Düşsüz uyku: Karaduygun

Hüzünbazlar yoksunlukla debelenirken, melankolikler boşluğun olası güzelliğini açıklığa çevirmeye yeltenip sürekli yenilirler. Seyir halindeki lütuflara aldanıp solgunlaşmaları an meselesidir...

 “Niçin felsefe, siyaset, şiir veya sanatın tanınmış
simalarının hepsi melankoliktir?”

Melankoli Nosyonu: Problem XXX,1,
Aristoteles

 

0.

Albrecht Dürer’in Melankoli adlı eseri melankolik bir insan olarak sanatçının portresidir. Eserde melankolinin taçlı başının yarısı karanlıkta, yarısı aydınlıktadır. Güneş batıp gece çökerken, karanlık hem kara safranın tesirine hem de bu dünyadaki gelip geçiciliğimizin gölgeli yüzüne işaret eder. Melankolinin öne eğik başı, yanağına dayadığı eli, ümitsizliğin içgörüye, bitkinliğin bilgeliğe dönüşümünü yansıtır. Işık ise oyunbaz bir çocuk suretinde yeniden doğuşa işaret eder. Kanatlı figürün belindeki kuşaktan sarkan kese ve anahtarlar ise evrenin hâkimi olarak Satürn’ün kudretini ve zenginliğini simgeler. Geometrik araçlar (çekiç, gönye, pergel, tahta kalıbı) temel bilimleri şahsında cisimleştiren Rönesans filozofunun araçları olarak bir kenarda durur. Eserde melankolinin tacı ve kanatları da Rönesans’a özgü bir göndermedir.

Melankoli I, Albrecht DürerDürer’in Melankoli gravüründe tasavvur ettiği sanatçı, ışık ile karanlığa, yeryüzü ile gökyüzüne, özgürlük ile zorunluluğa bağlılığımızı birleştiren melankolik zihinsel karmaşıklığı cömert melankolisine dönüştürmeyi becermiştir.

Kuşkusuz Dürer’in gravürünün Sema Kaygusuz’un Karaduygun  kitabı ile bir ilişkisi var. Eserdeki melankolik durumlar Karaduygun kitabında da kendini gösterir. Melankoliyi yaratıcı bir kabiliyete dönüştürür Karaduygun kitabı..

O halde bu “öznellik halinin” yansıyışı ve kitaptaki yer altı kaynakları, beslenme ağları ve barınak yerleri bizlere neleri işaret ediyor?

Karaduygun’un yürümesinin ve konuşmasının vaktidir.

1. Melankoli

Karaduygun kitabını, Roma rakamı ile ayrılmış şair Birhan Keskin’li bölümler ve ara hikâyeler olmak üzere ikiye ayırabiliriz.

Melankoliye dair ayrıntılar ise kitabın şair Birhan’lı bölümlerinden birinde V. Bölüm’de karşımıza çıkıyor. Yazarın kitapta takip ettiği şair Birhan, hüzün ile keder arasında bir ayrım yapar. Hüzün ile keder arasındaki ayrıma sınıfsal bir ayrım der Birhan. İşte Kaygusuz, Birhan’ın bu ayrımını belirttikten sonra hem melankolik duygu durumlarını hem de melankolinin bu topraklardaki karşılığını açıklamaya girişiyor:

“Türkçe sözlükler melankoli ile hüznü eşanlamlı gösterse de –ne büyük gaflet- kendi varlığına anlam arayan melankolikleri hüzünbazlardan ayıran derin bir hiçlik duygusudur. Melankolikler varlığın karşı konulamaz mayhoş cazibesiyle hiçlik acısını peşpeşe tadabilirler. Var olan her şey soluk soluğa acılaşabilir çünkü. Güzellik aslında yoktur, bir anlık ışık çakımında ortaya çıkar yalnızca. Hüzünbazlar yoksunlukla debelenirken, melankolikler boşluğun olası güzelliğini açıklığa çevirmeye yeltenip sürekli yenilirler. Seyir halindeki lütuflara aldanıp solgunlaşmaları an meselesidir.

“Ta Hippokrates’ten beri kara safranın hükmünde yaşayan insanlara melankolik demişlerse, buralarda da karaduygun demişler.”

Yazar melankoliyi tarihsel seyri içinde derin bir hiçlik duygusu olarak ansa da melankoli her zaman derin bir hiçlik duygusu olarak anılmamıştır.

Melankoliye dair tarih içinde ikili bir anlayış gelişmiştir.

İlki melankoliyi tanrı ve canavar figürleri olarak resmetmiştir. Platon için melankolik kişi gelmiş geçmiş en aşağılık ve zalim ruhtur.

Platon’a göre bir kişi sarhoş, şehvet düşkünü ve melankolikse o kişi zalimdir.
Bu olumsuz anlayış klasik tıp teorisindeki “dört salgı” (melankoli, vahşi, sinirli, soğukkanlı) tasnifi ile daha da derinleşir. Bu tasnifte melankoli kara safra hastalığına, yani dengesizlik ve delilikle ilişkilendirilen bir zihniyet türüne tekabül eden biyolojik bir sıvıya bağlanır. Bu özellikler Ortaçağ’da daha karanlık bir halde karşımıza çıkar. Melankoli Ortaçağ’da sadece hastalığa yol açan bir salgı değil, aynı zamanda şeytani bir cazibedir.

Freud’un “Yas ve Melankoli” başlıklı yazısı melankolinin daha seküler bir ifadesidir. Freud melankoliyi yitik bir nesneye yönelik bastırılmış bir saldırganlık olarak tanımlar. Melankolik kişi, sevdiği ve idealleştirdiği şeyin yasını tutmak gibi acılı bir süreci reddeder ve kendi içine yönelir. Böylece melankolik kişi dünyanın hiçliğinin yerine benliğinin hiçliğini koyar. Hatta kimi zaman işi intihar raddesine kadar vardırır. Fakat Freud daha sonraları bu patolojik muammadan hiçbir şey anlamadığını itiraf etmiştir.

İkinci anlayış ise melankoliyi düşünsel bir bilgelik olarak göklere çıkaran karşı-harekettir. Bu hareket melankoliyi şeylerin gizli hakikati konusunda derin bir içgörüye sahip olma olarak tanımlar. Sanat tam da bu içgörüde ortaya çıkar. Pırıltılı karanlığı dönüştüren sanatçıdır. İnsan zihninin dereleriyle ve tepeleriyle ilgili yoğun içgörü kazanan sanatçı sınırlarını aşar.

Karaduygun, Sema Kaygusuz, Doğan KitapKaraduygun kitabı ise melankoliyi düşünsel bir bilgelik olarak göklere çıkaran karşı-hareketin içinde yer alır. Çünkü Birhan’ın melankolisi düşünsel bir bilgeliktir. Onun melankolisinde duyulamaz olanı duymaya çalışma hali vardır. Kitapta II. Bölüm’de Birhan “tak tuk tak” seslerinin yarattığı gürültünün harflerini toplamak için evin içinde gezinmeye başlar. Bütün odaları bir bir dolaşarak kulağını duvarlara dayar. Birhan o sesin peşinde dolaşarak mevcut sınırların ötesine geçmeye çalışır. Duyulamaz olanı duyma halini Kaygusuz şöyle yazıyor: “Sesler ister istemez cisimleşiyor sonra. İmgelemde katılaşan bütün görüntüler, elbette Birhan gibilerin zihninde ürüyor sadece. Birhan gibiler derken, dünyanın uğultusunu içinden duyan karaduygun insanlardan söz ediyorum. Aşkın bir duyarlılığı sıska bacaklarıyla taşıyan bu yeryüzü sürgünleri, nasıl ki seslerin cismaniliğini derinden biliyorlarsa, başlarındaki ağrıyı ucundan tutup iplik gibi yumağından çözebileceklerini de sanıyorlar. Her şeyi dokunulur kılan imgesel bir âlemde, kendi hatıralarıyla yeniden tasarlıyorlar dünyayı.”

2. Düşsüz uyku

Jean Cocteau gerçeküstücülere yönelik eleştirisinde şunları söylüyor: “Düş olduğu baştan kabul edilen bir şey, gerçekliğin görüntüsüne ne kadar hasar vermiş olsa da, kendisine hiç dokunmaz.”

Yaşadığımız dünya iktidar ağlarıyla örülmüş olduğu için düşler artık gerçeğin kendisine dokunamaz ve gerçekler tarafından esir alınır. Bu durum Adorno’nun “düşlerin hayat ile yaralanması” dediği durumdur. Gerçeklerin düşlere sızdığı tahakküm dünyasında düş duvarları yükseltir, ölümle beslenir ve gölgeler yaratır. Her şeyin gölgelerini, dünyanın gölgelerini ve hatta kendi gölgelerimizi dahi yaratır.

Düşlerin yaralanmasıyla birlikte sarhoşluk ve esrime durumlarında düşlerin panzehirini ararız. Artaud için “Peyotl ritüelleri” ya da D. H. Lawrence için “Meksika ormanının şarkıları” bir düş değil sarhoşluk ya da uyku durumlarıdır. Bu düşsüz uyku, uyuduğumuz uykulardan değildir, gündüzü değil, geceyi kateder.

Birhan’ın uykusuzluğu da düşsüz bir uykudur. Bu uykusuzluk tam da geceye uygundur. Yalnızca geceyi işgal edip onun yerini doldurabilir. Bu düşsüz uyku Birhan’ın sınırlarla örülmüş bir dünyaya karşı panzehiridir.

Birhan’ın uykusuzluğu tarihi bir serüven gibi yaşar karanlığı. Kültürle doğa, toprakla duvar arası bir yerde yazıyordur geceyi. Düşüncesinin ara bölgesinde karanlığı dönüştürür. Şiiri kederli bir karanlığa saldıran ışık gibidir.

Yazar Sema Kaygusuz kitabın IV. Bölüm’ünde Birhan’ın düşsüz uykusunu ya da uykusuzluğunu şöyle yazıyor: “Ruh içeriyi duyar, ruhun ruhu ise ötekileri. Biri uyumun ve armoninin ilmiyle titreşirken, öbürü can hıraş bağırtılarla parçalanır. Dünyanın uğultusuna katılır. Birhan oturma odasında üstünde pijamayla dikiledursun, uzaklarda ruhunun ruhuyla uluyordu. Kelimelerle uluyordu hem de. Ne gelişigüzel bir düşünüş, ne de kelimesi kelimesine alacalı bir betimle. Uykusunu bölen her neyse, harfiyen işittiğini geçiriyordu içinden.”

3. Musa’nın kederi 

Kitabın IV. Bölüm’ünde yazar hüzünlülerle kederliler arasındaki farkı ve benzerlikleri yazıyor. Hüzünlüler hayata güvenlik telaşıyla bakan insanların iç burkuntusudur. Hüzünlülerin çoğu bencildir. Yazar hüzünlülerin pek çok özelliğini daha sıralıyor.

Ya keder?

Keder ya da kederlilerin de pek çok özelliği sıralanıyor. Örneğin kederi ötekilerin yani dışlanmışların deneyimi olarak betimliyor. Kederlilerin bu özelliği ara hikâyelerden birinde de karşımıza çıkar. Bu hikâye Musa Anter’in ölüme adım adım gidişine dairdir. Musa bir kederlidir. Hikâyenin bir yerinde yazar Musa’nın kederinin kaynağına iniyor: “Olup bitenleri değiştirememenin azabı daha yıkıcı oluyor. Bildikçe elleri de değişiyor insanın, yüzü de. Parmak uçları hassaslaşırken alın çizgileri derine ilerliyor. Hele Musa gibi ciğerine kadar bilince, bütün o kavga, dönüş, isyan, intikam, tuzak, katliam, bütün o yalan dolan, hile, riya, fazlasıyla paralıyor insanı. Beden neyi biliyorsa o kadar acıyor çünkü. Zaten herkesin öldürülebilir olduğu bir yere aitti Musa. Öyle ki bütün dünyayı kaplıyordu bu yer. İnsanların atıldığı bütün köprüler, cinayetlerin ilk tanığı bütün ağaçlar, kana kesen bütün dereler, cesetlerin fırlatıldığı bütün uçurumlar memleketiydi Musa’nın. Acıları dindirmeye her yerden çağrılıyordu da, çağrılmadan az önce yola çıkmış oluyordu.”

Uçurumlar memleketinden gelmiştir Musa. O memleket herkesin her an öldürülebildiği bir memlekettir. Musa’nın kederinin sebebi de bu memleketteki dışlanmışların/ ötekilerin hikâyesini bilmesidir.

4. Ara hikâyeler

Karaduygun kitabının bir diğer bölümü de ara hikâyelerdir. Roma rakamlarıyla ayrılmış her Birhan’lı bölümün sonunda bir ara hikâye karşımıza çıkar. Her hikâye birbirinden farklıdır. Hikâyeler birbirinden farklı olsa da aynı zamanda özel bir zincirle birbirine bağlanırlar. O özel zincir ise tüm kitabı oluşturan kapılar, eşikler ya da bölgelerdir. Bu yüzden her farklı hikâye kitapta bir aradadır.

Hikâyelerden birinin karakteri diğer karakter kalaycı Gülayşe ile kurduğu ilişkide kendi karakterini yitirmiş olmanın kırılganlığını aktarır.

Bora ile Helin’in hikâyesi ise aralarında geçen tüm diyaloglara rağmen (kimlikler, ötekilik vs.) “bereket” üzerine kuruludur. Bu bereket dünyaya tek bir pencereden değil çoklu pencerelerden bakabilmedir.

Ezel ile Veysel’in hikâyesinde “ortaklık” vurgulanır. Aç olmak iki karakterin de ortaklığıdır. Bu ortaklık ticari değildir. Çıkarsız, faydasızdır. “Aç açın halinden anlar” anlayışının yansımasıdır.

Zuhal’in hikâyesinde ise tiksinçlik kavramıyla karşılaşırız. Tahakküm dünyasında bedenler iç ve dış temsiller olmak üzere ikiye ayrılır. Bedenin iç organları olan iç temsiller bedende saklanması gereken yerlerdir. İç temsilleri ortaya çıkartmaya kalkışmak mutlak surette toplumsal yargıların müdahalesine maruz kalmaktır. Hikâyede Zuhal karakteri çok yemek yiyip geğirdiği için “Borazan Zuhal” olarak yaftalanmıştır. Zuhal’ın geğirmesi yani bedeninin iç organlarından gelen bir ses çevresindeki insanlara tiksinç gelir ve Zuhal dışlanır.

Hikâyenin sonunda Zuhal toplumsal yargılardan duyduğu kederi teyzesine aktarır: “Bana payımı göster teyze, ben bölmeyi bilmiyorum ki.”

Kitabın son hikâyesindeki karakter ise kelebek vadisindedir. O vadideki karakter doğanın dinginliğine bırakmıştır kendini. Karakter doğanın içindedir. Doğanın içinde olma ve karakterin dinginliği bedeni saran iktidar normlarından dünyasından bir kaçış ya da kopuştur.

5. Bir sağlık girişimi

Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’nin son masalında kurduğu bir cümle var: “Sanatçıların yaşamı değil, yaptıkları önemlidir deriz kolaycacık.” Sonra şöyle devam eder: “Ne ki kimi sanatçı söz konusu olduğunda yaptıklarının arasında yaşamları, ya da en azından, bu yaşamın birkaç bölümü de vardır.”

Karaduygun kitabı sadece Birhan Keskin’in düşünsel yolculuğunun peşinde değildir. Ara hikâyelerin ritmiyle yoğrulan bir kitap da değildir.

Kitap Sema Kaygusuz’un yaşamından da izler taşır. Kitabın VII. Bölüm’ünde yazar bu kitabı yazarken uykusuzluğundan bahsediyor: “Birhan’ı son görüşümden bu yana haftalarca evden çıkmadan kendimi yazıya vurdum. Bana kendi işittiği gürültüyü emanet edeli, sözcük sözcük yazıyla debeleniyor, bir yandan da kulaklarımda çınlayan tak tuk tak yankılarla kendi kendimi hırpalıyordum.”

Birhan’dan emanet aldığı “tak tuk tak” sesler ya da duyulmayanı duyma hali.

Sema Kaygusuz da bir karaduygundur. Karaduygun hali aynı zamanda kendisini bir hekim haline de getirir. İktidar ağıyla örülmüş dünya hastalığın bedenlerle karıştığı semptomlar bütünüdür. Bu yüzden yazar kendisinin ve dünyanın hekimidir. İşte Karaduygun kitabı da burada bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar. Kitap sınırlarla örülmüş iktidar normlarından kopuşu ya da kaçışı sağlar.

Bu kaçışları ya da kopuşları sağlayan kitabı elden ele dolaştırmanın vakti geldi de geçiyor…