi sırtıma geçiriyorum. Yıllardır giyiyordu o ceketi. Hâlâ üstünde. Vârisleri kimse şimdi onu isteyeceğim. Komet’in sırtımda olması gerek. Çünkü onu çok özlüyorum. Özleyeceğim. 2019 yılı 21 Aralık gecesi bizde toplanmışız. Doğan Hızlan var, Ergin Ertem var, Komet geliyor. Çok eski dostlar. Konuşuyoruz, gülüşüyoruz. Resimler çekiliyor. Üstünde o ceket var.

Kırk değilse de belki otuz yıl öncesi. Bir gece Montparnasse’tayız. Önce Coupole’e gidiyoruz. Salih Ecer de var yanımızda. Kapılarda karşılıyorlar Komet’i. Her zaman ortada ve çok yüksek bir platform üstünde duran büyük vazoyu gösteriyor, “İlk geldiğimde bu vazoya hücum ettim, beni yaka paça dışarı attılar” diyor. Oradan, şimdi benim de gittiğim barlara geçiyoruz, nereye girse kapıda karşılanıyor, içkiler ikram ediliyor. Paris bohemini fethetmiş Komet. Yalnız ertesi gün, “Yahu,” diyor, “ben dün gece yemek yedim mi, aman beni uyar, mutlaka yemek yiyeyim”. St. Germain’de galeriler sokağında dolaşıyoruz, Rue de Seine’de. Her yerde aynı ilgi Komet’e.

Bohemden söz ediyoruz ama Komet, Paris’te tam bir burjuva olarak yaşadı. İstanbul’da da. Daima çok dikkatli, hassas ve ölçülüydü. Daima çok güzel evlerde oturdu. Daima çok güzel stüdyolarda çalıştı. (Şimdi ne olacak o evler, stüdyolar?) Ressam ve diğer sanatçılar arasında entelektüel kapasitesi en geniş olan oydu. Cihangir’deki ve Paris’teki evinde bulunan kitapları 1970’lerden bu yana Fransa’da sanat kuramı, eleştirisi, felsefesi alanında yayınlanmış eserlerin tartışmasız şekilde yüzde yetmişini içerir. Bunların hepsini elinden geçirdiğini, belli bir ölçüde okuduğunu, tartıştığını gece yarıları gelen telefonlardan biliyorum. Veya bir kitapta beni heyecanlandıran bir şey bulup onu aramışsam, okuduğu bir metinse oradan başlayarak, bilmediği bir metinse paralelindeki metinleri zikrederek anlattıklarından biliyorum bunu. Başka kimsede bu heyecanı tanımadım.

Evleri ağzına kadar sergilediği objelerle doluydu. Evrakları, belgeleri vardı. Umarım arkasından gelen vârisleri kıymetini bilir. Onları yağmalatmaz. Hemen belirteyim: Akademi’de okuduğu yıllarda çok ileri derecede politik angajmanları vardı. Dev-Genç’liydi. Bunları son ziyaretimde anlattı. Ama o yıllarından çok önemli bir kazancı olmuştu: Kesinlikle materyalistti, dünyaya o açıdan bakıyordu. Bir kere hayatı boyunca mülk edinmedi. Mülkiyet duygusundan uzak durdu. Ev veya başka bir taşınmaz mal almadı. Parasını güzel restoranlarda, güzel kitaplar, güzel giysiler, ayakkabılar alarak harcadı. Talihsiz ölümüyle onu büsbütün yalnız bırakan eşi Zeynep’ten kalan mal varlığını da (?) bildiğim kadarıyla kabul etmedi. İkincisi, materyalistliğini hastalığı karşısında da sergiledi. Teşhis konduğunda yanındaydım. Açık açık umurunda bile olmadığını söyledi ve gerekçesini de dünyaya maddeci bir açıdan bakması olarak temellendirdi. Gerçekten de sonuna kadar bu metanetini korudu. Hastalık, getirdiği fiziksel yorgunluk ve kısıtlamalar dışında umurunda bile olmadı.

Komet şairdi. Hayatımda beni en çok mutlu eden olaylardan biri şudur; kitabı Olabilir Olabilir’i Komşu Yayınlarını yöneten, gene çok özlediğim yakın dostum Enver Ercan’a salık vermiştim. Enver her zamanki duyarlığıyla kitabı hemen kavramıştı. Yıl 2006’ydı. 1960-2006 arasındaki şiirlerini toplamıştık. Elle yaptığı düzeltmeleri barındıran nüshası bende duruyor. Enver eleştirisini de yapmaktan geri durmamıştı. Özellikle eski tarihli şiirlerinin daha önce yayınlanmış olmasındaki gerekliliği işaret ediyordu. Buna rağmen kitabı istediğimiz şekilde çıkarmıştı. Bana göre bu Komet’in ilk kitabıydı. Ondan önce, Koşarak Geldim Çorabı Deldim’i bastırmıştı. Bu adı on yıllardır kafasında gezdiriyordu. Mutlaka o adla bir kitabı çıksın istiyordu. Çıktı. Ama asıl ilk kitabı Olabilir Olabilir’di.

Komet’in entelektüel kapasitesini hazırlayan biraz da bu şair yanıydı. Şiir serüvenine lise yıllarında Attilâ İlhan’la başlamıştı ama gözdeleri İkinci Yeni şiirinin şairleriydi. Edip Cansever’le dostluğunu biliyorum, Turgut Uyar’la ilişkisi hakkında hafızamda hiçbir şey yok. Fakat en yakın dostlarından biri Ece Ayhan’dı. Ece Ayhan onun için bir eşikti. Yaşantısıyla, yazısıyla, şiiriyle Ece Ayhan’ın hayatındaki yerini kimse tutmadı. Ona dönük yaklaşımının altında, her zaman kendisine söylediğim gibi, Ece değil, Komet’in bizzat kendisi yer alıyordu.

Ece Ayhan’ın yazınsal çevrelerde çok vurgulanmış ‘kötücüllükle’ ilişkisi asla Komet’e yakın değildi. Ece’nin yaklaşımlarındaki gerçekdışı veya ötesi veya üstü anlayıştı Komet’i çeken. Son kertede Ece Ayhan’ı ‘sürreel’ birisi olarak görüyordu. Şiirinin ve söyleminin eşsizliği ve gerçekten Türk şiirindeki farklılığıyla Komet kendi resmi ve şiiri arasında tam bir koşutluk kuruyordu. Düz anlama dayalı olmayan bir resim ve şiir yapmış birisi olarak Komet için bu değerlendirme son derecede doğaldı.

Buradan resmine geleyim. Evet, hiçbir zaman Komet düz anlam içinde gelişen bir resim yapmadı. İnsanlar, nesneler ve peyzajdı onu özellikle ilgilendiren. En son konuşmalarımızdan birinde Dirimart’ta açtığı sergiden söz etmiştik. Her resminde farklı bir üslup ve kaynak kullandığını, bunun bir ‘muhayyile’ meselesi olduğunu belirtiyordu. Gerçekten de güçlü bir muhayyile belki tüm figürcü ressamlarda görülür ama Komet’in muhayyilesi alabildiğine genişti. Bunun rüyalarıyla ilişkisini sorduğumda pek öyle güçlü bir etkileşimden söz açmamıştı. Şiirini de bu çerçeveye oturtmak gerek. Zor bir şiirdir ama göndermeleri, metaforlarıyla ve ne resminden ne de şiirinden eksilttiği ironisiyle müthiş zengin bir resimdir. Resminin koyu ve karanlık olduğunu daima söyledim. Zaman zaman açılması gerekir dedim. Ama her haliyle çekici, düşündürücü, muhayyileyi hareketlendiren bir resimdi bu. Nitekim Türk resminin köşe taşlarından biri oldu.

Öyle, figürcü bir resmi geliştirdi elli yıl boyunca. Konuşurken onu kaydederdim cep telefonuna. Onlardan birinde Akademi’deki kaynaklarına sözü getirdim. Asla öyle bir şey olmadığını üstüne basarak söyledi. Oysa, 1960’ların sonunda Kosuth’ten hareketle bir enstalasyon yaptığını söyledi. O yıllarda, yani Paris’e gitmeden önce yaptığı işlerin farklılığını ondan önceki insanlar anlatıyor çeşitli kitaplarda. Adnan Çoker’in söyledikleri önemli: “Çorum’dan çıkmış bir Dadacı”!

Beni şaşırtan budur ve onun resmiyle şiirini bu doğrultuda ele almak gerekir: Komet, kendi resmine bulunabilecek en uzak ve aykırı adları bile dikkatle inceleyen bir sanatçıydı. Sanat dünyasındaki hiçbir yeniliğe kapalı değildi. Bu bile yanlış bir ifadedir. Komet yenilikle iç içe, yürek yüreğe, soluk soluğa yaşayan bir sanatçıydı. Resminin figür boyutunu bu birikimle ve anlayışla ele alıp okumak gerekir.

Bunu söyledikten sonra asıl meseleyi şöyle belirliyorum: Komet’in bir temel çelişkisi vardı. Hepimiz, tıpkı şimdi benim de yaptığım gibi onu ‘ressam’ olarak tanıdık, tanımladık, adlandırdık. Doğrudur, öyleydi. Fakat belirttiğim gibi, daha 1970’lerden başlayarak Komet çok ayrıksı bir sanat ifadesi geliştirmişti. Bunu şimdi çağdaş/güncel sanat olarak adlandırıyoruz. Çok iyi anımsıyorum, Komet daha 1990’ların başında, Paris’teki evinde bir akşam, Ömer Uluç’un ve Vivet Kanetti’nin de bulunduğu bir akşam, ‘kendi eserlerini’ ortaya getirmiş ve bizden beğendiğimiz bir parçayı armağanı olarak almamızı istemişti. Ne yalan söyleyeyim, ortaya koyduklarının hiçbiri bizatihi elinden çıkmamıştı. Şaşırmıştık. Derlemelerdi onlar. Birtakım nesneler, oyuncaklar, dergi kesikleri. Ama onları çeşitli açıklamalarla kendisinin kılmıştı. Biz uzak durunca da sinirlenmişti.

Bu gerçek manadaki güncel ifade tarzı da, ‘performans’ı da beni etkilemişti ve ondan sonra Komet’i hep bu çizgisiyle izledim ki, 2000 yılında İdi, İdim, İdik sergisini tam da bu ‘yapıtlarıyla’ açmıştı. Muazzam bir sergiydi. Gazete kesikleri, büyütülmüş buluntu fotoğraflar ve daha neler neler vardı… O serginin kataloğu yayınlandı, dileyen açıp bakar. Çok az çağdaş sanat yapan sanatçı bu cesareti gösterdi. Son kez evinde görüştüğümüzde, bana elindeki kitapları almamı ve kurmayı düşündüğüm vakıf mekânına taşımayı önerdiğinde çekmeceler dolusu objeyi de kendi yapıtları olarak ifade ediyordu.

Komet’in değindiğim, vurguladığım yenilikçi, öncü, aykırı, daima gençlerle dirsek temasını muhafaza eden tavrının kaynağı budur. Kesinlikle güncel sanat yapıyordu. Resmi hakkında henüz ayrıntılı, dönemleri içeren bir inceleme çıkmadı. Bugüne kadar yazılanlar ona değil, yazanlara ait meselelere odaklanmıştır. Böyle bir çalışma yapılırsa resmiyle en geniş anlamda performansı ve çağdaş sanat yapıtları arasındaki ilişkiler de kurulacaktır. Kendi yaşantısında da, günlük edimlerinde de ‘performans’ içindeydi. Son derecede ‘jestüel’ birisiydi. Daima neşeliydi.

Hastalık hastası bir yanı vardı. Kırk yıldır bir kere olsun telefonu iyiyim diye açtığını anımsamıyorum. Her zaman hasta bir insanın tavrıyla açardı. Konuştukça ‘açılır’, neşesini bulurdu. Çektirdiği fotoğraflara, verdiği ‘pozlara’ bakın. Hepsinde garip, şaşırtıcı, sıra dışı, irkiltici bir hal görülür. Verili, yerleşik, kalıplaşmış, sıradanlaşmış olanla asla yetinmezdi. Resminin derinliklerinde, konvansiyonel görüntüsüne rağmen` bu anlayışı aramak gerekir. Şiirde de aynı şeyi yaşıyorduk. Karşılıklı saatlerce Yahya Kemal okuyorduk ama şiiri ortada. Klasikle yeniliği bu derecede iç içe geçiren başka kimseyi görmedim. Türkiye’deki sanat dünyasının en yaratıcı, en heyecanlı, en coşkulu insanını yitirdik. Nitekim bir defasında ben Paris’teyken birlikte müze gezmek istedi. “Klasik yapalım” dedi. Louvre’a gittik. Bir El Greco resminin karşısında nasıl ağlar gibi olduğunu, önüne diz çöküp resme öyle baktığını şu an bütün ışığı ve aydınlığıyla anımsıyorum. Ama Duchamp’ı veya Man Ray’i de birlikte aynı heyecanla gezdiğimizi unutmuyorum.

Ne bileyim, yüzlerce anı geliyor aklıma. Ankara’dayım. Karanlık bir bürokrasi odasında çalışıyorum. Kış. Bahara daha var. Hava kapalı. Her şey siyah ve gri. Sekreter bağlıyor. Adını anlamamış. “Ver bakayım” diyorum, Paris’ten Komet. Konuşuyoruz. “Gelmiyor musun?” diye soruyor. “Haziranda” diyorum. Hemen “Haziranda mavi benekli çocuksun” diyor, Attilâ İlhan’ın çok sevdiği “Ben Sana Mecburum”undan bir dize okuyor. Gülüyor. Ansızın gökler açılıyor, ansızın yaz başındayız, ansızın birileri mavi benekli çocuk oluyor. “Komet”, diyorum, “bunu hiç unutmayacağım.” Günü gününe 1993 yılı Mart ayının 11’ydi. Perşembe günüydü. Unutmadım işte. Tam otuz yıldır…

Kitaplarının sonunda bir liste bulunurdu. ‘Kayıplar’ listesi. Yitirdiği yakın dostlarını yazardı. Şimdi kendisi de o listede mi? Hastalığının kemiklere sıçradığını kendisine söylediklerinde aramıştı. “Yahu bir yolunu bulurlar” dediğimde cevabı ürperticiydi: “Yol bitti Hasan Bülent” demişti. Yol bitti. İyi ki son sergisini yaptı ve nefis yapıtlar sundu izleyicilere.

Daha fazla yazamayacağım...

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Dirimart’ın ressamın 80’inci yaşını kutlamak için 2021’de düzenlediği sergide Komet…