“Her şey dumana dönüşse”: Kırmızı Top’un hikmeti

Eşine az rastlanır türden edebî-felsefî bir özelliği var Kırmızı Top’un. Hikâyeciliği anlatma ve kurgulamanın ötesinde, ölçülü bir kavramsallıkla da dokuyor Mehmet Barış Albayrak

28 Şubat 2019 10:30

Felsefe, bilgelik, edebiyat, bilim… Mehmet Barış Albayrak’ın Kırmızı Top’taki 10 öyküsünde bunların hepsini tatmak mümkün. Felsefeyi hikâyecilikle, bilgeliği ve bilimi hayal gücüyle kaynaştıran öyküler bunlar. Bilimkurgu, masal, öykü, felsefî anlatı gibi türlerden yararlanması itibariyle melezlikleri kendini belli ediyor; Jena Romantiklerinin “roman” formuna yaklaşıyorlar, neredeyse. Dolayısıyla düşünsel olarak da alabildiğine eklektikler ama bu durum bir mülemma hissi yaratmıyor neyse ki. Kitabın bazen gizli bazen açık merkezî figürü Herakleitos’un bilgeliğinde olduğu gibi belli bir logos ölçüsü ile hayal gücü oyunculuğu arasında bir denge tutturmuş Mehmet Barış. Romantikleri önceleyen terminolojiyle, Schiller’in formüle ettiği, sanatta “biçim dürtüsü” ile “içerik dürtüsü” muvazenesini kuran “oyun dürtüsü”nün hareketi okunuyor. Başka bir deyişle, organik ile inorganiğin, doğa ile tekniğin, kavram ile imgenin terazisi maharetle kurulmuş. Bir çocuğun “saf duyumlama yetisi”nden bir filozofun bilgeliğine süzülmüş öyküler âdeta. Bu anlamda, Nietzsche’nin Herakleitos’tan uyarlayarak kurguladığı, evrenin daimi oluş ve bozuluşunu ayırmaksızın deniz kenarında kumdan kaleler yapıp yapıp yıkan çocuk imgesine de gönderiyorlar bizi. Demek ki tam tersini de söyleyebiliriz: çocuğun bilgeliğinden filozofun saflığına süzülmüş öyküler. Apollinaire’in kübik gözlemini hatırlayalım: “Buzlu bir sisle çepeçevre, ihtiyarlar yerinde sayar düşünceye dalmadan, zira yalnızca çocuklar düşünceye dalar [méditent].” (Les Peintres cubistes – Méditations esthétiques, 1913)

Kitapla aynı başlığı taşıyan “Kırmızı Top” öyküsünde, Novalis’in Sais Çırakları kitabındakine benzer felsefî bir masal atmosferi yaratıyor Mehmet Barış. Filozofun bilgeliğiyle çocuğun bilgeliğinin ortak kaynağına gidiyor antik bir filozoftan hareketle: “Zaman dama oynayan çocuktur. Krallık çocukta.” Aynı zamanda ilk kez bu öyküde okuyoruz belki de kitabın tamamına sirayet eden esrarengiz fragmanı: “Her şey dumana dönüşse, burun delikleri ayırırdı onları.” Kitabın gövdesindeki “Şair Vapur” öyküsünde bu alıntı başka bir bağlamda tekrar çıkıyor karşımıza.

Eşine az rastlanır türden edebî-felsefî bir özelliği var Kırmızı Top’un. Hikâyeciliği anlatma ve kurgulamanın ötesinde, ölçülü bir kavramsallıkla da dokuyor Mehmet Barış. Üstelik okurunda merakı ve düşünceyi bir arada tetikleyen bir hikâyeci– demek felsefenin başlangıcındaki o hususi hayret etme, thaumazein hâlini. Yani tahkiye meziyeti değil sadece. Okuru kendi öznel perspektifinden ve insan bakış açısından sürekli dışarı çıkmaya çağıran, bazen de zorlayan bir felsefecinin düşünme disiplini de var onda. Felsefeci dedik. Ama belli ki bilgeliğin anlamı üzerine de uzun uzun düşünmüş. Ki antik dünyada, özellikle Platon ve Stoacılarda bilge kendinden çıkarak evrenin perspektifine yerleşebilen, dünyaya ve varlıklara bu gözle bakabilen kişidir. En belirgin şekilde “Evrenin Kitabı” öyküsünde karşılaşıyoruz evren perspektifine erişme çabasıyla:

Çocukluğundan beri çevresinden çok göğe, yıldızlara bakan Özgür hep evreni düşlerdi. … Kim bilir ne olağanüstü dünyalar, ne tuhaf yaşam formları; hayal bile edilemeyecek manzaralar vardı. İnsanın böylesi olağanüstü olasılıkların farkında olması ama onları deneyimleyememesi çok acıydı. Bu nedenle Özgür kendi kendine, “Madem gidip göremiyorum, o halde onları hayal edip yazarım,” diyerek Evrenin Kitabı’nı yazmaya başladı.

Evrenin Kitabı’yla Lucretius’u akla getirse de, Evrenin Yapısı’ndaki gibi maddeci-şiirsel bir evren manzumesi çıkmıyor karşımıza. Daha ziyade, Timaios’taki felsefî evrendoğum spekülasyonlarının bilimkurgulaştırıldığı ve başka galaksilerdeki yaşam formlarına uyarlandığı kısa kısa spekülasyonlar sunuluyor.

Öbür öykülerle beraber evrenci felsefeye başka katmanlar da ekliyor Mehmet Barış. Öznellikten çıkıp sadece nesnel bir bakış talep etmiyor. Mesele şeyleri olduğu gibi fenomenolojik bir olgusallıkta ya da Kant’taki gibi “form”larıyla görmek değil sadece. Daha çok, kendi öznelliğimizden çıkıp hayalî perspektiflere yerleşmek. Basit bir diğerkâmlık veya empati de değil, kendimizi olmayan varlıkların yerine koyduğumuz, olmayan dünyalara yerleştirdiğimiz, yaratmaya dayalı bir başkalık muhayyilesi söz konusu olan. Sözgelimi, ejderhalardan korkmayan bir çocuğun gözünden anlatılan, gecekonduda yaşayan bir ejderhanın hikâyesi “Komşum Komorebi”de okuyoruz bu tür bir hayal etmeyi. Türünün son örneklerinden ejderha Komorebi, 1+1 bir bodrum katında, şehrin bir kenar mahallesinde yaşıyor. Le Guin’e açık bir gönderme yapılan bu öyküde, yabancıyı ötekileştirme ve kentsel dönüşüm gibi bugünün sıcak meseleleri de belli ediyor kendini. Kırmızı Top’ta yer alan hemen hemen tüm öykülerde rastlıyoruz ötekilik veya ucubelik izleğine. “Köstebek”te 40 bin yıl önce neslinin tükendiği sanılan Nean-Magnonlar’ın perspektifinden anlatılıyor insan türü. Sapiens türünün belki hayalî bir Altın Çağ’daki atası oldukları hâlde, onlar da ucubeleştiriliyor. Gerçi, bir yandan sapiens onları ötekileştirirken, onlar da sapiens’i ötekileştiriyor sanki. Kadim kim kimin ötekisi meselesi… Bugün de sosyal medya profilleri ve kişisel teknolojik aygıtlarla biriciklik yanılsaması pekişen insanlara dokundurması bakımından öykünün çarpıcı bir bölümü uzun uzun alıntılanmaya değer. Öykünün “ucube” anlatıcısı şöyle diyor:

Aranızda gördüğünüzde başka bir türmüşüz gibi tuhaf gözlerle bakıyorsunuz. İşin komik tarafı gerçekten öyleyiz ama öyle olduğumuzu bilmiyorsunuz. Bizi kendiniz gibi sapiens sanıyorsunuz. […] Duyumsamada, sezmede sizden her zaman bir adım öndeyiz, bize yetişemediğiniz için geride kaldığımızı sanıyorsunuz. Sizin de bize göre üstün bir tarafınız yok değil gerçi. Aynı anda algılayıp kavrayabiliyorsunuz ve görüp kavrayışınız kendiliğinden zihinde sentezlenerek anlamaya dönüşebiliyor. Bu olağanüstü sentezleme yetinizin bir dezavantajı var ama, ne algılamada ne kavramada mükemmelsiniz, her ikisi de vasat. En büyük yanlışınız ise bilinci, kapalı devre bir mekanizma sanmanız. Sapiens beyni, kendini kapalı devre sanması üzerine evrilmiş. Ne ironik değil mi! Siz, duygu ve deneyimlerinizin zihninizde yalnızca kendinize ait şeyler olduğunu sanıyorsunuz. Bu nedenle kendinizi bazen dünyanın en yalnız bazen de en bilge kişisi hissediyorsunuz. Peki zihninizin bu hapishanesinden sizi birazcık da olsa kurtarıp arada sırada çevrenizle, doğayla, evrenle bağ kurmanızı kim sağladı sanıyorsunuz?

“Ne ironik değil mi!” İroni Mehmet Barış’ın öykülerinin karakteristik anlatım biçimi. Kitabın ilk öyküsünde “dünyanın en şanssız” köpeği olan “şanslı”nın son bir şans eseri kurtuluş hikâyesi anlatılıyor. “Basketçi” öyküsünde her attığı basket olan bir adamın geç fark edilen dehası yüzünden başından geçen komik olaylar felsefî bir mesel olarak sonlanıyor. İroninin keskin bir hicve dönüştüğü “Kayra’nın Günü” öyküsünde, belli ki “nörd” bir çocuğun dünyasında bilgisayar oyunlarının sanallığı artık gerçekliğin yerine geçiyor ve bu hâl apokaliptik bir hikâyede yüksek üslûba taşınarak gülünçleştiriliyor. “Yorgun Dedektif” ise politik-hiciv yönüyle Gulliver’ı, bilimkurgu-hiciv yönüyle Micromégas’yı andırıyor; burada da galaksiler arası bir yolculuk hikâyesiyle insan türünün kurduğu uygarlığın evrenin zamanındaki göreliğinden yola çıkılıyor: “Verroa biti bütün gezegene yayılmış, uygarlık bu güneş sistemine de veda etmek üzere. Şöyle bir deyişleri vardı: ‘Son pişmanlık fayda etmez.’ On binlerce yılda türlü çileyle inşa ettikleri uygarlıklarının yıldız tozu gibi dağıldığına beraber tanık olduğumuz biri söylemişti bu sözü bana.”

“Kırmızı Top” öyküsündeki fragmanla diyalog içinde olan “Şair Vapur” öyküsünün bugünle en çok konuşan, belki de kitaptaki en sıkı öykü olduğunu söyleyebiliriz. Bu öyküde yapay zekâdan teknoloji saplantımıza, makinelerle prostetik ilişkilerimize uzanan bir dizi tema çıkıyor karşımıza. İstanbul’da hep şairane ruh hâllerini çağrıştıran vapurlar, “dijital zekâ”yla çalışmaya başlayınca otomatizm içinde şiirsellik kaybolmaya başlıyor, birtakım tuhaf kazalar yaşanıyor. Mein Schiff 2 adlı, dijital her şeyi kontrol eden geminin gelişiyle beraber de kâbus başlıyor. Kitaptaki Herakleitos bilgeliği burada karanlık ve kıyametvari bir muammaya dönüyor:

Dijital zekâ On Emir olarak da adlandırılan Protokol’ü insanlığa sunmadan önce, ilk kez Herakleitos’un üç bin yıl önce yazdığı bir cümleyle bütün ekranlarda belirmişti: “Her şey dumana dönüşürse, burun delikleri ayırır onları.” Bir deli üç bin yıl önce kuyuya taş atmıştı ve orada mutlu mesut kalacağına yeni efendilerimiz bu taşı kuyudan çıkarıp kafamıza atmıştı. Birleşmiş Milletler bunu açık bir savaş ilânı olarak yorumladı. Belli ki hepimizi havaya uçurup tozu dumana katmak istiyorlardı. Dünyanın tüm ordularının birleşmesi kararı alındı. Ama kiminle ya da neyle savaşacaktık?

Gerçekliğin sanal ve dijital gelişmelerle giderek daha da belirsizleştiği bir zamanda, evet, her şey çok çabuk dumana dönüşüyor. Geriye kalan “kırmızı top”larsa ağaçların ardına gizleniyor, dağların ardında patlıyor, göğün kararmasıyla küçülüyor, uzayın uçsuz bucaksızlığında birisi sönüp öbürü yanmaya başlıyor… Kitabın “kırmızı top”ları bir büyüyüp bir küçülmesiyle Kafka’nın bir sözünü hatırlatıyor: “Gani gani umut var, sonsuz umut– ama bizim için değil.” Pandora’nın kutusu bir yana, bugün için bir soru: İnsanın yaşayabilmek için icat ettiği umut bize değilse kime, neye? Bakmaya, düşünmeye devam: Elbet vardır kırmızı topun bir hikmeti.

***

Mehmet Barış’ın öykülerine, Gonca Mine Çelik’in kimi zaman illüstratif kimi zaman ekspresyonist resimleri eşlik ediyor. Ağırlıklı olarak pastel ve sulu boya kullanmış. Bazen öykülerdeki belli sahneleri resimleyen, bazen de öykünün tümüne dair bir imge veren figürlerle oluşturmuş görselliği. Turuncu, mor ve mavi tonlar öne çıkıyor resimlerde. Kromatik olarak, öykülerin rüya ve düş, bilimkurgu ve felaket atmosferini karakterize eden renklerle uyumlu bir şekilde tamamlıyor metinleri. Öte yandan yazarın sık sık burulan, bazen de komiğe sıçrayan keskin ironisi ile çizerin sulu boyayla akışkanlaşan, pastelle gevşeyen naïf üslûbu arasındaki kontrastla da tamamlıyorlar birbirlerini.

Mehmet Barış ile Gonca Mine ikilisinin başka çalışmalarını da umutla bekliyoruz. Ve dünyanın güneşe çıkmasını…