Kartopundan yazılar yazmak: hafıza, dijitalleşme, sözlü kültür

"Artık hatırlamıyoruz. Erişilebilir pratikler hayreti öldürüyor. Şiirler, kıssalar, kitaplar bir doymuşlukla özümsenmek yerine sadece kullanılmak için varlar. Dijitalleşmenin getirdiği enformasyon aşırı yüklenmesi, insanlık durumunu yeni bir hâle büründürdü."

02 Şubat 2021 12:38

“bir ölüm kadar şaştığımız onlar”
Edip Cansever, Kar Yangını

Kartopu, beklenmedik bir anda, dostça bir muzipliğin vücuda dokunuşu, soğuğun vücudu gerdiği anlarda, bir kırılgan temasla bu gerginliği çözecek bir sonsuzluk anında atılır. Her ne kadar tarihçinin mesleği gereği sonluluk, sonsuzluğa yeğ olsa da, bu bireysel serüvende bir duraksama, bir anlaşmadır bu kırılgan temaslar.

Kartopu atmak da dört bir yanın karla örtülüp, gerçekliğin ufku karla sonsuzlaştırdığı tekilliğe dönüşmesi halinde onu buzullardan çıkarmak, bir teneffüs haline sokmak değil midir? Bu hem sonsuzlukta bir nefes alışı işaretliyor hem de derslikleri, sınıfları, ilk gençliği, çocukluğu. Orta-okulda dışarıda yağan karın, içeride uyku getiren sıcaklığın ve öğretmenin sesinin bir anlamı değil sadece bir yankının temsili olan bir anının düşü. Buğulanmış pencerelere bir an olsun dışarıyı görecek kadar sürülen ellerin düşü. Tatildir belki artık; uyku yüküyle okul bahçesine atılan ilk adımda sırta isabet eden bir kartopunun yarattığı heyecanın düşü.

Kartopu, beklenmedik bir anda gelir. Aşağı yukarı yüz yıldır karın ne zaman geleceğini aşağı yukarı tahmin ediyor olsak da artık dolaylı olarak kartopunun sırtımıza ne zaman isabet edeceğini bilemiyoruz. Masumiyetimizi yitirmemizden değil, James Bridle’ın Yeni Karanlık Çağ’ına göre artık kaostaki düzeni de anlayamayacak kadar bozmuşluğumuzdan. “Kışa benzemeyen kış günleri” tüm bunlardan kopuk şekilde söylenmiş değil.

Bir salgında yazılar yazacağım hiç aklıma gelmezdi. Tarihin “geçmişi öğrenip, geleceği bilme” misyonundan da vizyonundan da hiç nasibimi alamamışım demek ki. Belki de böyle kendinden menkul bir tanıma asla inanmadığımdan dolayıdır.  

da capo

Cemal Kafadar’ın K24’te bir hafta önce “Küçük bir kartopu”  adında nefis bir kar scherzosu yayınlandı. Yazı, kartopunun beklenmedikliğiyle özdeş. Birdenbire karşımızda beliriverdi. Yazı bir scherzo kısalığındayken yağan karın da tıpkı bir scherzo kadar olduğunu da ben eklesem bir mahsuru olur mu? 

allegro ma non troppo

Kar yağıyor, tam da bu yazıya devam ederken. Dijital ekrana harfleri işlerken. Cemal Kafadar “kardan ağarmış, ‘soğuk yaradılışlı ak çehreli bir mahbuba benzemiş’” diyen Molla Fenârî kitaplardan ve “hafızamda on bin gazel vardı” diyen Fenarizade Alaeddin Ali’den bahsederken bizi eskilerin hafızasından duyulan bir hayrete düşürür. Hayretin ve temâşânın uçlarında yazan, düşünen Kafadar’ın gıpta ettiği durum –ki etmemek elde değildir– bu hafıza pratiğinin “binlerce gazelin pdf’si” ile kıyaslanamayacak bir ontolojik farktır.

Ben de on beşinci yüzyılın hafıza serhaddinin, ayaklarımızı bugünden sürekli kaydıran yirminci yüzyıla kadar çekilebileceğini düşünüyorum. Serhaddi tutan hafıza erlerinin hafıza ve unutuşunun ertesinde bize sadece tarih ve biraz da bellek kaldı. Burada mâlumâtfurûşluk yaparak hafıza ve bellek tartışmalarına girmek, yirminci yüzyıl tecrübesinden sonra hatırlamanın ne kadar hor, unutuşun ise bir asillik olduğu üzerine güzellemelerden kendimi beri tutuyorum. 

Artık hatırlamıyoruz. Erişilebilir pratikler hayreti öldürüyor. Şiirler, kıssalar, kitaplar bir doymuşlukla özümsenmek yerine sadece kullanılmak için varlar. Dijitalleşmenin getirdiği enformasyon aşırı yüklenmesi, insanlık durumunu yeni bir hâle büründürdü. Hafızanın metafizik kuralları da sarsılır hale gelmedi değil. Bizim kuşağın dönemin ruhunu yansıtan bir şakası vardır: “USB belleğe dua yükleyip boynuma asarsam muska takmış sayılır mıyım?” Bilmem, sayılır mısın? Bu bir biçim değişikliği mi? Daha sonra.

senza fine

Hafızada on bin şiir tutmak. On bin şiir bilmek yani. On bin! Hıfz, hafıza, muhafaza, muhafız. Garip şeyler bunlar. Hele ki şiirle dolu bir hafıza. Aruzla yazılmış şiirleri hafızada tutmak, diğer şiir türlerine göre –müzikal kuralları olmayan şiirlere göre– bir nebze de olsa kolaydır amma on bin şiir. Öğrenciliğimin ilk yıllarında Zeki Velidi Togan’ın hatıratının daha en başında bahsedilen bir dervişin belleği geliyor aklıma. Mollagul Divane’nin belleği. Mollagul Divane binlerce şiir bilirmiş, herhangi bir olay üzerine beyitler dolusu şiir okurmuş. Rûmî’den Hâfız’a, Yesevî’den Sufi Allahyar’a kadar. Togan küçüklüğünde, Mollagul’un bu şiirleri kendisinin irticalen uydurduğunu sanırmış. Okuduğu şiirlerin bazıları da Togan’ın belleğine takılıp kalmış tabii ki. Yıllar sonra elini hangi Divân’a atsa Togan, Mollagul Divane’nin okuduğu beyitleri görürmüş.

İran’a gidenlerin meşhur bahsidir. Herhangi bir sokakta, köyde, şehirde, insanların bekleyiş anlarında birbirlerine bir matla (gazellerde ilk beyit) söyler, sırayla gazeli makta’ına (gazellerde son beyit) kadar okurlarmış. Abbas Kiarostami filmlerinde de Sepehri’den Füruğ’a, oradan Nima Yusic’e kadar bir sürü modern İran şairinin şiirleriyle karşılaşırız. Kiarostami eskileri kayda geçirmeyi de ihmal etmezmiş. Elinde bir ses kayıt cihazıyla, sokaklarda, kahvehanelerde, pazarlarda sesleri kaydedermiş. Şiir hafızaya tutulur, ses ise ancak anımsanır.  

Peki ya halk şiirleri? Bizim rapsodoslarımız (yunanca: şarkıları birbirlerine dikenler) yok muydu? Şiirin olduğu yerde Homerosoğulları eksik olur mu hiç? Hafızamızda şiirler olabilir. Fakat bu “mecmuâ hafıza” tarzında bir seçki, yürüyen antoloji oluşta değil, yürüyen divân oluşla alakalı. Klişedir; eskiden ilim azdı, dünya hezârfen/polimat ulemayla doluydu. Şimdi ilim çoğaldı ve tafsilat ihtisas gerektirir hale geldi. Çok güzel, doğruluk payı yok değil lakin bu kadar basit mi?  

prestissimo

Hararetli bir şekilde dijitalleşme ve hafıza-bellek tartışmasına düşmeden hemen önce söylediğim şeye dönmeliyim. Bir şiir ezberlemek, onu tutmak, sözün esrarıyla alakalı bir metafizik yana da sahiptir. Peki ya metafiziğin öldüğü bu dönemde? Duramadım söyledim. Oysa hararet olmayacaktı.

Öküzün A’sı’nda Barry Sanders’ın anlatıp durduğu buydu. Sözlü kültür yazılı kültüre yenildi. Bunun üzerinden çok uzun zaman geçti. Hafıza da dijitalleşmeye yenildi. Sürekli maruz kaldığımız hazır imajlar hafızamızı hantallaştırdı. Olay ilimlerin artmasından değil, insanın tekniğin içerisine batmışlığından kaynaklanıyor. Hafıza-i beşer, nisyanla değil, hantallaştıran imajlarla malüldür. Ölen metafizik, sağ kalan hantallık.

andante

Tespitlerimi kendime saklayayım, zaten bilinmeyen şeyler değil bunlar. Ben hafızaya ve şiire tekrar döneyim. Döneriz, hep döneriz, da capo senza fine.

Âşık edebiyatının iki unutulmaz rapsodosu Şeref Taşlıova ve Murat Çobanoğlu üzerine bir belgeselden küçük bir kesit yıllardır zihnimde döner durur. Sunucu Taşlıova’nın “âşık edebiyatı” repertuarından bahsederken Köroğlu destanından yüz hikâyeyi içerdiğini öğreniriz. Yüz hikâye! Her hikâyenin on kıtadan oluştuğunu varsayarsak –ki daha fazladır–, Taşlova ve Çobanoğlu’nun hafızasında sadece Köroğlu ile ilgili bin kıta var demektir. Kahvehane kahvehane, köy köy gezen âşıklar saatler boyunca bu kıtaları terennüm ederler. Bu şiirler de Homeros’un yapıtları gibidir. Yüzlerce yıllık kolektif hafızanın nehrinde birikmişlerdir. Âşıkların içtiği bâde bu nehirden değil de nerededir? Zihninde bir Karacoğlan şiiri olan kişinin hafızası o andan sonra ne kadar bireyseldir?

Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, BBC, 1989.

Bir başka örnek. Halil İnalcık, Abdülbâki Gölpınarlı’dan bahsederken zihninde onlarca şairin divânıyla gezdiğini, derslerde alkışlar eşliğinde dakikalarca farklı şairlerden gazeller okuduğunu anlatmıştı.

Burada adını anmamdan rahatsız olacak derece mütevazı bir emekli akademisyen de, çocukluk yıllarında Van’ın Saray ilçesinde gelenek gereği Fuzuli’nin Türkçe ve Farsça divanlarını ezberlemiş ve başka bir çok divânı da. Bu divânlar seksenini geçmiş olan emekli akademisyenimizin hâlâ hafızasındadır.

Biraz tempoyu arttırayım. Bir olaydan bahsedeyim. Allegro

Claude Levi-Strauss. Yüzyılın serhaddini aşan adam. Mit üzerine bir söyleşisinde hafızası ile ilgili konuşuyor. Dört ciltlik Mythologiques’i için binlerce mit üzerine çalışmış ve belirli başlı ikilemler üzerinden yapısal analizini berkitmişti. Söyleşide çalışmalarını bitirdikten sonra tüm bu detayları unuttuğunu söylüyordu. Başkalarını bilmem ama Levi-Strauss’un bilinçdışı tıpkı bir dil gibi yapılanmış. Garip bir örnektir Levi-Strauss. Çalışması bittikten sonra hafızasında yapılar kalır. Bu bir yaşlılık emaresi miydi? Yoksa bir düstur mu? Levi-Strauss bu unutuşun kendisinin düsturu olduğunu neredeyse açıkça söylüyor. Düstur demişken...

Mükrimin Halil Yinanç

Düsturnâme-i Enverî. Üç bin yedi yüz beyitlik bir on beşinci yüzyıl kitabı. Mükrimin Halil Yinanç Paris’te. Bibliothèque nationale de France’da tek nüshadır Düsturnâme. O dönem fotokopi almak, kitabı ödünç almak veya kopyalamak ise yasak. Menkabe bu ya! Her bahiste daha da imkansızdır kopyalamak. Mükrimin Halil bey her gün metinden bir kısım ezberler ve otel odasına gider, istinsah etmeye başlar. Türkiye’ye dönünce de ezberden istinsah ettiği metni eski harflerle yayınlar (1928). Düsturnâme’nin bir nüshası da İzmir’de ortaya çıkar ve Mükrimin Halil beyin neşrinin mükemmelliği ülke sınırlarında tescillenir. Gerisi tevâtürdür, ötesi ve berisi kadar. Bibliothèque nationale memurları metni dışarı çıkarmayla suçlanmışlar, işten kovulmuşlar, Mükrimin Halil bey ezberlediğini ispatlamış ve tekrar işe alınmışlar vesair. Menkabe bu ya!

Fahrenheit 451’i herkes bilir. François Truffaut’nun 1966’daki uyarlamasını da. Mükrimin Halil bey acaba orada bir karakter midir? Gerçek midir? Olayın peşine düşmektense, yaşananlara Coen Kardeşlerin Fargo’sunun “This is a true story”  ibaresine güvendiğim kadar güveniyorum diyeyim.

Fahrenheit 451 (Truffault, 1966)

adagio

Kar. Kartopu. Bir scherzodan türemişti bu yazı. Cemal Kafadar’ın K24’te yayınlanan “Küçük bir kartopu” scherzosundan. İstanbul’a kar tekrar yağar belki. Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmindeki karlı sahnelerin tesadüfi bir şekilde filmin çekim aşamasında yağması gibi. Doğanın keyfiyeti Uzak’ın hafızamızda kalan imgelerini mümkün kılmıştı.

“Kışa benzemeyen kış günleri” demişti Kafadar. Benim hafızamdaysa Gülten Akın’ın Düğün ve Kar’ı var. Kışa benzemeyen kış günleri, “sıcak aydınlık bir düğün kederi”. Belki bir kere daha kar yağar da Kafadar bir scherzo daha yazar, ben de “ertesi karlarda geceleyin” bir allegro ma non troppo.

 

GİRİŞ RESMİ:

Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 adlı romanının sinema uyarlamasından (Truffault, 1966) bir sahne: Gizli bir 'tarikat' etrafında toplanan ve kendilerine "Kitap İnsanlar" adını veren bazı kişiler kitapları sonsuza kadar yaşatmak amacıyla onları okuyup ezberlemektedirler. Her biri sadece tek bir kitabı hafızasına kaydettiği için, bu kitap yok edilse bile onu ezberleyen hayatta kaldığı sürece bu kitap yaşatılmış olacaktır.