Karanlık Oda Şarkıları: Enis Batur’un düşünce şiirine yönelmesi

"Ona göre başlangıç Aydınlanma düşüncesi değil, Rönesans’tır. Hümanizm, Aydınlanma fikriyle yani 18. yüzyılla başlatılamaz; Rönesans’la, 16. yüzyılla başlatılması gerekir. Şu da var: Batur, Rönesans’tan geriye, sözgelimi antik Yunan’a gitmedi. Neden? Bence şu: Antik dünya burjuva sınıfının olduğu bir dünya değildi."

03 Kasım 2022 22:00

 
Yeni şiir kitapları hakkında düşünmek veya konuşmak bakımından, sanırım son iki yıl en verimsiz dönemi geçirdik. Orhan Koçak’ın son günlerde yayınlanan, şiir hakkındaki iki yazısı hariç. Eleştirel düşünmenin ya da değerlendirmenin, hatta kanaat bildirmenin geri çekilmesi, değerini yitirmesi denebilir. Ama bu maddi temeli olmayan bir iddiadır. Eleştirel yaklaşım ya da değerlendirme, önemli bir yapıt karşısında yaşanan suskunluk, sessizlik durumunda devamlılığını yitirir. Varlık nedeni bakımından, eleştirel düşünme, önemli bir yapıt üzerinde durulmadığında, diğer yapıtlar üzerinde durma isteğini de kaybeder. Felsefi analize dayalı eleştirel düşünmenin amacı, söz konusu yapıtın zaaflarını arama girişimi değil, onun dile getirdiği hakikatin maddi temelini bulmak ve yapıtı o temel üzerinden irdelemektir.
 
Bu girizgâhı Enis Batur’un Karanlık Oda Şarkıları (Aralık 2020) için yaptığımı belirtmeliyim. Karanlık Oda Şarkıları her şeyden önce Batur’un kendi şiir serüvenindeki çeşitli seslerin birleşimini dile getirmesi bakımından önemlidir. “Çeşitli sesler” ya da “seslerin birleşimi” derken neyi kastediyorum; ona geleceğim. Bu bir şairin kendi bütünlüğüne doğru ilerlemesi anlamına gelir. Ama daha önemlisi, ‘70’lerden beri var olagelen kimi seslerin de bu kitapta Batur’un sesiyle birleşmesidir.
 
Şairliğin ne olduğu yaygın biçimde ‘genç şair’ üzerinden, şiirin başlangıç evresindeki durumu hesaba katılarak tanımlanır. Bu yaklaşım biçiminde şairliğin ne olduğu, şiirin ne olduğu sorunuyla üst üste gelir. Olgunluk evresine gelmiş şairin poetik amacı ve yükü veya dile getirdiği vaat, her yeni yapıtta, daima kendi zirvesine doğru bir yolculuk içinde olduğunu ya da zirveye varan yolculuğu betimler. Her yapıtta kendini bir önceki yapıttaki poetik kendisinin ötesine taşımak. Buradan hareketle denebilir ki, yeni yapıtta ses, daha önceki yapıttaki tınıdan daha ileri götürülmüştür. Kastettiğim bu değil.
 
Batur’un şiiri başından beri –belki ‘80’lerde bu çizgi daha netleşti– farklı ruh halleri durumunun kendisine göre oluşturduğu biçimlerle dile gelir. Tek bir biçimle kurmamıştır Batur şiirini. Sözgelimi Kandil’deki (1981) şiirlerinde, anlatıcı-benin kendisini tanımda bulmaya çalıştığı bir iç konuşma, bir monolog tınısı söz konusudur. “Mesel” şiirinin girizgâhı:
 
I.
İki kişiyim ben. Biri savurgan, korkak ama acımasız,
duvar ustası bütün yıkımlarda, oysa göçmen ve barınaksız.
            İki kişiyim ben ki bilmem nerede benliğim nerede sûret,
Bıraktım çoğalmaya kendimi ve ayrıştım iyice:
            Sayısız hücre, süzâniden kırkpâre.
 
Yine de kendinden eminlik, eminlikteki kesinlik, bu sesin başat özelliğidir. Buradaki son dize bir parçalanmayı, ayrışmayı değil, bir çoğalmayı dile getirir. Bu kendinden eminlik, başlangıçta, Batur’un lirik şiirlerinde de mevcuttur. Bir Ortaçağ Yalnızlığı (1973) kitabındaki “Omaca” şiirinin “küf” bölümü şöyle:
 
Bizi ayıran bir dizi çağ artık. Nerede danışsam
Ona, yüklü bir umarsızlık izliyor sesimi. Öteki
Çünkü, o, öteki artık; bir sed ayırıyor bizi
Her kılköprüden.
 
Ussal olan ne, usa direnmekte? Taş kadar somut,
buğday kadar eğik ağlatısı, bu bekinerek
savunduğu. İkimiz de biliyoruz, ben bilgisizliğin
daha beşiğinde, o eşiğinde bilgeliğin, çok
ötesinde bilmenin, bilmemenin: Herbir bağa
engelsiz şimdi, bize dünden artan bir inanç ile.
 
Burada dış konuşma söz konusu, ama diyalog değil dış monolog. Sesteki tını, seslendirilen bir tınıdır, bastırılan bir tını değil. Kendinden eminlik ya da kendini beğenme hali başat özelliktir. Dahası, Batur’un şiiri böyle açılır. Bir sorgulama, bir düşünme hali söz konusudur ama zihin ağır ilerler, araya betimleme girer. Daha önemlisi, buradaki düşünme halini engelleyen başka bir duvar vardır; belirsizlik, müphemlik duvarıdır bu. Kendinden eminlik düşünmeyi ne denli desteklerse müphemlik de düşünmeyi o denli engeller. Zihindeki düşünme akışı, sözgelimi Opera’da (1996) hızlanıyor gibidir ama müphemlik orada da yavaşlatıcı bir madde olarak belirir. Gri Divan’daki betimleyici ses ile Opera’daki sorgulayıcı ses, Karanlık Oda Şarkıları’nda bir araya gelir. Sözgelimi “Kökenim” şiirine bakalım:
 
Kıssadan hisse çıkarmayı bilmeme
akılsız mantıksız idraksizim ben,
öğüt verenler olur kulaklarım tıkalı,
kim yol gösterse o an ters yöne saparım,
sevmem yardım eli uzatanları,
iyi niyetlilerden asla hoşlanmadım,
atalarım buraya Adriyatik kıyılarına
sırtını dönmüş sarp tepelerden gelmiş,
bana onlardan bu körolasıca kör inat,
bir de herşeyden şüphe miras kalmış.
 
Burada, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi el yordamıyla aranan bir durum söz konusu değildir. Betimleme yoktur artık, yargı bile yoktur; düşünme halinde olan zihin söz konusudur. Karanlık Oda Şarkıları’nda artık zihin, farklı problemlerin zemininden çekilerek, ortak bir problemin zemininde toplanır. Ortak problem yerine problemin belirişi demek belki daha doğru. Müphemlik geri çekilmiştir. Müphemliğin, belirsizliğin geri çekilmesi, “başka seslerin” de Batur’un sesinde birleşmesine yol açar. Başka sesler derken ‘70’li yılların toplumcu şiirine ait sesi kastediyorum. Şarkılarda muhalif bir ses var, gelinen varlık durumundan hoşnut olunmayan değil, neredeyse öfkenin eşiğine gelen bir ses.. Bu ses, Batur’un şiirinin dışından gelen bir ses, artık onun sesinde toplanmış.
 
 
Karanlık Oda Şarkıları’nı öncekilerden ayıran asıl özellik, Batur’un şiirinde düşünce şiirinin ortaya çıkışıdır. Düşünce şiiri derken kastettiğim felsefi şiir değil. “Kökenim” şiirini hesaba katarak ilerlersek, ki bu şiir kitabı oluşturan bütün şiirlerde ortaya çıkan genel bir durumu gösterir; buradaki düşünme biçimi, RenéDescartes’ın tanımladığı biçimde bir düşünme biçimidir.
Descartes’a göre düşünme veya akıl yürütme denen şeyin lokomotifi, kuşku duymaktır. Ona göre kuşku duymak kesin ve hakiki bilginin kriterini oluşturur. Kesin ve hakiki bilgi, kendisinden kuşku duyulmayan bilgidir. Kuşku içeren bilgi kesin ve hakiki bilgi olamaz. Şu an kuşku duyuyor muyum derken yaptığım şey kuşku duymaktır. Şu an kuşku duyuyor oluşumdan kuşku duysam dahi yine kuşku duyuyorumdur. Şu an kuşku duyuyor oluş kuşku içermez. Kuşku duymak, düşünmek demektir. “Şu an kuşku duyuyor muyum acaba?” derken yaptığım şey düşünmektir. O halde kuşku duymak düşünmek demektir.
 
Descartes’ın düşünce biçiminin ne olduğuna ilişkin yaptığım bu özet aynı zamanda Batur’un Karanlık Oda Şarkıları’nı oluşturan şiirlerdeki düşünme biçiminin de özetidir. “Kökenim” şiirini unutmayalım ama bir başka örnek de verebiliriz: “Yol”:
 
Ben her şehirde birdenbire oradan
gidecekmişim gibi yaşadım, bir ömür
böyle nasıl geçer, bir ömür böyle geçti,
evden benden önce yola düşmüş kendime
yetişmek için çıktım: Ondandır demiştim,
döndüm ki döndüğüm yerde değilim
bir ben bir de ta kendim-
garip seraptır yaklaştıkça silinip kaybolur,
bilmem kaybolan ben miyim yoksa su mu,
dermeçatma bir salın üstünde açıldığım
umman hızla çözülüyor ufuktaki çizgiyi,
gideceğim yer yön kalmadıysa vardım
demektir. Bir batış hikâyesi mi, hayır,
ne bir sürükleniş, evrenin tam ortasında
topluiğnebaşı cüce, saplanmış ucumdan
inen mürekkep saçılıyor yere göğe.
 
Burada sıkı bir muhalif ruh hali de söz konusu. Ama bu muhaliflik siyasal ve ideolojik bir muhalif olma durumu değil, sanki bütün bir medeniyetin, ya da onsuz bir varoluşun sorgulanışı söz konusu. O halde diyebiliriz ki, Batur’un şiirinde düşünce bir sonuç durumu olarak ortaya çıkıyor; başka bir deyişle, onun muhalifliğinin radikalleşmesinin bir zorunlu sonucu, zorunlu bir biçimi olarak.
 
Söylediklerimi netleştirmek için tarihselleştirmek gerekli.
 
Batur’un şairliğinin ortaya çıktığı yılları, yani başlangıç yıllarını, yani ‘70’li yılların şiir ortamını hesaba katmamız gerekir. ‘70’li yıllar sosyalist hareketin yükselişte olduğu yıllardı. Türk şiirinin o yıllardaki poetik gerilimi de, İkinci Yeni ile Toplumcu şiir arasında, toplumcu şiir lehine yaşanıyordu. Bu durumu hesaba katarak baktığımızda, Batur’un şiirinin, siyasal ya da ideolojik bakımdan iki ayırıcı özelliği vardı. Birincisi, bu şiir ‘70’lerin toplumcu gerçekçiliği karşısında, İkinci Yeni’nin izini devam ettiren bir şiir olarak burjuva kültürünün bireyciliğini dile getiren bir şiirdi. İlk kitaplarının isimleri de bu konuda fikir vericidir: Eros ve Hgades (1973), İblise Göre İncil (1979) gibi.
 
İkinci bir tarihsel durum daha söz konusudur. Bu kitapların isimleri, burjuva bireyciliğinin kültürünü dile getirdiği gibi, aynı zamanda Avrupa kültürel düşüncesini referans ediniyordu. Sözgelimi atıf Kur’an’a değil, İncil’edir. Batur’un şiirinin daha başlangıçtan itibaren ortaya çıkan ikinci ayırıcı özelliği işte bu noktada görülür. Batılılaşmanın poetik olarak daha ileri taşınması, Batılılaşmanın yenilenmesi veya Batılılaşmanın poetik olarak radikalleştirilmesi dediğim özelliktir bu. Bu kavramlarla dile getirdiğim bu özellik, aslında Batur’un sadece şiirinin değil, belki 2000’lere kadar devam edecek olan kültürel çabasının, çalışmasının ana fikrini dile getirir. Bu daha önce dile getirdiğim bir eleştiridir, burası yeni değil.
 
Yeni olarak söyleyeceğim şu: Enis Batur’un şiiri, şiirimizin ikinci modernleşme atılımı olarak vücut bulur. Ama bu modernleşme, klasik dünya şiirini de, yani antik Yunan şiirini, Roma şiirini de içeren bir modernleşmedir. Şiirimiz, 20. yüzyılın başından beri bilindiği gibi Fransız modern şiirini model edinegelir. Dolayısıyla yeniden modernleşmenin kaynağı olması bakımından rota, bütün dünya tarihinin şiirine yönelir. [Bunu 2000’lerin hemen başında yazdığım bir yazıda dile getirmiştim aslında: Latin Şiiri (Adam Sanat, Şubat 2000). Poetik karşıtlık ve sinir harbi içinde okunduğu için doğru değerlendirildiği kanısında değilim.]
 
 
Burada bir ayrım daha yapmalı: Batılılaşma içinde yer alırken, dahası onu daha ileri bir aşamaya taşıma çabası içindeyken solun dışında kalmak nasıl mümkündür? Sözgelimi Türkiye’deki İslamcılara göre bu mümkün değildir. Evet, Enis Batur genel olarak sol içinde yer alır ama bu sol, Marksist ya da sosyalist olmayan bir soldu. Bu nedenle başlangıçta, burjuva sınıfının bireyci şairi olarak değerlendirilebilmiştir. Türkiye’de, Marksist veya sosyalist olmayan bir sol, Batur öncesinden beri aslında vardı ve bu Marksist olmayan solun düşünsel içeriğini Fransız düşüncesi merkezli aydınlanmacılık oluşturagelir. Bu düşüncenin başlangıcını Tevfik Fikret’e kadar götürmek mümkündür ya da onunla başlatmak gerekir veyahut sözünü ettiğim bu sol içinde Fikret hem aydınlanma düşüncesi bağlamında savunulagelmiştir. Batur’un Türkiye’deki Marksist olmayan sola yaptığı en önemli katkı tarih bilinci konusundadır; ona göre başlangıç Aydınlanma düşüncesi değil, Rönesans’tır. Hümanizm, Aydınlanma fikriyle yani 18. yüzyılla başlatılamaz; Rönesans’la, 16. yüzyılla başlatılması gerekir. Sözgelimi Rönesans düşüncesiyle ilgili ilk seçkiyi de, Rönesans’ın Serüveni adlı o muhteşem seçkiyi de Batur’un hazırladığını anmak gerekir. Şimdi bir toplam, bir kitap olarak elimizde ama kitaplaşmadan önce Sanat Dünyamız dergisinin fasikülleri olarak verilmişti. Ve o dönemde bir heyecanla karşılanmıştır. Şu da var: Batur, Rönesans’tan geriye, sözgelimi antik Yunan’a gitmedi. Neden? Bence şu: Antik dünya burjuva sınıfının olduğu bir dünya değildi.
 
Buraya Karanlık Oda Şarkıları’nın düşünce şiiri ve muhalifliğin radikalleşmesi gibi iki temel özelliği olduğunu ileri sürüşümden geldik. Ama Batur’un şiirinin başlangıcında da başka iki özelliğinin olduğunu ileri sürdüm: Burjuva bireyciliği ve Batılılaşmanın radikalleşmesi. Bu ikisi arasındaki bağlantı ya da ilgi nasıl gerçekleşti; burjuva bireyciliği nasıl oldu da muhalifliğin radikalleşmesine yol açtı ve Batılılaşma radikalizmi nasıl oldu da düşünce şiirine vardı? Daha önemlisi, başlangıçtaki poetik duruşundan ayrılmadan bunu nasıl başarmış olduğudur? Bu noktada, kitabın ikinci şiiri olan “Aşiyan”ı okuyabiliriz:
 
Bu kaçıncı sis?
Sana sesleniyorum, duymuyorsun.
Duyacak olsaydın, duysaydın,
“sırası değil bunun da onun da”
Diyecektin diye varsayıyorum,
“sen içindekilerin sırasını değiştir”.
 
Gene de, işte: Bu kaçıncı sis?
Öküz Geçitinin karşısına kurulmuş,
Kıpırtısız lodosun bağrında ölgün,
Çökeleğe diktiğim gözlerimden
Mat bir ışık huzmesi geçiyor,
Seslensem duymayacaksın-
Ötede, kaç kürek toprağın altında
Sallasam darmadağın iskeletin.
 
Şiirin gerek adı ve gerekse ilk dizesi, çok açık ve seçik biçimde, Batur’un Fikret’le, yani geçmişle konuştuğunu dile getirir. “Bu kaçıncı sis?” derken, birinci olarak, kuşkusuz yaşanmış birkaç sis durumu ima edilmektedir; ikinci olarak kastedilen Fikret’in “Sis” şiirinden çok, Fikret’in “Sis” şiiriyle işaret ettiği siyasal durumdur. Başka bir deyişle şiirde konuşan anlatıcı-ben, kendi yaşadığı zamandaki bir siyasal durumu, Fikret’in “Sis” şiirinin işaret ettiği siyasal durumla bir aynı görmektedir. Dahası, anlatıcı-ben, Fikret’in kendi sorusuna vereceği yanıtı tasarlıyor, “duyacak olsaydın, duysaydın” diyerek. Ve anlatıcı-benin kurgusu biçiminde dile gelen Fikret’in yanıtı: “sırası değil bunun da onun da (…) sen içindekilerin sırasını değiştir”. Yani Fikret, anlatıcı-benin kurgusu olarak “sırası değil bunun da onun da (…) sen içindekilerin sırasını değiştir” derken, aradaki sis’leri değil, kendi zamanındaki sis ile anlatıcı-benin zamanındaki sis’in yerini değiştirmekten söz etmektedir; aradaki sis’ler gelip geçmiş görünmektedir, gelip geçmeyen Fikret’in dönemindeki “sis” de değildir, anlatıcı benin zamanındaki “sis”tir. Ama asıl olan şiirin ikinci parçasındaki son üç dizedir:
 
Seslensem duymayacaksın–
Ötede, kaç kürek toprağın altında
Sallasam darmadağın iskeletin.
 
Şiirin ilk parçasında dile getirilen metafizik ya da tinsellik, ikinci parçanın bu son üç dizesinde dile getirilen materyalizm ile yerle bir edilir. Türk şiirinde hiçbir şair kendisinden önce yaşamış olan ve saygı duyduğu bir şaire böyle seslenmedi ve bu denli yüceltmedi. Bu son üç dizeye göre diyebiliriz ki, Fikret, Batur için sadece kendinden önce yaşamış bir şair değil ve sadece saygı duyduğu bir şair de değil; kendisine başlangıç olarak gördüğü bir şair her şeyden önce. Yine de, bu son üç dizede dile getirilen gerçekliğin materyalist tahayyülü bu kötümserliği gölgede bırakır.