John Biguenet’in sessizliğe çok yönlü bakışı: temsil, tasvir, nesne, meta

"Sessizlik bir 'araştırma' kitabı olarak değil, yazarının zihnini kurcalayanları derli toplu bir şekilde aktardığı bir 'kılavuz çalışma' olarak okunmalı. Her şeyden bağımsız olarak, sadece sessizliğe çok yönlü yaklaştığı için bile değerli bir kitap bu."

21 Ekim 2021 15:00

“Ah, birkaç kerte daha derinden konuşabilmeye nasıl da hasrettir insan!
Yazılarım… daha derinlerde yatar…
ama incecik bir tabaka daha aşağıya inildiğinde elde tek kalan,
orada, sessizliğin hüküm sürdüğü yerde mümkün olabilecek
türden bir dilin muğlak izidir.”[1]

Rainer Maria Rilke 

“Şşş!”
Lütfen sessiz olunuz.
“…”
Beyaz bir sayfa.
Siyah bir ekran.
Karanlık.
Sessizlik en büyük haykırıştır.
Söz gümüşse sükût altındır.
Sükût ikrardan gelir.
Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.

Ve niceleri… Ses kadar yeri var sessizliğin hayatımızda, hatta belki de çok daha fazla. Evde, okulda, iş hayatımızda uygulamamız istenir sessizliği. Rahatsızsak, tedirginsek, korkmuşsak, üzgünsek… sesten kaçarız. Sözcükleri hem saldırı hem de savunma için kullanabildiğimiz gibi, sessizliği de istediğimiz araca dönüştürebiliriz. Ki çoğu zaman konuşmaktan daha etkili araçlardır bunlar.

Huzur için sessizliği arayanlarımız da var, başka bir yolu olmadığı için sessiz kalanlarımız da. Son yıllarda ne yazık kifiziksel ve psikolojik şiddetin artışıyla sessizliğin acı yüzü üzerine yapılan akademik çalışmalara ağırlık verildi. Konuşamamak, konuşamama hali, istemli ve istemsiz sessizlik olarak adlandırabileceğimiz durumlar bu çalışmaların odağında yer alıyor. Şiddete uğradıysan sus… Taciz edildiysen sus... Sana zarar veren ailense sus… Konuşma ki “kusurun” görülmesin... Sessizliği böyle acı deneyimleyenlerimiz de var.

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde gürültüye dayalı bir düzen işliyor. Öyle bir gürültünün içindeyiz ki, bu gürültü “olağan”, sessizlikse “olağan dışı” haline geldi. Özellikle kent yaşamının kaçınılmaz bir öğesi ses. Jane Austen, Mansfield Park’ta “Sessizliğin lüksünü tadalım” diye yazıyor. Sessizlik bir lüks artık; bu da modernin getirisi, post-modernin çoğulcu felsefesinin bir sonucu. Çoksesli yaşam alanlarına, kalabalık ve gürültülü sosyal ortamlara dahiliz. Durum böyleyken sessizlik satılan bir nesneye, ticari bir metaya dönüşmüş durumda. Her geçen gün fiyatı artıyor, imkânsıza yaklaşıyor.

Bunların yanı sıra sessizlik doğası gereği insanlık için sonsuza dek erişilemez olarak kalacak. Yüzde yüz bir sessizliğe erişemesek de, tüm kavramların olduğu gibi sessizliğin sınırları belirsiz olsa da, sesin ve sessizliğin gündelik hayatımızda işgal ettiği yer aşikâr. Peki, sessizlikle hangi şekillerde karşılaştığımızı, sessizliğin sosyal hayatımızda nasıl konumlandığını, onun ne kadarının “bizden”, bizim ne kadarımızın “ondan” oluştuğunu hiç düşünüyor muyuz? Geçtiğimiz günlerde, John Biguenet’in 2015 yılında yayımlanan kitabı Silence, Bihter Sabanoğlu’nun çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından basıldı. Roman, öykü, oyun ve deneme yazarı John Biguenet çağdaş Amerikan edebiyatının öne çıkan isimlerinden. Yazarlığının yanında Loyola Üniversitesi’nde görev yapıyor ve onu daha önce Türkçede yayımlanan öykü kitabı İşkencecinin Yamağı’ylatanıyoruz. (Aylak Adam Yayınları, çev. Ümit Şenesen, 2014). Oyster, The Vulgar Soul, Shotgun gibi öne çıkan kitapları da çevrilmeyi bekliyor.

Sessizlik, Türkçedeki çeviri “kurgu dışı” kitaplar kategorisine nitelikli bir katkı olduğu gibi, İthaki Yayınları’nın “minima” serisinin bir halkası aynı zamanda. Bu seriye daha önce Lydia Pyne’ın Kitaplık’ı ve Brian Thill’in Atık’ıyla temas etmiştim. (Ayrıca Michael Marder’ın Toz, John Garrison’ın Cam, Darian Leader’ın El başlıklı çalışmaları yine bu seriden çıkan kitaplar.) Minima serisindeki kitaplar hacimce “küçük”, içeriği bakımından ise yayınevinin de haklı bir şekilde belirttiği gibi özgül çalışmalar. Çeviri edebiyatımız üzerine zaman zaman özellikle kurgu dışı kategorisi içingündeme gelen tartışmaları düşündüğümüzde, serinin bir boşluğu doldurmak için atılan adımlardan olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bununla birlikte serideki çalışmalar kavramlara/nesnelere/şeylere “ince” yaklaşımları içerdiğinden ayrıca dikkate değer. Üzerinde durmadığımız, üzerinde durmaya değer görmediğimiz, belki hiçbir zaman üzerinde derinlemesine durmayacağımız şey’lerin konu edildiği, çok yönlü çalışmalar bunlar. Yalnız bu “ince” sözcüğünün çalışmaların kapsamıyla doğru orantılı olmadığını da belirtmeliyim. Yayımlanan metinler okura farklı bakış açıları sunuyor, evet; fakat metinlerin bu işlevini farklı yolların varlığını “işaret etmek/göstermek/hatırlatmak” olarak tanımlamak doğru olacaktır. Bu yollarda ilerlemek, bir fikrin peşine düşerek onu geliştirmek ilgili okura düşüyor.

Biguenet’in kitabı William Shakespeare’e yapılan bir atıfla açılıyor: “Sonrası sessizlik.” Beş bölüme ayrılmış kitabın alt başlıkları oldukça ilgi çekici. “Sessizliği Satmak”, “İstemli Sessizlik”, “Oyuncak Bebeklerin Sessizliği” gibi alışılmış dışı ifadelerle karşılaşıyor, ister istemez henüz kitabın ilk sayfalarında merak duygusuna kapılıyoruz. Kitabın kaynakça ve notlar bölümleri doyurucu ve ikna edici; çeviri ise temiz ve akıcı.

Kavram araştırmalarının ilk basamağı her zaman şeylerin ne’liğiyle ilişkilidir. Biguenet de önce “Sessizlik nedir?” diye soruyor ve sessizliğin geleceğine uzanan bir sorgulama başlatıyor. Onun çalışması sessizliğin çok yönlü bir okuması. Biguenet’in ilk sözleri şöyle:

“Evrenin derinliklerinde bir yerde, her türlü insan izinin ötesinde, geleceğin kâşiflerinin ilerleyişi karşısında pek tabii sürekli gerileyen bir sessizlik alanının, hareket tarafından bozulmamış bir dinginlik denizinin, alabildiğine sakin bir bakir alanın bizi beklediğini varsayabiliriz. Fakat sessizliği bir varış noktası olarak düşünürsek hayal gücümüzün azizliğine uğramış oluruz.

Benzer biçimde, daha az şiirsel bir bakış açısıyla, sessizliği sadece ses dalgalarının ya da daha iyi bir ifadeyle, ses dalgalarını yayabilecek bir mecranın eksikliği olarak algılarsak haksız sayılmayız fakat bir noktayı da atlamış oluruz; sessizlik insanın sınırlılığının ölçütüdür.” (s. 11)

Biguenet, Ludwig Wittgenstein’ın 1922 yılında yayımlanan Tractatus Logico-Philosophicus eserinde dile getirdiği “…üzerine konuşamayacağımız şey konusunda susmalıyız” ihtarını hatırlatarak bu sınırların ötesinde bir saçmalık yattığını belirtiyor ve ekliyor:

“Oysa sessizlik, cehalete gösterdiğimiz hürmetten, utanç içinde, iç çekerek dile getirilen bir itiraftan, kutsal olana gönderdiğimiz bir duadan çok daha fazlasıdır.” (s. 15)

Havaalanlarındaki bekleme salonları üzerinden sessizliğin bir statü göstergesi olduğuna değiniyor. Özel olarak tasarlanmış ve ticari bir ürün olarak ortaya konmuş “sessizleştirilmiş mekânlar”a ulaşmak yoksullar için kolay değil, evet. Fakat gürültü yalnızca kentleri değil, doğanın kuytu köşelerini de işgal etmeye devam ettikçe zenginlerin de bu mekânlara ulaşması kolay olmayacak. Doğanın ıssızlığını, dinginliğini, sessizliğini kaybediyoruz.

Daha önce de üzerinde durduğum gibi, sessizlikten bahsederken yüzde yüz, “gerçek” bir sessizlikten bahsetmek mümkün değil elbette. Bugün dünyanın birçok yerinde insanların deneyimine sunulan sessizlik odaları, sessizlik kabinleri, Orfield’in “yankısız oda”sı mesela, yahut Amerika’da popüler olan “Sensory Deprivation Tank” bu imkânsızlığın iyi örnekleri. Böyle ortamlarda insanların dengesini kaybettiği, ayakta durmakta bile zorlandığı, hatta aklının sınırlarını zorladığı gözlemleniyor.

Biguenet sessizliğe erişmenin gittikçe zorlaştığının altını çizmek için yalnızlık ve sessizlik ilişkisini odağına alan ve bir ucu edebiyata temas eden bir bahis açıyor. Robinson Crusoe’nun maceralarını düşünelim; yazıldığı dönemde “zoraki yalnızlık” bugüne kıyaslaoldukça yaygın bir temaydı. Bu zoraki yalnızlığa bir de sessizlik eşik ediyordu ister istemez. Issız adalar, keşfedilmemiş mekânlar, yabani doğa parçaları bulmak, onları bir hikâyeye yerleştirmek günümüzde hiç de kolay değil. Biguenet’in dediği gibi, “Oysa tüm ıssız adalarını halk kitlelerinin hizmetinde birer Club Med’e ya da zenginler için lüks dinlenme yerlerine çevirmeyi maksat edinmiş günümüz dünyasında bir yazarın kahramanını üzerinde kimsenin yaşamadığı, yabancı bir sahilde yapayalnız uyandıracak koşulları inşa edebilmesi büyük maharet gerektirir.” (s. 29) Biguenet ayrıca farklı yazarlar üzerinden yalnızlık ve sessizlik ilişkisinin edebiyattaki yansımasının üzerinde durmaya devam ediyor: Edgar Allan Poe, Michel Foucault, Çehov, Kafka gibi.

Sessizlik din ve inanışlarda da küçümsenemeyecek bir yere sahip. “İstemli sessizlik” diye tanımlanan, “tecrit”in ta kendisi. Biguenet sessizliğin inanışlardaki rolünü ve sanattaki kullanımlarını kendi deneyimleri doğrultusunda yorumluyor. Bu kısımlarda “okumak” hakkındaki söyledikleri dikkat çekici:

“Merak uyandıran bir üslup ve ustaca kotarılmış cümlelerle uzak diyarlara yolculuk etmiş, bir başkasının bilincinde kaybolmuşken tam o esnada çalan bir telefon veya süreci kesintiye uğratan başka bir sesle irkilmeyen var mıdır? Esasında okumanın kendisi benlik algımıza verilmiş bir ara, kapı ziliyse bizi bir tür rüyadan uyandıran o tokat değil midir?” (s. 58-59)

Theodor Adorno’nun aşina olduğumuz o cümlesini hatırlayalım: “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır.” Biguenet, Adorno’nun 1949 tarihli “Kültür Eleştirisi ve Toplum” denemesinin sonuç bölümünde geçen bu cümleyi birçoğumuzun bildiğini, fakat Adorno’nun daha sonra talebini güncellediğinden birçoğumuzun haberdar olmadığı söylüyor. Haklı da… Bu nedenle Adorno’nun cümlelerini bu yazı içinde de alıntılamak isterim:

“İşkence gören bir adamın bağırmaya hakkı olduğu gibi, uzun süreli acının da ifade bulmaya hakkı vardır; bu yüzden de Auschwitz sonrası şiir yazılmamalı demek hatalı olmuş olabilir. Fakat daha az kültürel olan şu soruyu sormak yanlış olmaz: ‘Auschwitz’ten sonra yaşamaya devam edilebilir mi; özellikle kazara kurtulan, usulen öldürülmesi gereken biri yaşamaya devam edebilir mi?’ Hayatta kalması burjuva öznelliğinin prensibi olan kayıtsızlığı gerektirir ki, o kayıtsızlık olmasa Auschwitz yaşanmazdı. Canı bağışlananın şiddetle hissettiği suçluluk budur. Telafi niyetine, aslında şu an yaşamadığı, 1944’te fırınlara gönderildiği ve o günden beri tüm varlığının bir hayal, yirmi sene önce öldürülmüş deli bir adamın dileğinin vücut bulmuş hali olduğu düşleriyle canından bezer.”[2]

Kitapta zevkle okuduğum bölümlerden “Sessizliğin Betimlenmesi”nde sanatın ve sanatçıların sessizliği nasıl anlattığı hakkında örnekler veriyor Biguenet. Bir yazar, bir ressam yahut bir besteci sessizliği nasıl ifade edebilir? “Yeterince” ifade edebilir mi? Bembeyaz bir sayfa mı simsiyah bir sayfa mı okura sessizliği çağrıştırır? Üç noktalar, es’ler, karanlık… Hepsi sessizliğin betimlenmesinde araç olarak kullanılıyor. Karanlıkla olduğu gibi acıyla da ilişkisi var sessizliğin. Bu ilişki başka bir yazının konusu olabilecek nitelikte; fakat kısaca bu derin bağı sorgularsak, sanıyorum hepimizin aklına ilk elden gelecek örnekler toplumsal hadiseler olacaktır. Kolektif hafızamızda yer eden insanlık durumları, “büyük” kitlesel acılar; Biguenet’in işaret ettiği Yahudi Soykırımı gibi. Yazar okuru uzun süreli acılar üzerine düşünmeye sevk ediyor: Kısa süreli acılar ne kadar gürültülüyse uzun süreli acılar bir o kadar sessizliğe teslim. Bir kişi ister fiziksel ister psikolojik acı çekiyor olsun, bağırmak/ses çıkarmak kadar sessiz kalmayı da tercih edebilir.

“Fotoğraf makinesi bir susturucudur; fotoğraf dünyanın tüm seslerden arınmış, anlık görüntüsüdür. Evet, sadece bir kol resmine bakarken bile devamındaki eli hayal ederiz ve fotoğrafın sessizliğini gürültüyle doldururuz: Cıvıl cıvıl kuş sesleri, uzaktan duyulan motorlar, sanki yaşanan ânın bir kesitiymişçesine beyaz kâğıdı lekeleyen ebruli gölgeler ve renk birikintilerine anlam verebilmemiz adına beynimizin yarattığı meltemin hışırtılı ıslığı. Fakat ışığın tersine, ses fotoğrafta bir iz bırakmaz.” (s. 78)

Acıdan bahsetmişken, “Susturulan An” ve “Susturma” başlıklı bölümlerden de söz açalım; çünkü susmak ne kadar acıyla ilişkiliyse çoğu zaman susturulmak da öyle. Fakat kitaptaki bahisler tamamen bu çerçeve içinde dönmüyor. Biguenet, “Susturulan An”da fotoğrafın sessizliğini, “Susturma”da ise oldukça ilginç bir konuyu, kadınların sözünü erkeklere nazaran daha fazla kesme eğiliminde olduğumuzu anlatıyor. Susturma ile kastettiği, konuşan kişiyi dinleme/dinlememe hususundaki tercihimiz ve o kişiye tahammül eşiğimizin düşüklüğü aslında. Biguenet yalnızca erkeklerin değil, kadınların da daha çok kadınların sözünü kesme eğiliminde olduğunu okumuş bir makalede. Sonra farkında olmadan da olsa bunu kendi hayatında uyguladığını fark etmiş. Bu mesele toplumsal roller ve cinsiyet araştırmalarına ilgili okurların hemen dikkatini çekecektir.

“Belki de unutulmak, bugünlerde umabileceğimiz yegâne mahremiyet biçimidir” (s. 107) diye yazıyor Biguenet. Bir kahve dükkânında otururken, etrafında onlarca uyarıcı varken, deyim yerindeyse her şey “bangır bangır”ken… Öyle ya, unutulan insanın sessizlikle mühürlenmiş sırları da olmaz; anonimlik gürültüden uzaklıktır. Yeryüzündeki insanın gürültüsü yüzünden denizaltında birbirini duyamayan balinaları düşünüyor sonra: Sessizliğin bir geleceği varsa, o da daha fazla yalnız balinadır. Evet, sessizliğin geleceğinden söz edebiliyor olsak da, geleceğin sessizliğinden söz etmemiz imkânsız artık…

Sonsöz niyetine: Sessizlik bir “araştırma” kitabı olarak değil, yazarının zihnini kurcalayanları derli toplu bir şekilde aktardığı bir “kılavuz çalışma” olarak okunmalı. Her şeyden bağımsız olarak, sessizliğe çok yönlü yaklaştığı için dahi değerli bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Fakat kitapta yer alan tüm bölümlerin geliştirilebilir ve farklı hacimlerde kitaplara dönüştürülebilir nitelikte olduğu unutulmamalı. Ki yazar Biguenet de birkaç söyleşide dile getirmiş bunu. Yayıncısı kendisine “Object Lessons” serisine nasıl bir katkıda bulunabileceğini sorduğunda, Biguenet sessizliği bir nesne olarak gördüğünü, onu bu şekilde ele alabileceğini söylemiş. (Bir yazarın hayatının büyük bir kısmını sessizlik içinde, okuyarak yahut yazarak geçirdiğini düşündüğümüzde bu tercih şaşırtıcı olmasa gerek.) Serideki kitapların şablonuna uygun bir kitap kaleme almış, yani belirli sınırlar içinde kalem oynatmış. Bu nedenle eminim daha söyleyecek sözü vardır.

 

NOTLAR: 


[1] Bkz. John Biguenet, Sessizlik, çev. Bihter Sabanoğlu, İthaki Yayınları, İstanbul, Ağustos 2021 (1. baskı), s. 82.

[2] Theodor W. Adorno, Negative Dialectics, İngilizceye çev. E. B. Ashton (New York: The Seabury Press, 1973), 362-63.