Kızların Suskunluğu: Yok sayılanın hikâyesi

"Yunan ordusunun başındaki Agamemnon ile ordunun en önemli dövüşçüsü, yarı tanrı Akhilleus, savaş ganimeti saydıkları esir kadınları bölüşemedikleri için birbirlerine giriyorlar. Barker aslında İlyada destanına hiçbir şey katmıyor; aynı kahramanlar, aynı olaylar ve aynı kronolojiyle kurguluyor romanını ama bu sefer anlatıcı tam da bu kavganın nedeni olan savaş ganimeti Briseis."

23 Haziran 2022 11:00

Sanat tarihi boyunca karşıt akımların peş peşe doğması ve sanatçıların bir önceki dönemin eserlerine tepki duymaları sık rastladığımız bir olay. Ortaçağ şövalye masallarına tepki duyarak başlayan neo-klasik dönem; neo-klasik dönemin katı akılcı yanına tepki duyan romantizm; romantiklerin hastalıklı melankolik duygusallığına tepki duyarak başlayan gerçekçilik… Birbirini takip eden akımlara baktığımızda sadece edebiyat tarihini değil, insanlığın gelişimini, çağların değişimini de görebiliriz.

Bu akımlar arası farklılıkları kavgalı bir karşıtlık gibi düşünmek yerine, üst üste konmuş tuğlalar olarak görmeyi seviyorum. Yeni bir akım, bir öncekine tepkisel nedenlerle ortaya çıkmış olsa bile, edebiyat tarihi boyunca kendinden önce gelen bütün akımlardan izler taşır.

Yıllar sonra edebiyat tarihçileri günümüze baktığında ne görecekler acaba; nasıl adlandıracaklar bugünün akımlarını? Aslında henüz adı konmadı ama edebiyat tarihinin erkek egemen diline tepkiyle doğan çok sağlam bir akım görülecek sanırım. Bunu sadece feminist düşünceyle bağlamakla da kalmayacaklar, çünkü konu, tema, motifler ötesinde, tarih boyunca anlatılmamış hikâyelerin dile getirildiği bir çağ olarak öne çıkacak 21. yüzyıl. Çekilmiş bir diş ağızda nasıl boşluk yaratırsa, bugüne kadar anlatılmamış mikro öyküler de aynı öylesine bir boşluk hissi verdiler; şimdi o anlatılmamış olan hikâyeler dile gelip tarihin yok saydıklarını öne çıkartıyor.

Kraliçe II. Elizabeth’in 70. yıl Jübilesini izlerken yazılı insanlık tarihinin aslında nasıl da sadece krallar, kraliçeler, papalar ve tüm öteki hükmedenlerin tarihi olduğunu bir kez daha düşünmeden edemedim. Hep sarayların ve tapınakların öyküsü anlatılmış, mikro düzeydeki hayatların, evlerin, sokakların öyküleri her zaman önemsiz görülmüş. Edebiyatta gelişen bu yeni kadınsı ses işte tam da bunu yapıyor, eskiye dönerek anlatılmamışların hikâyelerini dile getiriyor; hem de sadece bir önceki edebiyat akımına tepkiyle değil, tüm tarihi karşısına alarak ortaya çıkıyor. Zaferlerle, kahramanlıklarla dolu efsanelerin kimleri ezerek ve kimler sayesinde kazanıldığını göstermeyi amaçlıyor. Bu öykülerin kahramanları trajedilerdeki gibi soylu ve güçlü değiller, aksine sessiz kalmaya mahkûm bırakılmış isimsiz kadınlar.

Bu yeni akıma en iyi örneklerden biri Pat Barker’in Kızların Suskunluğu (İthaki, 2020) ama daha nice benzer temalı roman sayılabilir: Margaret Atwood’un Penelope (Alfa, 2009) ve Natalie Haynes’in İokaste’nin Çocukları (İthaki, 2021) ilk akla gelenler.

Önce tarih

Destanlar yüzyıllar içinde önce sözlü geleneğin bir parçası olarak, daha sonra da yazılı olarak kuşaktan kuşağa aktarıldı. Mitolojik destanlar tiyatro eserlerine, şiirlere, romanlara, resimlere konu oldu; tanrılar, yarı-tanrılar ve ölümlüler arasındaki kavgalar, savaşlar, aşklar anlatıldı. Trajik kahramanlar hep krallardan, askerlerden, soylulardan oluştu.

Postmodern edebiyat akımıyla bu anlatının değişmeye başladığını gördük. Artık azınlıkların, suskunların, kadınların, toplum dışına itilmişlerin, emekçilerin hikâyeleri de merkezde yer alıyor, kahramanlık öyküleri başkişisini değiştiriyordu. Bir diğer değişen şey ise anlatı diliydi. Artık savaşan erkeğin dramı değil, savaşan erkeğin yarattığı dramlar dile gelmeye başladı. Bir anlamda İngilizce history (tarih) sözcüğündeki eril “his”, yerini “her”e (dişil) bıraktı.

Pat Barker, İlyada’nın ilk bölümünde başlayan, Agamemnon ile Akhilleus’un kavgasıyla başlatıyor Kızların Suskunluğu’nu. Bütün Yunan ordusunun başındaki Agamemnon ile ordunun en önemli dövüşçüsü, yarı tanrı Akhilleus, savaş ganimeti saydıkları esir kadınları bölüşemedikleri için birbirlerine giriyorlar. Barker aslında İlyada destanına hiçbir şey katmıyor; aynı kahramanlar, aynı olaylar ve aynı kronolojiyle kurguluyor romanını ama bu sefer anlatıcı tam da bu kavganın nedeni olan savaş ganimeti Briseis.

Briseis’in hikâyesi

Henüz on sekiz yaşında olan Briseis sadece kendi hikâyesini değil, gemilerin hızlı yol alması için kurban edilen bakire kız çocuklarını, kocası ve oğlu öldürülmüş dulları, tecavüze uğrayan, sadece mal değerine sahip tüm kadınları anlatıyor. Onların hepsi savaşta kazanılmış ganimet. En genç ve sağlıklı olanını en üst rütbeli alıyor; geriye kalan kadın ve kız çocukları ise diğer askerler aralarında bölüşüyorlar.

Briseis on beş yaşında Lyrnessos tahtının vârisi genç kralla evlendirilmiş. Aradan geçen dört yıl içinde bir türlü hamile kalmadığı için saraydaki önemini hızla yitirmeye başlamış bile. Akhilleus şehrin kapısına dayanıp Briseis’in kocasını ve kardeşlerini öldürdüğünde elbette bu şehirden ele geçen en önemli ganimet olarak –genç kralın eşi olarak– onu seçer.

Aslında Homeros’a haksızlık etmemek gerek, çünkü Homeros da savaşı erkeklerin gaddar dünyası olarak, kadınları da barışın simgesi olarak anlatır. Elbette savaş meydanını, zaferle dönen kahramanları övgü dolu sözlerle betimler ama asıl özlem duyulan şey savaşın bitmesi, barış günlerinin geri gelmesidir. Bunu en çok Hektor ve ailesinde hissettirir Homeros. Hektor savaşmak zorunda olduğu için iner savaş meydanına, amacı öldürmekten çok ailesini ve şehrini korumaktır. Kadınlar ise barış için dua ederler, kocaları ve oğulları ölmesin diye tanrılara adaklar sunarlar; savaştan dönemeyenlerin ise yasını tutmak yine kadınlara kalır. Pat Barker, Thomas Harris’in Kuzuların Sessizliği romanına gönderme yapan başlığıyla, savaşta asıl kurban edilenlerin kuzular gibi kadınlar olduğuna vurgu yapar.

Belki bu noktada durup İlyada’dan söz etmek gerekir. Kuşkusuz okumamışların bile bildiği bir konuyu anlatır destan: Troya’nın yıkılışı. İlyada’yı iki katlı bir tiyatro sahnesinde oynanan oyun olarak düşünebiliriz: Üst katta Olimpos tanrıları ve bu katın yöneticisi tanrı Zeus; alt katta da ölümlüler ve onların başkahramanı Akhilleus. Homeros dâhice bir şey yapar destan boyunca, 24 bölümden oluşan destanın yirmi bölümü boyunca hem üst katta hem de alt katta eylemi durdurur. Savaşma için yaratılmış, bir ölüm makinesi olan Akhilleus, Agamemnon’la kavga ettiği için savaşmaktan vazgeçer. Tanrıça olan annesi Thetis ise savaşmayan oğluna rağmen Agamemnon’un savaşı kazanmaması için Zeus’a yalvarır. Bu durumda Yunanların savaşı kazanmasını isteyen Zeus isteğini yerine getiremez; savaşmak için yanıp tutuşan Akhilleus da bir kenarda lir çalıp şarkı söyleyerek vakit geçirir.

Antik kahramanın trajedisi, potansiyelini ortaya koyamamasıdır. Varlığının özündeki eylemi gerçekleştirmesi engellenmiştir. Zeus hükmetme yetisinden, Akhilleus da onu biricik kılan dövüşme sanatında üstünlüğünü ortaya koymaktan mahrum kalır. Homeros’un dehası, eylem içinde olmadıkları halde bütün kurguyu bu iki protagonistin etrafında geliştirmeyi başarmasında yatar. Her savaşçıyı anlatırken onun gücünü Akhilleus’unkiyle karşılaştırır; böylece savaş meydanında olmamasıyla varlığının değil, nasıl yokluğunun hissedildiğini anlatarak onu hep merkezde tutar.

Pat Barker’ın anlatısında da Akhilleus hep merkezde ve yine aynı Homeros taktiğini kullanarak başarıyor bunu yazar. Roman boyunca her eylem, her düşünce Akhilleus’a götürüyor okuru. Bunu ilginç bir şekilde başarıyor, her karakterin içindeki Akhilleus korkusunu anlatarak roman boyunca hep onu merkezde tutuyor: “Akhilleus’un bütün duyguları öfkenin çeşitli tonlarından ibaret gibiydi.” (s. 190)

Jacques-Louis David, Akhilleus’un öfkesi, 1819 Kimbell Sanat Müzesi, Fort Worth, Texas.

Klasik anlatı tekniğinde başkahraman tüm olayların sonuçlarının bir şekilde bağlandığı merkezi oluşturur. Pat Barker ve yukarda adından söz ettiğim yazarlar merkezi yerinden oynatarak yeni bir odak üzerinden kurguluyorlar metni. Bu sayede tarihsel olarak savaşan erkeği merkeze alan eril anlatıdan da kurtarıyorlar yazınlarını. Kızların Suskunluğu romanında Briseis sadece bir anlatıcı rolünde değil, salt erkeklerin savaşını gözlemleyen, aktaran, savaş meydanını betimleyen bir anlatıcı değil o, onun yaptığı savaş meydanının arka planını anlatmak. Savaşı değil, savaşın yarattığı hasarı anlatıyor. Savaşanları değil, savaşanların yarattığı acıyı! Bunu anlatmak için de en doğru yerde. Her gece kardeşlerini ve kocasını öldürmüş adamın koynuna girmesi gerekiyor, ya da daha da kötüsü, Agamemnon tarafından bir eşya gibi çalındığında aynı görevi yerine getirmesi.

Kölenin güzelliği

Pat Barker bazı inceliklerle Briseis’in konumunu anlamamızı sağlıyor. Bunun en belirgin örneğini Briseis’in güzelliğinden söz ettiği satırlarda anlıyoruz. Roman boyunca ona sahip olmaya çalışan erkekler Briseis’in güzelliğinden hiç söz etmiyor, çünkü o estetik değer taşımayan bir nesne. Ancak romanın sonlarında Kral Priamos, Akhilleus’un çadırına gelip Briseis’i görünce “güzel” betimlemesini kullanıyor / düşünüyor zira sadece Priamos’un gözünde o köle değil, o bir Troyalı genç kadın.

Çok ince bir detay olabilir ama Briseis’i seçerken ağzını açıp dişlerine bakan, onu pazarda karpuz seçer gibi seçen Akhilleus ve Agamemnon için güzellik değil, kullanabilirlik önemli. Diğer tüm köleler gibi sadece mal değeri taşıyor. Savaşta kazanılmış madalyadan daha fazla bir şey değil. Onu misafirlerine göstermesi de, şarap ikram ettirmesi de hep madalyasını sergileyen bir şampiyon rolüne büründüğü için. Akhilleus “kazandığım bir şey, ganimetim” diye söz ediyor Briseis’ten (s. 112) ve onu sergilemek, şanını gösteriyor diğer erkeklere. “Erkekler kadınların yüzlerine bildiriler, başka erkeklere hitaben mesajlar kazır” (s. 125) diye açıklıyor bunu. Anlıyoruz ki, bir kadının estetik bir değere sahip olması için önce bir kadın olarak görülmesi gerekiyor. Savaşta esir alınan kadınlara bir kadın ya da bir insan gibi bakılmıyor, onlar sahip olunan, dilediğince kullanacağın eşyalardan farklı değil. Kraliçelikten köleliğe düşüşün çarpıcılığını da anlamamızı sağlıyor yazar böylece. “Kavgaya neden olan kız, köpeklerin kavga nedeni olan kemik gibi.”

Peter Paul Rubens (1577-1640), Akhilleus’a iade edilen Briseis, 1630. Prado Müzesi, Madrid.

Bu romanın sarsıcı bir diğer teması özgürlük. Pat Barker paradoksal bir şekilde işliyor özgürlük temasını. Briseis esir düşünce, Priamos’un sarayında büyümüş soylu bir ailenin kızı ve bir kralın karısı olarak sahip olduğu tüm ayrıcalıklardan, unvanlardan, ailesinin sosyal konumundan mahrum kalıyor. O güne kadar sahip olduğu her şeyini kaybediyor. Bütün bunlarla birlikte bireysel özgürlüklerini de kaybediyor elbette.

Fakat öte yandan bir kralın karısı olarak saraydan çıkması kısıtlıyken, yüzünü halktan insanların görmesi yasakken, peçesiz halkın arasına giremezken, onlarla konuşamazken ne denli özgür olabilir ki bir insan! Yazar çok zekice bir yolla aslında bize yeni bir özgürlük tanımı sunuyor. Briseis özgürlüğünü kaybederken, köle olduğunda yeni bir özgürlük kazanıyor. Şimdi esir düştüğü Yunanlıların savaş kampında dikkat çekmeden, diğer köle kadınlarla birlikte çalışabiliyor, denizin tuzlu sularına kendini bırakıp bedeninde ilk kez özgürlük hissediyor.

Garip bir ikilem olsa da bu yeni durumu ona özgürlük sağlıyor. Belki de yazar tam da bunu anlamamızı istiyor: Sarayda bir kraliçeyken ya da savaşta esir düşmüş bir kadınsan da durum pek değişmiyor. Her durumda özgürlüğün kısıtlanmış, erkeklerin arzularına bağlı olarak yaşamak zorundasın. Özgürlük kraliçeyle köle için fark etmiyor. Soylu bir ailenin kızı olarak kiminle evleneceği zaten saray tarafından belirleniyor. Ancak varlığını kocasının kimliğiyle kazanıyor.

Carl Probsthayn (1770-1818), Kral Priamos’un Akhilleus’a yalvarışı. Thorvaldsens Müzesi.

El öpme sahnesi

Oysa durum erkekler için çok farklı. Küçük erkek çocukları bile gelecekte besleyecekleri kin yüzünden bebek yaşta öldürülüyorlar. Yaşlı, genç, çocuk hiç fark etmiyor, savaşta yenilmek demek, öldürülmek demek. Kadınlar ise eşitleniyor: soylu, rahibe, hizmetkâr, hepsi aynı amaca hizmet ediyor.

Nasıl İlyada destanının doruk noktası Kral Priamos’un Akhilleus’un çadırına gelip oğlunun naaşını istemesiyse, bu romanda da kurgunun doruğu aynı. Tüm gerilimler, düşman da olsa misafire saygıyla farklı duygulara bürünüyor. Priamos’un ünlü sözleri tüyler ürpertici yine: “Daha önce hiçbir erkeğin yapmadığını yapıyorum, oğlumu öldüren adamın ellerini öpüyorum” diye Akhilleus’tan gömebilmek için oğlunu istiyor. Bu gerçekten destanın en can alıcı sahnesidir. Priamos kaybettiği oğlunun yerine koyar karşısındaki katili, Akhilleus da bir an için kendi babasını düşünür, yüreği yumuşar.

Bu iki erkeğin duygu dolu sahnesine kendimizi kaptırmamızı engelliyor Barker, çadırda bir köşede duran Briseis’in gözünden bakıldığında olay çok farklı. “Benden önce sayısız kadının yapmaya zorlandığı şeyi yapıyorum. Kocamı, kardeşlerimi öldürmüş olan adama bacaklarımı açıyorum.” Erkeğin trajedisiyle kadınınki arasındaki farkı bundan daha iyi gösteremezdi.

Santimetre?

Romanda bazı minik hatalardan da söz etmeden geçemeyeceğim. “Bence en az üç kilo” (s. 155) bir çeviri hatası olduğunu sanmıyorum, çeviri çok iyi. Odysseus’un ağzından çıkan bu sözler çok garip, antik çağda kilogramdan söz edilmezdi, farklı ölçü birimleri kullanılırdı. Romanın bir başka yerinde yine “kilo mu aldın sen?” diye savaşmadığı için şişmanlayan Akhilleus’a sorulması da aynı derecede tuhaf.

Pat Barker bu romana devam niteliğinde Troyalı Kadınlar romanını yazmış, heyecanla dilimize çevrilmesini bekliyorum. Briseis’in hikâyesi devam edecek, tekrar tekrar anlatılacak…

• 

 

GİRİŞ RESMİ:


Giovanni Battista Tiepolo (1696-1770), 
Eurybates ile Talthybios’un Briseis’i Agamemnon’a getirişleri, 1757.