Kalın kitap ince kitap

Okuması uzun süren kalın romanları okur hem sever, hem de onlardan korkar. Kısa romanlarda ise yüksek edebi seviyeyi yakalamak her babayiğidin harcı değildir...

16 Temmuz 2015 13:15

Kalın kitap mı, ince kitap mı? Şiir ve öykü kitapları doğal olarak 100 sayfa civarı tuttuğundan romanları konu ettiğim belli. O halde soruyu kalın roman mı, ince roman mı diye sormak daha doğru. Bir de benimkiler gibi 200- 300 sayfa arası orta kalınlıkta romanlar var ki onları neden bilmem yazı konusu yapmak aklıma gelmemiş.

Gönlümün kalın kitaptan yana olduğunu belirteyim ki ne düşündüğüm başından anlaşılsın. Spesifik olmak adına ortalama 500 sayfalık kitapları kastettiğim de ayrıca bilinsin. Önce, daha kolay irdelemek için konuyu okur ve yazar açısından diye iki kısma ayıralım. Gerçi sonunda birleşiyorlar ya, biz gene de önce okur açısından görmeye çalışalım bakalım ne olacak?

Okuması uzun süren kalın romanları okur hem sever, hem de onlardan korkar. Nedeni belli. Uzun ve meşakkatli bir okuma süreci gerektirdiğini bildiği için. Bu yazıya başlamadan evvel küçük bir deney yaptım ve kızıma (S.A. 19) yaz tatilinde okuması için Suç ve Ceza’yı (F.D.) verdim. Kitabı daha eline alırken gözlerinde bir tedirginlik belirdi. Deneyin gereği olarak derhal kendisine neler hissettiğini sordum. Kitabın yazarından, isminden ve kalınlığından korkmuş. Tam beklediğim cevap, doğru yoldayız. Ve can alıcı soru: Neden korktun? Okuması zor bir kitapsa, oku oku bitmez, dedi. Tam istediğim yanıt olmasa da, işimizi görür.

Özellikle okumaya başlamadan hissedilen bu korku, sayfaların azalmaya başlamasıyla azalsa da aynı korkuyu bir sonraki kalın kitapta tekrardan hissederiz. Kalın kitaplar okurun bir yandan gözünü korkuturken, diğer yandan da tuhaf bir çekicilik sunarlar. Öyle ya, kalın kitap sırf kalınlığından dolayı ne zor, ne önemli şeyler (neler neler) barındırıyordur kim bilir. Deney 2, hemen kızıma soruyorum: Başka ne hissediyorsun? Cevap beklediğim gibi: Bitirdiğimde zor bir iş başarmış olacağım. Doğru, havaalanlarında, bekleme salonlarında ciddiyetle kalın kitap okuyan biri diğerlerinin gözüne önemli ve zor bir iş yapıyormuş gibi görünür ve ona prestij sağlar. Okumadığı halde plaja yanında kalın kitap götüren bir kart zampara tanıdım mesela. Sondan başa doğru okumuyorduysa denizden her çıkışında kitabı biraz daha önden açıyordu.

Televizyon dizisi gibidir uzun roman

Okurun kalın kitap sevmesinin nedeniyse, iyi yazılmış olmak koşuluyla roman kahramanlarıyla (bunlara olaylar ve mekânları da dahil edebiliriz) kendi arasında zamanla özel bir yakınlık tesis etmesidir. Okur onlarla tanışır, sever ya da nefret eder ama mutlaka alışır. Tıpkı bir geziye, bir tatile beraber çıktığımız insanlara alışmak gibidir. Başınıza gelmiştir. Ayrılmak hüzün verir, sonradan unutulur ya gerçi, ama gene de bir süreliğine özlersiniz. Harfler, sözcükler, cümleler yapay imgeler olmaktan çıkıp, gerçek kişilere dönüşür. Biz dönüştürürüz. Bilirsiniz, kim bilir kaç kez bir kitap bittiğinde üzülmüşüzdür. Nedeni kitabın sürükleyici olması kadar karakterlere alışmış olmamızdır.

Kısa romanda bu olmaz. Gregor Samsa veyahut Zebercet’ten şüphesiz etkileniriz ama özleyecek kadar birlikte vakit geçirmemiş, onları yakından tanımamışızdır. Uzun romanda kahramanların bir sonraki bölümde neler yapacağını hem merak eder, hem kestirmeye çalışır, hem de dedikodu yaparcasına üzerinde tatlı tatlı kafa yorarız. Tahminimiz doğru çıkınca sevinir, yanılırsak şaşırmış olmanın doyumsuz keyfine varırız. Aa, bebek başka adamdanmış!..

Bu bakımdan uzun romanları televizyon dizilerine benzetmek pek de yanlış sayılmamalı. Geldiğimiz noktada bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için uzun romanları da kendi arasında ikiye ayırmak yerinde olur: Edebi kitaplar ve çok satarlar. Anavatanı Amerika Birleşik Devletleri’nden yayıldığı üzere çok satarların kalın yazılması talep -hatta sipariş- ediliyor. Ben bunlara uzun (ya da kalın) demektense seyreltilmiş kitaplar demeyi yeğliyorum. Hani çoğalsın diye bazen çorbaya fazla su katılır ya, onun gibi bir şey. Bu tür kitaplar okuru yormaz, rahat ve bol okuma zevki sunarken dedikodu yapma fırsatı da verir. Onları tercih edilir kılan, içeriği değil, bilirsiniz, kolaylaştırılmış olmasıdır. Son zamanlarda Türkiye’de de kalın roman yayımlamanın bir kurgu gereğinden çok, satış kaygısıyla yapıldığına tanık oluyoruz. Nereden mi biliyorum? Eh, okudum da ondan. Kalp kırmamak için isim vermeyeyim. Kimi zaman kitap kalınlaşsın diye fontlar ve satır aralarının büyütüldüğü de bilinmez bir durum değil. Uzun zamandır Türkiye’de (ve dünyada) çok satan bir kısa roman hatırlamıyorum. Oysa usta bir yazar 500 sayfalık bir çok satarı pekala 300 sayfada toparlar da kimse aradaki farkı karşılaştırmadıkça ayırt edemez. Eski klasikleri özetleyen dandik çevirilerden söz etmiyorum tabii, o başka mesele.

Gelelim benim sevdiğim baba romanlara. Romanı bir yandan dil ve kurgusal açıdan edebi kılarken, aynı zamanda büyük bir bilgi birikimi ile zenginleştirmek ne olağanüstü bir şeydir! Bu tür dev romanlar sırf uzun yazmak arzusuyla altından kalkılabilecek metinler değildirler. Yazar sahip olduğu engin birikimi roman kurgusu içine yedirirken, okur bir dönemin hikâyesini ya da bireysel çalkalanmaları kendisi yaşamışçasına iliklerine değin hisseder. Örneğin Mo Yan’ın tuğla ebadındaki romanları şişirme tekrarlar ve gereksiz ayrıntılardan uzak, ne bıktırıcı ne de sıkıcıdır. Roman kurgusu içerisinde Çin’deki büyük değişimi adeta oradaymışçasına izleriz. Mao Zedong’un, komünizmin, kapitalizmin o dönem halkınca nasıl algılandığını, başka türlü asla öğrenemeyeceğimiz şeyleri, örneğin sıradan Çinliler nasıl insanlardır, ne yer ne içer nasıl yaşarlar, sevgileri, nefretleri, kavgaları ve sevişmeleri, olaylar karşısındaki tepkileri nasıldır birinci elden başka nasıl öğreniriz? Kitap bittiğinde fark ederiz ki Çin artık sandığımız kadar uzak ve bilinmez bir diyar değildir bizim için. Az şey mi? Roberto Bolaño okurlarını 500 küsur sayfa boyunca Latin Amerika’nın hayat damarlarında işinin ehli bir tur rehberi gibi dolaştırırken didaktik anlatımdan öylesine uzaktır ki, kendimizi olayların akışına kaptırdığımızdan ne çok şey öğrendiğimizi fark etmeyiz bile. Fransız devrimini bir de İki Şehrin Hikâyesi’nde okuyun bakalım ufkunuz genişliyor mu, genişlemiyor mu? Ve Teneke Trampet’i, Sefiller’i, devasa Rus klasiklerini ve tabii Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini ve maalesef az sayıdaki diğerlerini…

Kısa zordur

Kısa roman ise edebi gücüyle (ve yoğunlaştırılmış içeriğiyle, mesela Dönüşüm) var olmak durumundadır. Haksızlık etmeyelim, kısa roman, uzun romandan daha kolay bir iş sayılamaz. Kısalık, yazarın söyleyecek çok şey bulamamasından kaynaklanan bir kusur değildir kuşkusuz. Bu tür eserler genellikle birey olmanın sorunlarıyla sınırlı kalır ya da spesifik bir insanlık durumunu vurgulamayı amaçladığından özellikle  kısa yazılmıştır. (Bu kapsamda Oğuz Atay’ın upuzun Tutunamayanlar’ını ayrı bir yere koymak gerekir diye düşünüyorum.) Kurgu fazlaca önem taşımaz. Kimi zaman net bir olay kurgusuna bile gerek duyulmaz. Kısıtlı içeriğe sahip böyle metinlerde yüksek edebi seviyeyi yakalamak her babayiğidin harcı değildir. Metin kısaldıkça, edebi gücüne daha fazla güvenmek zorundadır. Örnek mi? Tabii ki Sait Faik Abasıyanık. Metin kısala kısala sonunda şiire dönüşür ki, edebi türler arasında bence en zoru şiirdir. Tabii iyi bir şair için bile olağanüstü zor bir iş olan hakiki şiirden söz ediyorum.

Daha fazla zırvalamadan bitireyim. Bu yazı kalın roman mı iyidir, ince roman mı yarıştırmasından ziyade, (ki bu çok gülünç olurdu) neden kalın roman sevdiğimi anlatmak için yazıldı. Her meraklı insan gibi ben de yeni şeyler öğrenmekten benzersiz bir haz alıyorum, hele ki uzun bir edebi metinse. Laf aramızda, beni elimde kalın bir kitapla kalabalık bir kafeteryada otururken görürseniz şaşırmayın. Siz de bir deneyin bakın. Garanti veririm çok sükse yapılıyor.